Türkiye geçtiğimiz yaz mevsimlerinde olduğu gibi bu yaz da alevler içerisinde. Birçok ilden yangın haberleri arka arkaya gelirken, bunların önemli bir bölümünün de yerleşim yerlerine kadar sıçradığını üzülerek takip ediyoruz. Ankara, Diyarbakır, İzmir, Bursa, Maraş, Antep, Kocaeli, Karabük, Mersin, Zonguldak, Adana, Sakarya, Aydın, Adıyaman, Muğla, Nevşehir, Eskişehir yanan illerimiz arasında. Üstelik yangınlarla mücadele sırasında 14 emekçi ve gönüllü hayatlarını kaybetti. Birçok köy ve kasaba boşaltılmak zorunda kalındı.
İklim krizi derinleştikçe, tüm Akdeniz coğrafyasında olduğu gibi Türkiye’de de yangınların sıklığı ve şiddeti gittikçe artmakta. Her geçen yaz daha da ciddileşen bir yangın gerçeği ile karşı karşıyayız. Fakat tabiki yangın riskinin artışı bir gerçek olsa da yangınların ne şekilde seyredeceği, doğaya, hayvanlara ve insanlara ne kadar zarar vereceği alınan önlemlere bağlı. Özellikle yangın gerçeğinin bu derece arttığı bir coğrafyada, yangın ile mücadele konusu çok önemli.
Tüm bunlara rağmen, AKP-MHP hükümetinin yangınlara asgari düzeyde hazırlıklı olmak gibi bir isteği olduğu dahi şüpheli. Yangınla mücadeleye en ufak bir kaynak ayrılmasını geçelim, 23 Mayıs 2025 gününde 8 adet yangın söndürme uçağı satışa çıkarıldı. Tam da İzmir ile başlayan yangınlar silsilesinden 1 ay kadar önce. Satışın gerekçesi ise tabiki borçluluk. Fakat bu 8 uçağın toplamı için talep edilen ücret; sarayın sadece 1 aylık, Diyanet’in sadece 4 günlük harcamasına ve sadece Kalyon Holding’e yapılan vergi affı ve verilen teşviklere denk.
Durum çok açık. Yangınla mücadele konusunda devletin gücü bu kadarına yetiyor değil, devlet yangınla mücadeleyi önemsemiyor. Devlet elinden gelse daha da fazla uçağı satar, itfaiyeyi özelleştirir, yangınla mücadeleye ayrılan daha da fazla kaynağı sermayeye peşkeş çekerdi.
Tüm bu yangınlar ile mücadeleyi önemsememe tartışması bir yana, bir de devletin bu yangınları bile isteye çıkardığı iddiaları ile karşı karşıyayız. Bile isteye çıkarıp çıkarmadığını ispat etme olanağımız yok, ancak sahil beldelerine kısa bir bakış bile bize kimin bu yangınlardan fayda sağladığını gösteriyor. Turizm bölgelerinde, geneli iktidara yakın (bir kısmı ise doğrudan iktidar partilerinde siyaset yapan) sermayedarların yanan ormanları adeta yağmalarcasına cüzi miktarlara satın alıp, devasa rantlar yaratan otellere çevirdiklerini yıllardır görüyoruz. Bu yıl ise, Bursa’da cayır cayır yanan bir ormanlık alanın kısa süre önce AKP’li ilçe belediyesi tarafından maden ocağı bölgesi olarak planlandığını, valiliğin ise çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) talebini bile gereksiz bulduğunu hepimiz gördük.
Halkın Değil Sermayenin Devleti
Bu durumda elimizde, yangınlar ile mücadele etmeyi bırakalım, yangınlardan doğrudan fayda sağlayan bir devlet aygıtı gerçeği kalıyor. Yangınla mücadelenin maliyetini gereksiz bulan, hatta muhtemelen yangınları ya doğrudan kendisi çıkaran ya da kendiliğinden çıktığında ise bundan çok mutlu olan bir devlet aygıtı …
Bu durumun sebebi çok basit. Türkiye devleti, sanılanın aksine içinde yaşayan vatandaşların devleti değil ve asla olmadı. Türkiye devleti bir avuç sermayedarın devleti ve tüm tercihlerini sermayenin çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışıyor. Sermayenin değil de halkın çıkarına bir aksiyon almasının ise sadece bir açıklaması olabilir, mecbur kalmak. Devlet, ancak karşısında örgütlü bir şekilde hakkını arayan ve mücadele eden halklar bulduğunda halkın çıkarına bir aksiyon almak durumunda kalacaktır. Yangınlar özelinde de gerçek bu. Eğer devletin etkin bir yangınla mücadele ağı kurmasını istiyorsak, bunun için mücadele vermeliyiz. Eğer yanan arsaların sermayeye peşkeş çekilmemesini istiyorsak, bunun için de mücadele vermeliyiz.
