Görsel: Ressam Yüksel Arslan
Giriş
*Toplumsal Özgürlük Partisi İzmir Yayın Birimi olarak Zamanımız ve Biz Söyleşileri’nin 4. senesine büyük bir gurur ve motivasyonla başladık. 4 yıldır çeşitli konularda parti üyelerimizin ve dostlarımızın katıldığı söyleşiler organize ettik. Bu söyleşilerde toplumsal özgürleşme mücadelesini geliştirmek için çeşitli düzeylerde çalışmalar ve sunumlar yapan arkadaşlarımızı ağırladık ve söyleşilerden hareketle elyazmalari.com’da yayınlanmak üzere yazılar kaleme aldık. Bu yıl da her ay toplumsal mücadelemizin gelişimi için farklı başlıklarda tartışmalara ve yazılara devam edeceğiz.
Bu yılın eylül ayında gerçekleştirdiğimiz ilk söyleşide Levent Köker ile “Türkiye’nin Siyasi Rejimi ve Demokratikleşme Sorunu” üzerine konuştuk. Bu yazıyı Levent Köker’in söyleşi için hazırladığı çerçeve metninden ve söyleşide aldığımız notlardan yola çıkarak diğer tüm yazılarımız gibi kolektif bir şekilde kaleme aldık.
T.C.’nin Rejimi Nedir?
2002’de AKP’nin iktidara gelmesi ve döneme göre değişen politikaları, rejime dair pek çok şey tartıştırdı. Her rejim tartışması iktidar-ana muhalefet kısır zemininde döndü. Rejime dair kavramları yerli yerine oturtmaya çalışan devrimcilerin üçüncü sesi yeterince yankı yaratamayınca önümüzde bir kavram çöplüğü oluştu.
AKP’nin ilk döneminde dillere pelesenk olan “askeri vesayet rejimi” gibi kavramlar vardı. Çünkü ulusalcılara dönük bir operasyonu meşru kılmanın ideolojik yollarını açmaya çalışıyorlardı. Sonrasında AKP’nin yeni hamleleriyle demokrasi, otoriterlik, monarşi, İslamî faşizm, faşist diktatörlük, tek adam rejimi, bonapartizm gibi kavramları konuşmaya başladık. Ve yakın dönemde devletin açık şiddete daha çok başvurmasıyla AKP’ye muhalefet eden ana akım örgütler tarafından dile getirilen “güçlendirilmiş parlamenter demokrasi, demokrasiye dönüş, demokratik restorasyon” gibi kavramlar gündemimize girdi.
Malum ki kavramlar da toplumsal özgürleşme mücadelesinin ilgilenmesi gereken alanlardan biri. Kavramlar ve anlamları ile ilgili sadeleştirme, netleştirme ve kavramları kurtarma, seferber etme gibi hamleler devrimci mücadelenin önemli bir ayağı.
Rejimin adlandırılması da bu mücadelenin bir parçası olarak görülmeli. Rejimi sadece yönetenler adlandırmıyor, aynı zamanda muhalefet edenler de adlandırıyor, böylece neye karşı savaştığını net şekilde ortaya koymaya çalışıyor. Bir de sanki bu ikisinden taraf değilmiş gibi konumlanan birtakım değerlendirme kuruluşları da konuya dahil oluyor. Örneğin Freedom House gibi çeşitli kuruluşlar ve bu konu üzerine çalışmalar yapan akademisyenler çeşitli rejim kategorileri tanımlıyorlar. Buna göre demokrasiden otoriterliğe doğru kategoriler: Liberal Demokratik Temsili Sistem, Seçimsel Demokrasi, Belirsiz Rejimler, Rekabetçi Otoriterlik[1], Muhalefete rejimleri tanımlamak için bu skalayı kullanmayı öneriyorlar ve derin açıklamalarla ve tanımlamalarla ülkelerin rejimlerini ve rejim değişikliklerini değerlendiriyorlar[2]. Türkiye’den de bazı siyaset bilimci sesler buna ekleniyor, Türkiye’deki sistemin “rekabetçi otoriter” olduğu üzerine tezler sunuluyor[3], tartışmalara konu oluyor, özellikle ana akım muhalefetin etki alanında önemli düzeyde telaffuz ediliyor.
Rejim Tanımları Neyin Üstünü Örtüyor?
