Bir Bütçenin Anatomisi: Sınıflar Savaşı ve Sermayenin İtaat Ekonomisi

Rakamların arasına gizlenmiş bir sınıf savaşımının yıllık raporudur, bütçe. Kimi zaman bu savaşım grevlerle, direnişlerle, meydanlarda yankılanan seslerle görünür olur. Kimi zaman ise rakamların soğuk diliyle, “mali disiplin”, “tasarruf” ya da “enflasyon hedeflemesi” gibi kavramların arkasına gizlenir. 2026 bütçesi de bu gizlenmiş savaşımın güncel biçimidir: sermayeye itaatin, emeğe tahakkümün yeni bir hamlesi.

Toplumun hangi kesimlerinden ne kadar kaynak toplandığını ve bu kaynakların kimlere aktarıldığını ortaya koyan çıplak bir sınıfsal harita olan bütçe teklifi, geçtiğimiz günlerde TBMM’ye sunuldu. 2026 bütçesi, bir kez daha emeğin sırtındaki yükü ağırlaştırırken sermaye çevrelerine kaynak transferini sürdürerek bu haritanın güncel halini temsil ediyor. Neden mi bir kez daha?

Bütçe politikalarının sınıfsal karakteri, 1980 darbesinden bu yana neredeyse değişmeden sürüyor. 24 Ocak kararlarıyla şekillenen neoliberal yeniden yapılanma, devletin ekonomideki rolünü “piyasanın bekçisi” olmaya indirgedi. 1990’larda kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, 2000’lerde IMF programları ve AKP döneminde derinleşen borçlanma rejimi, aynı yönelimin farklı evreleridir. 12 Eylül’ün askeri zoru yerini finansal disipline bırakırken, bütçenin dili de bu disiplinin dili haline geldi. Artık devletin görevi, sermaye akışını güvenceye almak; emeğin payını ise “enflasyonla mücadele” gerekçesiyle sürekli baskılamaktı. 2026 bütçesi tam da bu sürekliliğin güncel ifadesidir.

Emeğin Sırtındaki Yük, Bütçenin Sınıfsal Tablosu

2026 bütçesinin toplam gideri 18 trilyon 929 milyar TL, geliri ise 16 trilyon 216 milyar TL olarak öngörülüyor. 2 trilyon 713 milyar TL’lik açık, vergi muafiyetlerinden vazgeçmek yerine, KDV ve ÖTV gibi tüketim üzerinden alınan vergilerle yük emekçilerin omzuna yükleniyor.

2026 bütçesinde vergi gelirlerinin neredeyse yarısı dolaylı vergilerden, yani işçilerin cebinden çıkacak. Toplam vergi gelirinin yüzde 47,4’ü KDV ve ÖTV gibi tüketim üzerinden alınan vergilerden sağlanacak. Yalnızca KDV 3,99 trilyon lira (yüzde 29), ÖTV ise 2,53 trilyon lira (yüzde 18,4) tutarında olacak. Gelirine bakılmaksızın herkesin aynı oranda ödediği bu vergiler, fiilen işçiden, emekliden, işsizden alınan bir adaletsizlik vergisine dönüşmüş durumda. 2026 bütçesinin gelir kalemlerinin neredeyse yarısının dolaylı vergilerden oluşması tesadüf değil. Bu, neoliberal düzenin temel işleyişidir. Emeğin ürettiği artı değer önce üretim aşamasında, ardından tüketim sürecinde yeniden sermayeye aktarılır.

Bütçe teklifine göre, kurumlar vergisindeki (işletmelerin açıkladıkları net kârından alınan vergi) artış yalnızca yüzde 1,9 olarak öngörülürken, gelir vergisinde hedeflenen artış yüzde 39,55’e ulaşıyor. Bu, 2026’da işçilerin ücretlerinden alınacak toplam gelir vergisinin, patronlardan alınacak kurum vergisine kıyasla yaklaşık 21 kat daha fazla artırılacağını gösteriyor. Yani devlet, vergi yükünü doğrudan emeğe yıkarken, sermaye lehine muafiyetleri sürdürerek gelir dağılımındaki eşitsizliği derinleştiriyor. Ücretli emek üzerindeki vergi yükü giderek artarken, büyük sermaye gruplarına tanınan muafiyetler, devletin kimin devleti olduğunu çıplak biçimde gösteriyor. Gelir vergisinin üçte ikisinin ücretlilerden kesildiği bir ülkede, “mali denge” söylemi yalnızca sınıfsal adaletsizliğin, sermaye transferini gizlemenin örtüsü haline geliyor. Bütçe açığının 2,7 trilyon TL’ye ulaşmasına rağmen, vergi aflarından ve Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projelerine aktarılan milyarlarca liradan vazgeçilmemesi de bu tercihin bilinçli bir yönelim olduğunu açıkça gösteriyor.