Ancak maalesef, yangınlar söz konusu olunca devlet karşısında genellikle mücadeleci bir halk bulmuyor. Aksine yangınları Kürt halkının çıkardığı gibi şoven histeriler iktidarın doğrudan sorumluluğunu kolaylıkla örtmekle kalmıyor, bütün tartışma zeminini de bu şoven histeri çerçevesine çekiyor. Sosyal medyadan ana akım medyaya birçokları yangınların sorumlusu olarak devleti değil, aksine Kürt halkının devlete çektiği bir operasyonu görmek istiyor. Son 20 yıldır yanan bölgelerden kimin rant sağladığına yüzeysel bir bakış bile, yangınların asıl sorumlularını bize işaret edecektir.
Yangın Şehitleri Değil İş Cinayeti Kurbanları
Bu şoven histeri iktidarı hedef tahtasından uzaklaştırırken, bir de yangınla mücadele sürecinde aslında açıkça iş cinayetiyle katledilen gönüllü ve emekçilerin şehitlik ve kahramanlık gibi unvanlarla anıldığı gerçeği var. Emekçilerin kahramanlıkları ve özverileri bir yana, bu ölümler gerekli bir kahramanlık ve mecburiyet olmaktan çok uzak. 2025 yılının teknolojik imkanları ile bakıldığında yangınla mücadele sırasında kaybettiğimiz her bir insanın açık birer iş cinayeti olduğunu sürekli vurgulamak durumundayız. Kaybettiklerimize şehit demek daha iyi hissettiriyor olabilir. Ancak açıkça korkunç hissetmememiz gereken bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. İçimizi rahatlatmak adına kullandığımız şehitlik gibi kavramlar aslında gerçekliği tahammül edilebilir kılarken, aynı zamanda gerçek sorumluları da aklayan bir nitelik taşıyor. Sorumlular, yani devlet, şehitlik/kahramanlık gibi kavramları kendi sorumluluğunu gizlemenin yolu olarak kullanıyor.
Çok basit önlemler ile rahatlıkla önlenebilecekken, bu insanlar aslında doğrudan iktidarın tercihleri dolayısıyla öldürüldü. Bu gerçekliğin korkunçluğu ile yüzleşmeli ve ardından da hesabını sormak için mücadele etmeliyiz.
Asıl sorumlu olan devleti hedef tahtasına oturtmalı ve devletin açıkça ölüme terk ettiği emekçilerin şehit değil iş cinayeti kurbanları olduğunu vurgulamak zorundayız. Ancak bu şekilde sorumlulardan hesap sorabilir ve önümüzdeki yıllarda yangınlar ile düzgün bir şekilde mücadele edilmesini sağlayabiliriz.
Hain İşçiler mi, Kahraman Şehitlerimiz mi?
Bu orman şehitlerimiz anlatısı çok çarpıcı bir gerçeği daha açığa çıkarıyor. İzmir yangınlarından aşağı yukarı sadece 1 ay önce, İzmir’de itfaiye işçilerinin de dahil olduğu bir grup işçi grev kararı almıştı. Aslında tek istekleri insanca bir yaşam olan bu işçiler CHP belediyesi öncülüğünde neredeyse linç edildiler. Aslında kendileri de birer işçi olan İzmir halkının önemli bir bölümü işçileri AKP’ye çalışmaktan, yattıkları yerden para kazanmaya birçok şeyle suçladırlar. Bizzat Cemil Tugay’ın grev kırıcılığı bu halk tepkisiyle de birleşince grev çok uzun süremedi ve çok ciddi kazanımlar elde edilememiş oldu. Bu suçlamaların bizim için en önemli olanı ise aslında bu işçilerin yattığı yerden para kazandığı ve hak etmedikleri ücretler talep ettikleri iddiaları. Özetle bir işçiye 60.000 TL çok görülmüştü.
