Geçtiğimiz birkaç haftada Filistin için dünyanın dört bir yanından yükselen protestolar, sessizliği bozan güçlü bir dalgaya dönüşüyor. Daha önce İsrail’in ablukasını kırma misyonuyla yola çıkan Özgürlük Filosu, bu kez 44 gemi ve dünyanın dört bir yanından gönüllülerle tekrar yola çıktı. Bir sivil dayanışma hareketinin nasıl etkili olabileceğini gösterdi. Beraberinde Filistin ile dayanışma eylemleri büyüdü ve bazı ülkelerde genel greve dönüştü. Protestolar öylesine etkili oldu ki pek çok ülke geçtiğimiz hafta Filistin’i tanıdığını açıkladı. İtalya ve İspanya ise filoyu korumak için gemiler gönderdi.
Global Sumud Filosu’nun gönüllüleri, İsrail’in uluslararası hukuku çiğnemesine karşı ülkelerin gerekenleri yapmadığı için bu yola çıktıklarını söylüyor. Filonun önde gelen gönüllüleri arasında Greta Thunberg ve Thiago Ávila da bulunuyor ve her fırsatta İsrail’in savaş suçlarından ve yarattığı geniş çaplı etkilerden söz ederken soykırımın yanı sıra ekokırımın yol açtığı sonuçları da ön plana çıkarıyorlar. Peki, Filistin’deki ekokırımı anlamak, bu işgalin sistematiğini çözmek için neden bu kadar önemli?
Ekokırım ve Savaş
Veriler, savaşın sadece ilk aylarında İsrail’in Gazze’ye yönelik hava bombardımanının yol açtığı karbon emisyonunun bile, 20 ülkenin bir yılda ürettiğinden daha fazla olduğunu gösteriyor. Savaşın ilk iki ayında açığa çıkan emisyon ise en az 150 bin ton kömür yakmaya eşdeğer olarak hesaplandı. Savaşın iki yıldır sürdüğü düşünülürse küresel boyuttaki etkilerinin ne denli olduğunu anlayabiliriz.
Tabii mesele sadece karbon salınımıyla sınırlı değil. Ekokırım, Amerika için Vietnam ve Irak’ta bir savaş taktiğiydi ve bu ülkeler hâlâ bunun sonuçlarıyla yüzleşiyor. Benzer şekilde şu anda Gazze’de açlığın bir silah olarak kullanılması da ekokırımın bir parçası. İsrail yıllardır düzenli olarak Filistin’deki sağlıklı toprağı yok etmek için çalışmalar yürütüyor. 2014’ten beri Gazze sınırındaki tarlalara havadan herbisit atıldığı ve tarım alanlarına düzenli olarak buldozerlerle girildiği raporlandı. Filistinli çiftçiler için meyve bahçeleri yıllardır protestoların yapıldığı bir yer haline geldi. 1967’den beri bir milyona yakın zeytin ağacının İsrail tarafından söküldüğü tahmin ediliyor. Ağaçlar söküldükçe Filistinliler için yaşanabilir alan daha da daralıyor. Buna sebeple halk kalan meyve ağaçlarını korumak için tarih boyunca büyük bir mücadele verdi. Zeytin ağaçları soğuğa, dona, kuraklığa ve yangınlara karşı direngen yapılarıyla onların bu mücadelesinin birer sembolü haline geldi. Yani ağaçlar ve insanlar İsrail’in yaşamın her türüne karşı açtığı savaşa yıllardır birlikte direndiler.
Son iki yılda İsrail tarihteki en büyük ekokırım suçlarından birini gerçekleştirdi. Şu an Gazze sınırındaki bu son kalan meyve bahçelerinin yerinde İsrail’in askeri üsleri konumlanmış durumda. Yıllardır canla başla korunan asırlık zeytinlikler, İsrail’in kara işgaliyle birlikte yerini tahrip edilmiş topraklara bıraktı. Filistin yarısını kaplayan tarım arazileri, savaş boyunca bilinçli olarak yok edildi. İsrail, Filistinlilerin kendi kendilerine yeter şekilde doğayla uyum içinde yaşayabilecekleri bir toprağın varlığını tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyor. 3000 yıllık ağaçlara ev sahipliği yapan topraklar atılan beyaz fosfor bombaları sebebiyle yerini kuraklığa, su kirliliğine ve salgın hastalıklara bıraktı. Beyaz fosfor suya bulaştığında yıllarca sudaki canlıları zehirlemeye devam ediyor ve toprağa karıştığında ise bitki örtüsünü yok ediyor.
Bu noktada toprak ve insan arasındaki ilişkiyi düşünmek gerekiyor, işgal sadece kara parçasını ele geçirmekle kalmıyor insanı topraktan arındırmayı hedefliyor. Bu süreç hem politik hem ekolojik yıkımla gerçekleşiyor. Filistin toprakları halkın kendi kendine yetmesini sağlıyordu, ancak İsrail doğayla uyumlu bir toplumun yeniden var olmasını engellemek için sistematik bir yıkım gerçekleştiriyor. İnsanlara dönebilecekleri birer ev bırkmadığı gibi yeniden bir yaşam filizilendirebilecekleri toprağa da işte bu sebeple savaş açmış durumda. Dünyanın her yerinde direnen halklara karşı uygulanan ekokırım ilk aşamada toprağı yaşanmaz hâle getirmek için uzun dönemli bir planlama içeriyor, sonrasında insanlardan arındırılan toprak, işgal devleti tarafından zorla mülkleştiriliyor. Metalaştırılan toprak artık doğayla birlikte kendi varlığını sürdüren bir halkın yaşam alanı değil, sermayenin paylaşım pazarlığına konu olacak arsalara dönüştürülüyor. Bu Trump ve Netanyahu’nun Gazze’de otel açma projesiyle de gözler önüne serilmiş oldu. Yani anlaşıldığı üzere işgal, sadece insanları yerinden etmekle kalmıyor, toprağın kendisini de yok ediyor. Yaşamın tüm olanaklarını ortadan kaldırmayı hedefliyor. İşte bu yüzden soykırımın bir taktiği haline gelen ekokırımı anlamak, işgalin sistematiğini çözmek için elzem.
Savaşlar, dünyanın her yerindeki yaşam için tehdit oluşturmaya devam ediyor. İsrail’in yarattığı yıkımı ölçmek için yapılan çalışmalar halen sürmekte olsa da savaş sebepli ekolojik yıkımın her gün dünyayı geri dönülmez noktaya biraz daha yaklaştırdığı ortada. Savaşın hüküm sürdüğü bir dünyada iklim kriziyle mücadele etmek mümkün değil bu sebeple filoda bu kadar iklim aktivisti olması aslında şaşırtıcı değil. İşte bu nedenle, Gazze’ye doğru yola çıkan iklim aktivistleri, uzun soluklu mücadelenin bir sembolü hâline geliyor.