Bahsedilen rejim tanımlarının bir üst başlığa ihtiyacı var, o da “kapitalist”. Yani önce kapitalist ve sosyalist diye ayrım yapmak gerekir. Aksi takdirde Trump ile Kore Lideri Kim Jong-Un’u aynı kefeye koymak zorunda kalırız.
Yazının başında bahsettiğimiz rejim tanımları, ülkenin yönetiminin niteliğinden bahsetmiyor, sadece biçimini konu ediniyor. Niteliğinden bahsetmeyerek rejimin niteliğini önemsizleştiriyor ve günün sonunda bizi hâkim ideolojik sınırlara hapsetmekten başka bir işe yaramıyor. Neyse ki halkın önemli bir bölümünün bu tartışmaların dışında da bir düşünme pratiği ortaya koyuyor. Sokak röportajlarında bile Türkiye’nin yönetim şekli nedir, sorusuna “faşizm” cevabı verildiğini görüyoruz. Grev yasaklarıyla siyasal/sosyal rehin alma işlerini birlikte götüren bu iktidarın rejimine faşizm diyenlerin sayısı giderek artıyor. Biz bu faşizmi, ana muhalefet ve liberal şürekanın tanımladığı gibi şiddeti çok fazla tercih eden keyfî bir yapı olarak tanımlamak ile yetinmemeliyiz. Faşizm, şiddeti ve baskıyı sermaye sınıfının ve onun üst yapısal muhtevasının ihtiyaçları doğrultusunda sistematik olarak uygulayan bir yapıdır. Bu sistematik şiddet, iktidardakilerin zalimliğinden, kötülüğünden, fütursuzluğundan değil onların sermaye sınıfının fikirlerinin ve çıkarlarının önündeki somut ya da olası engelleri kaldırmak istediklerinden uygulanır. Komintern’in 7. kongresinde resmî olarak kabul edilen ve Georgiy Dmitrov tarafından yapılan faşizm tanımı önemlidir ve hâlen geçerliliğini korur. Dmitrov’a göre faşizm, finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.[4]
Özenilecek/Özlenecek bir Geçmişimiz Yok
Bu şiddet-çıkar ilişkisinin sık sık görünür olmaktan çıktığını görüyoruz. Tam da bu noktada eskiyi özleyen refleksler ortaya çıkıyor. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, Demokrasiye Dönüş gibi parolalar aslında geçmişteki rejimin daha iyi olduğunu ifade etmek için kullanılıyor. 1990’ların hâkim rejimi için bugünden daha iyiydi diyebiliriz miyiz? Asit kuyularından, faili meçhullerden, vatandaşına dışkı yedirmekten mahkûm olmuş bir devlet pratiği için daha iyi diyebilmek söz konusu bile değil. 90’lardan öncesine bakınca da 12 Eylül’ü görüyoruz. 70’lere uzanınca 12 Mart faşizmi çıkıyor karşımıza. Bu geçmişe çanak tutan, koruyan kollayan rejimlerin eşit-özgür bir dünyaya bakan toplumsal bir düzenle hiçbir alakası yok. Mevcut faşist düzenle yakınlığı ise çok fazla.
Rejim Tartışmalarını Sınıfla Yıkamak Gerekir
Modern zamanda rejimlerin inşa olduğu ana yapı devlettir. Her ne kadar nötr, tarafsız görüntüye ulaşmaya çalışsa da devletin bir sınıfı vardır, egemen sınıfın egemenliğini korumak için işlev görürler. Modern devlet, sermayenin ücretli emeği sömürmesinin bir aletidir[5]. Temelde egemen sınıfın çıkarlarını korur. Dolayısıyla hem devlet hem de hukuk, sınıfsal karakterlerine uygun olarak egemen sınıfın çıkarlarını koruyacak şekilde çalışır. Örneğin otoriter rejimlerde hukuksal keyfilikler çok daha çıplak ve sert bir şekilde görülürken, otoriter olmayan rejimlerde daha dipten ve görünmezdir. Fakat ikisinin de egemen sınıfın çıkarlarını korumayı sürdürdükleri görülecektir. Tabii ki sınıf mücadelesinin de bu toplumsal sözleşmenin oluşmasında belirgin bir etkisi vardır. Özellikle de sınıf mücadelesinin yükseldiği, kazanımlarının arttığı dönemlerde çeşitli sebeplerle devletin karakterinde, rejimin biçiminde değişiklikler kaçınılmazdır.