Aradan geçen bir iki ay sonunda ise değersiz görülen bu insanların yaptıkları işin önemi çok çarpıcı bir şekilde açığa çıktı. İnsanca bir ücret için greve gittiklerinde ise halkın hakaretlerine maruz kalan orman işçileri, devletin yangınla mücadeleye kaynak bile ayırmadığı bir ortamda canlarını tehlikeye atarak alevlerle boğuştular. Bu işçiler arasında, yangınla mücadele sırasında hayatını kaybeden Eyüp Dereli’nin facebook mesajlaşma geçmişindeki “Orman İşçileri Geçinemiyor” görseli ve toplu iş sözleşmesi sonucunu sorması ise çok çarpıcı. Şu an milyonların kahraman şehidimiz olarak andıkları Eyüp Dereli, sırf insanca bir ücret istediği için her an hain ve değersiz ilan edilebilirdi.
Şehitlik ve hainlik arasında hızla savrulan bu belirsiz pozisyon çok önemli bir gerçeği daha beraberinde getiriyor. Yukarıda hayatını kaybeden emekçilerin sorumlusunun devletin tercihleri olduğunu, mecbur kalmadıkça da yangınla mücadeleye ve mücadele sırasında alevler ile boğuşan emekçilerin korunmasına bir sermaye devletinin asla kaynak ayırmayacağını vurgulamıştık. İşçilerin, hainlik-kahramanlık arasında hızla gidip gelebilen bu pozisyonu aslında devletin kaynak ayırmamasının güvencesi olarak iş görüyor. Yangın öncesi günlerde işçilerin insanca ücret almasını hainlik olarak, bu işçileri değersiz olarak niteleyen herkes aslında bugün bu insanların korunması için alınmayan önlemlerin de ortağıdır. Devleti işçilere daha da çok para vermeye ve çalışma şartlarını güçlendirmeye yönelik önlemlere zorlamak yerine, işçilere karşı konumlanan insanların bugün bu insanları şehit olarak nitelemesi tesadüf değil.
Bunun bir iş cinayeti olduğunun kabulü demek hem gerekli önlemlerin alınmasını sağlayacak kaynakların aktarılmadığının itirafı, hem de aslında bu işçilerin çok zor ve riskli bir işte çalışan ve aynı zamanda da kalan tüm emekçiler gibi insanca bir ücreti hak eden insanlar olduğunun kabulü anlamına gelirdi.
Ne Hain ne Kahraman, Emekçi!
Dolayısı ile bizlere düşen bu insanları gerektiğinde kahraman şehitler olarak ölüme gönderen, gerektiğinde ise niteliksiz hainler olarak insanlık dışı ücretlere mahkûm bu sistemin tutarlı ve sürekli bir şekilde karşısında olmaktır. Emekçilerin nitelikli olduklarını, hatta bütün değerin asli üreticileri olduğunu örmek için yangında ölüme göndermeye ihtiyacımız yok. Emekçileri daha düşük ücretlere, daha yoğun sömürüye ve güvencesiz çalışma koşullarına mecbur bırakmaya çalışan sermaye devletinin propagandalarının karşısında yer almalıyız.
Yangınlar ile mücadele konusunda da yangınların önlenmesi konusunda da aynı sorumluluğa sahibiz. Yangınların yaygınlaşmasına sebep olan ekolojik dönüşüm ve ısınmadan tutalım, yangınlara karşı önlem alınmamasına ve hatta yangınlardan egemenlerin rant devşirme çabalarına aslında sorunun kaynağı sermaye düzeni ve sermaye devleti. Sermaye düzenini yok etmeden bu sorunları çözemeyiz, sermaye devleti ise mecbur kalmadıkça çözüm üretmekle uğraşmayacaktır. Bu yüzden sermaye düzeni ve devleti karşısında örgütlü mücadele doğayı, ormanları, işçileri ve tüm canlıları korumak için tek şansımız.

