Göçün Güvenlikleştirilmesi: 21. Yüzyılda Kapitalizm ve Göç Politikaları

Kapitalizmin ve emperyalizmin yarattığı savaşların, küresel eşitsizliğin ve ekolojik yıkımın giderek hızlandırdığı göç ve göçmenlik 21. yüzyılda devletlerin en çok kontrol etmeye, düzenlemeye ve yoğunluklu olarak durdurmaya çalıştığı olgular olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşadığımız yüzyılda küreselleşme dediğimiz olgu ile beraber hizmetlerin, malların, makbul ve cazip olan turistlerin ve özellikle çok zengin kesimlerin dünya üzerindeki hareketleri gittikçe kolaylaştırılırken; her geçen gün fakirleşen ve daha da alt kesimlere itilen sıradan vatandaşların, “gelişmiş” zengin ülkeler tarafından fonlanan savaşların sonucunda ülkesini terketmek zorunda kalan sığınmacıların ve daha iyi şartlarda okumak, çalışmak ve yaşamak isteyen göçmenlerin hareketi gittikçe daha da kısıtlanmakta ve engel olunmaya çalışılmaktadır. Küresel kapitalizm sermayenin en kolay ve hızlı şekilde dolaşmasını kolaylaştırırken, hareket halindeki insanlar gün geçtikçe daha sıkı ve güvenlikleştirilmiş sınır ve göç politikaları ile yüzleşmektedirler.

Kapitalizmin ve emperyalizmin Küresel Güney ülkelerinde yarattığı tahribat arttıkça buralardan “gelişmiş” Küresel Kuzey ülkelerine gelen insan hareketliliğini kontrol etmek ve durdurmak tekil devletler için gittikçe zorlaşmıştır. 2004 yılında AB ülkeleri dış sınırlarının kontrol faaliyetlerini güçlendirmek adına FRONTEX’i kurmuştur. Ajansın ana faaliyeti şu şekilde ifade edilmektedir: “Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı Frontex, AB’nin dış sınırlarının yönetimi ve sınır ötesi suçlarla mücadele konusunda AB üye devletlerine ve Schengen ülkelerine destek sağlar”. Gittikçe güvenlikleşen Avrupa sınır politikalarının bir yansıması olan FRONTEX Türkiye-Yunanistan arasında göçmen hareketlerinin uğrak rotası Evros bölgesinde 2010 itibariyle varlığını kalıcı hale getirmiştir. 2020 yılında Türkiye’nin Pazarkule sınır kapısını açtığı açıklaması üzerine yüzlerce sığınmacı Yunanistan sınırında kimyasal maddeler, plastik mermiler, biber gazı ve gerçek mermiler de dahil olmak üzere şiddet ile karşılaşmıştır. Yunanistan hükümetinin talebi üzerine FRONTEX bu olaylarda, Rapid Border Intervention Evros (Hızlı Sınır Müdahalesi Evros) 2020 kapsamında 22 üye devletten 100 sınır muhafızı sağlayarak Yunan polisine destek vermiştir. Ortak bir sınır güvenlik ajansı kurmanın yanı sıra, Küresel Kuzey ülkeleri özellikle son yıllarda kapitalizmin yarattığı savaş ve ekonomik krizlerin tahribatlarından kaçan insanları sınırlarından uzakta tutmak için bu sınırları esnetip genişleterek “dışsallaştırma” politikaları da izlemişlerdir. Bu yeni strateji göç konusunda küresel bir yaklaşımı savunur ve göçmenlerin bulundukları yerlerde hareketliliği durdurmak için çıkış ve transit ülkelerle yakın iş birliğini içerir. Bu “uzaktan-kontrol” politikalarının en önemli örneği Avrupa Komşuluk Politikası’dır (European Neighborhood Policy).

AB-Türkiye Anlaşması da Avrupa’nın dışsallaştırma politikalarının önemli örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Antlaşma, 2015 yılında Avrupa’ya gelen Suriyelilerin sayılarının zirveye ulaşması ve bu hareketliliğin “mülteci krizi” olarak kavramsallaştırılması üzerine 2016 yılında Avrupa Birliği ve Türkiye arasında “yasadışı” göçmenlerin Türkiye’den Avrupa’ya girişini engellemek için imzalanmıştır. Karşılığında, Türk vatandaşları için vize zorunluluğunun 2016 Haziran ayı sonuna kadar kaldırılması, AB’nin mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamak için Türkiye’ye 6 milyar Euro sağlaması ve son olarak AB’ye katılım sürecinin yeniden canlandırılması öngörülmüştür. Antlaşmanın tam anlamıyla yerine getirildiği söylenemeyecek olsa da AB hâlâ Türkiye’yi göç yönetimi konusunda fonlamakta ve özellikle son yıllarda sayıları giderek artan geri gönderme merkezlerinin yapımında ekonomik desteği büyük önem taşımaktadır.