Hükümetin bütçe sunumundaki temel iddiası, “enflasyonla mücadele ve mali disiplin”. Ancak bu disiplinin hedefi, emeğin maliyetini düşürmekten ibaret. Ücretlerin bastırılması, kamu harcamalarının kısılması ve sosyal yardımların “sadaka ekonomisi”ne indirgenmesi, tam da bu mali disiplinin araçlarıdır. Oysa savunma harcamalarına ayrılan payın yüzde 20’ye yaklaşması, iktidarın önceliklerini net bir biçimde ortaya koyuyor. Halkın artan yaşam maliyetleri, işsizlik, sosyal hizmet eksikliği ve borç yükleri gibi temel sorunlarına çözüm bulmak yerine, hükümet bütçeyi dış politika ve askeri strateji için kullanmayı tercih ediyor. NATO’nun harcama artırma çağrılarına uyum, Türkiye’nin Ortadoğu’daki jeopolitik konumunu güvence altına almak için bir gerekçe olarak sunuluyor. Aynı zamanda, yönetimin meşruiyetinin zayıfladığı bir dönemde baskı aygıtlarını güçlendirmek, iç politikada kontrolü sürdürmek için bütçe üzerinden kaynak aktarılıyor. Böylece, halkın ihtiyaçları değil, sermaye ve devletin stratejik çıkarları bütçe önceliklerini belirliyor.

Asgari Ücret ve Sermaye Birikim Rejimi

2026’ının bütçesi, iktidarın meşruiyet kriziyle sermayenin kar güdüsünün ortak ürünü olarak şekilleniyor. Bu koşullar, yaklaşan asgari ücret görüşmelerinin seyrini de belirleyecek.

Asgari ücret bugün temel yaşam giderlerini karşılayan bir gelir olmanın ötesinde, sermaye birikim düzeninin belirleyici göstergesi olmuştur. Uluslararası finans kuruluşlarının “beklenen enflasyona göre zam” önerileri, IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’ye “ücret artışında itidalli olun” telkinleri, emeğin maliyetini düşürme çağrısından başka bir şey değildir. Bugün Morgan Stanley ya da JP Morgan’ın yüzde 20–25 zam tahminleri, tahmin değil; aslında doğrudan bir talimat niteliği taşıyor. Dolayısıyla sermaye sınıfı açısından asgari ücretin belirlenme biçimi, sermaye birikim rejiminin niteliğini ve Türkiye kapitalizminin uluslararası iş bölümündeki konumunu doğrudan etkiliyor.

Bütçenin emekçilerin, işçilerin lehine değişmesi ancak güç ilişkilerini değiştirmekle mümkündür. Mesele gökyüzüne salınması için bırakılan “adil bir bütçe” temennisi değil; emeğin ürettiği zenginlik üzerinde söz hakkını geri alma meselesidir. Bu söz hakkının somut ifadesi ise, servet üzerinden adil vergilendirme talebinin yükseltilmesidir. Zira bütçe açığının yükünü emeğin sırtına yıkan bu düzende, gerçek çözüm, sermayenin biriken servetine el koymadan mümkün değildir.

2026 bütçesi, eşitsizliği derinleştiren ve emeği borç yükü ve vergilerle ezmeye devam eden bir tablo çiziyor, evet. Ancak bugün sarı sendikasının ablukasını yararak hakları için direnen Şık Makas’ta, kendi işinin patronu masalı altında ne çalışma saati ne de kazancında söz hakkı olmayan, güvencesiz ve uzun çalışma saatlerine karşı motorlarıyla direnen Yemeksepeti işçileri ve şimdi düşük ücret dayatmasına karşı metal fabrikalarında başlayan grevlerle bu tabloyu tersine çevirecek potansiyelin sinyalini veriyor işçi sınıfı. Bu direnişlerin çoğalması, rakamlardan ibaret bir bütçe tartışmasını sınıfın gerçek gündemine dönüştürecek ve emeğin ürettiği zenginlik üzerinde söz hakkını geri almayı somutlaştıracaktır.

Ancak bu potansiyelin kalıcı bir güç haline gelmesi, parçalı ve dağınık mücadeleleri siyasal bir hatta taşıyacak, sınıfın çıkarlarını temsil eden bir odakla mümkündür. İşçilerin sermayeye karşı direnişi yayıldıkça bu odak güçlenecek ve o zaman ne patronlar ne de onların siyasal temsilcileri, bugünkü gibi tepeden buyruklar yağdırabileceklerdir.

Scroll to Top