Peki ya sosyalist iktidarların egemenliğindeki devletleri nasıl ele alabiliriz?
Sosyalist güçlerin çeşitli biçimlerde iktidarda olduğu ya da olacağı devlet yapılarına dair tartışma da buraya kadar yazdıklarımızdan hareketle en çok yapmamız gereken şeylerden biri. Sınıfsal karakter olarak sömürücü olan devlet ile proleter karakterli bir iktidar aynı yolu nasıl yürüyecek? Devrimin ustalarının bu konudaki geniş tartışma literatüründen hareketle bizim rejim tartışmasına yapacağımız en bariz katkı “proletarya diktatörlüğü” kavramı üzerine tartışmaları anlamak ve geliştirmektir.
Lenin şöyle söylüyor: Burjuvazi (burjuva) demokratik cumhuriyeti “tüm halkın iktidarı”, genel olarak demokrasi veya saf demokrasi olarak tanımlayarak emekçi yığınlar üzerindeki diktatörlüğünü gizlemeyi, dolayısıyla ikiyüzlü davranmayı tercih ediyor[6]. Saf, evrensel olarak adlandırılan demokrasi aslında bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki egemenliğinden başka bir şey değildir. Bunun kapitalist bir pratiğini şu anda dünya düzeyinde yaşıyoruz.
Biz de bir sınıfız, sömürülen bir sınıfız, işçi sınıfıyız. Karşımızda sermaye sınıfı var. İşçi sınıfı iktidar olduğunda işçi sınıfının, proletaryanın toplumsal egemenliği inşa edilecek. Bu egemenlik tek kişinin egemenliği değildir, üreten, var eden sınıfın toplumu yönetmesidir. Yani gerçek anlamıyla toplumun kendi kendini yönetmesidir. Buna karşı sermaye düzenini savunanlar içinse bu diktatörlük olacaktır. Kıvılcımlı’nın belirttiği gibi: Proletarya diktatörlüğündeki “diktatörlük” sözcüğü genel olarak anlaşılanın tam zıttıdır[7]. Aslında “proletarya demokrasisi” demek gerekse de burjuvazinin demokrasi kavramını tamamen ele geçirmesi nedeniyle bu söylemden kaçınılıyor.
Lenin ekliyor: Proletarya demokrasisi, herhangi bir burjuva demokrasiden milyon kez daha demokratiktir. Sovyet devleti, en demokratik burjuva demokrasisinden milyon kez daha demokratiktir[8].
Demokrasiden Anladığımız Proletarya Demokrasisidir
Rejim tartışmalarındaki hâkim kategorize etme şekli rejimin kapitalist niteliğini gizliyor. Sistem tabiri caizse bu kategorize etme biçimiyle bizi oyalayarak, dünya çapında şiddeti cebinde gezdirerek sermayenin egemenliğini yeniden ve yeniden inşa etmeye devam ediyor. İtiraz noktamızı buraya koyarak ilerleyebiliriz. Gayemiz kapitalist-faşist iktidarın alaşağı edilmesi, gözleri sınıfsız bir topluma bakan bir proletarya diktatörlüğünün/demokrasisinin kurulmasıdır. Bugünün rejimine de bu çerçeveden bakmamız gerekir.
[1] S. Levitsky, L. A. Way, The rise of competitive authoritarianism. Journal of Democracy, 13(2), 51–65, 2002
[2] Örneğin Türkiye’nin 2002’deki rejimi belirsiz iken 2009’daki rejimi rekabetçi otoriter olmuş!
[3] B. Esen, Ş. Gümüşçü, H. Yavuzyılmaz, Türkiye’nin Yeni Rejimi: Rekabetçi Otoriterlik, İletişim Yayınları, 2. baskı, 2024
[4] G. Dmitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yayınları, çev: Seçkin Cılızoğlu, Ali Özer, 6. baskı, 1978, sf. 134
[5] F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara 1976
[6] V. I. Lenin, “Demokrasi” ve Diktatörlük Üzerine, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, 2012, sf. 122
[7] H. Kıvılcımlı, Devrim Nedir?, Derleniş Yayınları, 5. Baskı, 2022
[8] V. I. Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 3. baskı, 1976