Kapı Bekçiliğinden İçerideki Kontrole: Türkiye’nin Göç Rejimi

Türkiye’nin uluslararası koruma rejiminin kendine has özellikleri bazı uluslararası sorumluluklardan kaçınmasına ve yasayı kendi çıkarları için kullanmasına izin vermektedir. İlk olarak, Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne “coğrafi kısıtlama” ile taraf olmuştur. Bu durum yalnızca Avrupa’dan gelen sığınmacılara mülteci statüsü tanıyan bir rejimi beraberinde getirmekte, Avrupa dışından gelenlere ise mülteci statüsü verilmemektedir. Coğrafi sınırlama ilkesi ve kapsamlı bir göç yasasının bulunmaması nedeniyle, 1980’ler boyunca artış gösteren Avrupa dışından gelen bu göç hareketleri geçici düzenlemeler, mevzuatlar ve politikalar aracılığıyla yönetilmiştir. 2011’de Suriye “krizinin” patlak vermesiyle birlikte Türkiye, “açık kapı” politikasıyla karşılık vermiş ve Suriyelileri, hukukî bir karşılığı olmayan “misafir” statüsüyle kabul etmiştir. AB uyum süreci ve Suriye’den gelen insan hareketliliğinin giderek artışı üzerine 2014’te ilk Türkiye göç kanunu, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK), yürürlüğe girmiştir. YUKK beraberinde ikili bir göç rejimi ve il bazlı kayıt ve ikamet sistemi getirmekte, kayıtlı sığınmacıların çalışma iznini kapsamamaktadır. Açmak gerekirse, YUKK altında Suriyeli göçmenler Geçici Koruma (GK) statüsü alırken diğer yabancı uyruklu göçmenlere Uluslararası Koruma (UK) statüsü verilmektedir, fakat bu statü farkına karşın her iki grup da aynı il bazlı kayıt ve ikamet sistemine tabiidir ve kayıtlı oldukları illerde ikamet zorunlulukları vardır. Buna ek olarak bu statülerin kendiliğinden çalışma izni içermemesi göçmenleri yaşadıkları şehirlerdeki enformel iş piyasasına itmek ve çoğu zaman bu piyasaların daha yaygın olduğu büyük şehirlere iç göçe zorlamaktadır. Bu da metropollerde kayıtlı olmasına rağmen yarı “yasadışı” yaşayan ve çalışan, statüsünün getirdiği haklara erişemeyen ve enformel piyasalarda emeğinin sömürülmesi iyice kolaylaşan bir popülasyon yaratmaktadır. Kayıtsız göçmen kadar olmasa da işverenler tarafından büyük talep görmektedir ki insanların şehirler arası “yasadışı” göçü uzun bir süre siyasî otorite tarafından tahammül edilmiş hatta bazen kolaylaştırılmıştır. Bu durum göçün, özellikle “yasadışı” göçmenin ve onun ucuz kullanıp atılabilir emeğinin siyasî otorite ve sermaye için ne kadar değerli olduğunu ortaya koymaktadır.

2022 itibari ile hükümetin ve göç yönetiminin değişen çıkar ve amaçları “yasadışılığa” tahammülden bu “yasadışılığın” aktif üretimine, güvenlikleştirilmiş göç politikalarına ve geri gönderme pratiklerine ağırlık verilmesine yol açmıştır. Bu güvenlikleştirilmiş göç yönetimi altında kayıtlı göçmenler de kriminalize edilmekte, yasadışılaştırılmakta ve geri gönderme merkezlerinde insanlık dışı koşullarda tutulmaktadır. Son yıllarda AB fonlarının yüklü bir biçimde yatırıldığı geri gönderme merkezlerinde insanlar yıldırılmaya çalışılmakta ve “gönüllü” geri dönüş formları imzalamaya zorlanmaktadır.

