*Bu yazı, Toplumsal Özgürlük Partisi İzmir Kültür Sanat Meclisi tarafından kolektif şekilde kaleme alınmıştır. Ekip, 3 yıldır düzenli olarak yaptığı Zamanımız ve Biz Söyleşileri’nden biri olan “Birer Birer ve Hep Beraber” söyleşisinden aldığı notlar ve ses kaydından hareketle bu yazıyı oluşturmuştur.
“Yaşamak birer birer ve hep beraber
İpekli bir kumaş dokur gibi
Hep bir ağızdan sevinçli
sevinçli bir destan okur gibi”
Nâzım Hikmet’in bu dizeleri, yalnızca güzel bir şiir değil, insanlık durumuna dair derin bir felsefenin özüdür. Şairin “ipekli kumaş” metaforu, kolektif varoluşun inceliklerini, kırılganlığını ve aynı zamanda dayanıklılığını anlatır. Bu metafor, bireysel varoluşlarımızın nasıl bir bütünün parçası haline geldiğini, her bir ipliğin kendi rengiyle nasıl bir bütün oluşturduğunu, aynı zamanda o bütünün oluşturduğu uyumla renklerini nasıl parlattığını gösterir. Bugün bu dizeleri yeniden düşünüyoruz çünkü bugünün kapitalist dünyası, kişiyi bütünlerden koparıp kendinden menkul bir birim olarak ele alma baskısı kuruyor. Güncel eylemler bize bu baskıyı kırabileceğimiz, dahası kişinin kendisi gibilerle bir araya gelmesini sağlıyor. Hem bu baskıyı göğüsleyebilen hem de ortak alanları inşa edebilecek olanınsa güçlü bir örgütlü bir yapı olması gerekiyor.
Bir Şiirin Peşinde: Neden Şimdi Bu Dizeler?
Yakınlarda, 19 Mart Darbesi’ni takip eden günlerdeki kitlesel eylemler; sokaklarda, forumlarda, direniş alanlarında filizlenen o tanıdık hissiyat, yeniden canlandı. Kendin gibilerle buluşmanın, yalnız olmadığını hissetmenin verdiği o tarifsiz güç…
Ancak bu birlikteliği sürdürmek, onu gündelik hayatın dokusuna işlemek hiç de kolay değil. Çünkü karşımızda, kolektif olma isteğimizi, silahımızı elimizden alıp gücümüzü istismar eden toplumsal bir sistemin içinde yaşıyoruz. Kapitalist işleyiş, yoğun bir emek gücüne ve de dakikası dakikasına planlanmış bir işbölümüne dayalı. Dolayısıyla bir kapitalistin başlıca arzusu, işçilerin uyum içinde çalışması, artı değer üretiminin devamına dair sorumluluk duygusunun oluşturulması, işyerinde ’’biz’’ duygusunun inşa edilmesidir. Aynı zamanda bu ’biz’’ duygusunun hakkını arama, örgütlenme gibi zeminlerde çalışmasını engellemek için de her bir kişinin diğerinden bir biçimiyle yalıtılması gerekir. Bu çelişkili durumu anlamak, gerçek kolektivizm ile sahte kolektiflikler arasındaki ayrımı görmekle mümkün.
Kapitalizmin Kolektifliğe İhtiyacı: Ford’un Piknikleri ve Ötesi
Kapitalizm, insanların kolektivite eğilim ve arzusunu, tarihsel derinliği olan bir aldatmacayla istismar eder. Henry Ford’un 1910’larda başlattığı “aile piknikleri”, bu aldatmacanın en erken ve en çarpıcı örneklerinden biridir. Ford, işçilerini ve ailelerini fabrika bahçesinde düzenlediği pikniklerde bir araya getirerek onlara “bir aile oldukları” hissini veriyordu. Ancak bu aile tablosu, fabrika kapısından içeri girildiğinde hızla dağılıyordu. İşçiler, makinaların başında tecrit edilmiş bir şekilde çalışmaya devam ediyor, ürettikleri metaların yarattığı artı değerden ise ancak çok küçük bir pay alabiliyorlardı.