2025 Mayıs verilerine göre Türkiye’de 3 milyon 988 bin 157 kayıtlı yabancı bulunmaktadır. Bunların 1 milyon 104 bin 385’ini ikamet izinli, 2 milyon 711 bin 170’ini geçici koruma altındaki Suriyeli, 172 bin 602’sinin uluslararası koruma altındaki başka uyruklu yabancılar oluşturmaktadır. Fakat bu verilere sayılarının hiç de azımsanamayacağını bildiğimiz “yasadışı” veya kayıtsız göçmenler dahil değildir. Buna ek olarak kayıtlı sığınmacı sayısı en yüksek rakama ulaştığı 2021 yılından itibaren bir hayli düşüş yaşamıştır. 2021’de geçici koruma altındaki Suriyelilerin sayısı 2021 yılında 3.737.369 ile zirveye ulaşmıştır ve o zamandan bu yana 1,2 milyon azalmıştır. Esad rejiminin düşmesinden çok önce başlayan bu düşüşü sadece buna bağlamak mümkün değildir.

Yasadışılığın Politik Ekonomisi: Kapitalist Göç Rejiminin Üretimi

Torpey, Marx’ın “el koyma/mülksüzleştirme” (expropriation) kavramı ve Weber’in devletlerin şiddeti ellerinde tekelleştirdiği düşüncesinin üzerinden ortaya koyduğu devlet kavramını insan hareketleri ve bu hareketin kontrolünün tekeline sahiplik üzerinden açıklamıştır: “Modern devletler, meşru dolaşım araçlarını ‘müsadere etmiş’ (expropriated) ve sınırları içinde kimin dolaşabileceğine ve sınırları kimlerin geçebileceğine karar verme yetkisini tekelleştirmiştir”.[1] Modern ulus devletlerin çıkmasına dayanan bu tekelleşme ile devletler tarafından makbul görülen hareketlilikler yasal diğerleri ise yasadışı kılınmış olur. Kısacası “yasadışı” göç ve göçmenlik fenomenleri bu siyasal yapının sınırları karşısında ortaya çıkmıştır. Buradan yola çıkarak De Genova “yasadışılığın hukuksal üretimi” fikrini ortaya koymuştur. Göçmen “yasadışılığı” ne göçmenin karakteristik bir özelliği ne bir vakum içerisinde ortaya çıkan tarihsiz ve bağlamsız bir fenomen ne de doğal bir şeydir. “Yasadışılık” ulus devletler, onların kısıtlayıcı kanunları ve sınır politikaları üzerinden üretilmektedir. Bu üretim ekonomik, tarihsel ve toplumsaldır. Ve en önemlisi göçmen “yasadışılığının” yasal üretimi göçmenin ekonomik olarak daha kolay sömürülmesinin yolunu açar.[2]

Günümüzde faşizmin ve ırkçılığın her yerde yükselmesi ile beraber devletler daha kısıtlayıcı göç yasaları ve daha şiddetli sınır politikaları geliştirmekte ve “yasadışı” göçmen kategorisini gittikçe genişletmektedir. Yerinden edilmiş insanlar Türkiye ve Lübnan gibi transit ülkelerde “mülteci” statüsü bile tanınmadan yaşamakta, Avrupa ülkelerinden yıllarca sığınma başvuruları için yanıt beklemekte veya “yasadışılığı”, sınırlarda şiddetle karşılaşmayı hatta ölmeyi göze alarak tehlikeli göç rotalarına yönelmektedirler. Kısacası insanlar “yasadışı” değildir ve olamaz. Onları yasadışılaştıran devletlerin kısıtlayıcı göç politikaları ile sermayedarların kâr hırsı ve ucuz emek açlığıdır. Bu yüzden Komünist Manifesto’da Marx ve Engels şu sözleri sarf ederek bütün ülkelerin işçilerini birleşmeye çağırmışlardır: “İşçilerin vatanı yoktur. Biz onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız.”[3]


[1] Torpey, John. 1998. “Coming and Going: On the State Monopolization of the Legitimate ‘Means of Movement’.” Sociological Theory 16 (3): 239-259.

[2] De Genova, Nicholas P. 2002. “Migrant ‘Illegality’ and Deportability in Everyday Life.” Annual Review of Anthropology 31: 419-447.

[3] Marx, Karl, and Friedrich Engels. 2014. Komünist Manifesto. Istanbul: Can Yayınları.

Scroll to Top