Günümüzde ise bu strateji çok daha incelikli biçimlerde karşımıza çıkıyor. Şirketlerin “takım ruhu” nutukları, çalışanlarına sundukları sosyal alanlar, kurumsal gönüllülük projeleri, hatta çalışan hisse planları… Hepsi, kolektif olma isteğimizi ve çabamızı istismar eden araçlar olarak işlev görüyor. Performans değerlendirme sistemleri, çalışanlar arasında rekabeti körüklerken bir yandan da “bir takım olduğumuz” yanılsaması yaratıyor, işçiler kimi zaman şirketten bahsederken “biz” derken buluyor kendini.
Şirketlerin motivasyon kampları, farklı bir “deneyim” adı altında parlatılırken işçinin dinlenme, farklı çevrelerle teması engelleniyor. Patronların sunduğu balonun içerisinde ve o dünyanın duygularına uygun bir yaşama zorlanıyor.
Bu sahte kolektifliklerin en tehlikeli yanı, gerçek dayanışma biçimlerini taklit etmesi ve böylece onları içi boşaltılmış birer gösteriye dönüştürmesidir. Oysa bizim kolektiflik çabamız çok daha derinlere uzanır. Kalabalık olmakla, iş bölümü yapmakla, masrafları paylaşmakla sınırlı değildir. Bizim için kolektif, aynı yöne bakan insanların yardımlaşma ve dayanışmayla bir arada durduğu, birlikte eyleyip birlikte tartıştığı bir yaşam ve eylem formudur. Üyeleri yoldaştır, çünkü ortak bir yolu yürürler.
Örgütlenme Diyalektiği: Hiyerarşi ve Yataylık Arasında
Kolektif yapılar söz konusu olduğunda, dikey ve yatay örgütlenme arasındaki gerilim hep gündemimizde olmuştur. Bu ikilemi aşmak için öncelikle her iki modelin de tarihsel bağlamını anlamamız gerekir.
Dikey örgütlenme modeli, sanayi devriminin katı iş bölümüne dayalı üretim süreçlerinden devralınmıştır. Bu modelin avantajları açıktır: Hızlı karar alır, net sorumluluk hatları çizer, eylemleri koordine etmeyi kolaylaştırır. Devrimci mücadele tarihinde, özellikle baskıcı rejimler altında, bu modelin hayatta kalma açısından kritik önemi olmuştur. Ancak bu modelin tehlikeleri de yok değildir. İktidarın belirli ellerde toplanması, karar alma süreçlerinin dar bir çevreyle sınırlanması, yeni üyelerin özneleşmesinin önüne geçebilir.
Yatay örgütlenme modeli ise 1960’ların yeni sol hareketleriyle birlikte yaygınlık kazanmış, özellikle Gezi direnişiyle birlikte Türkiye’de de denenmiştir. Forumlardaki o demokratik ruh, hepimizi sarıp sarmalamıştı. Herkesin söz hakkı olduğu, kararların ortaklaşa alındığı bu model, özgürleştirici bir potansiyel taşıyordu. Fikirlerin özgürce dolaşmına olanak sağlaması bakımından kişilerin özneleşmesine güçlü katkılar sunuyor. Ancak tecrübeler gösterdi ki, yatay örgütlenme modelinin de birtakım zorlukları var. Karar alma mekanizmalarının ağır işlemesi, sorumluluk dağılımındaki belirsizlikler, devamlılık sorunları… İlginçtir ki, yatay örgütlenmelerde bile görünmeyen hiyerarşiler ortaya çıkabiliyor. Tecrübeli olanların sözü daha fazla ağırlık kazanıyor. Sosyal becerileri yüksek olanlar ise daha çok görünür hâle geliyor.
İki biçimin de hem zayıf hem de güçlü yönleri vardır. Taktik ve stratejiler, zayıflıkların güçlendirilmesini kolaylaştırır. Bu nedenle örgütlenme modellerimizi düşünürken daha diyalektik bir yaklaşım geliştirmemiz gerektiği aşikâr.
Üçüncü Yol: Öncüler Topluluğu
Dikey örgütlenme biçimleri ve yatay örgütlenme biçimleri, yerine göre kullanılmaya devam edecek. Bunlar geçmişten bugüne toplumsal örgütlenmenin çeşitli biçimlerinde değişecek şekilde iş görmeye devam edecektir. Fakat kolektif yapımızı ve içindeki bireylerin kolektif kapasitesini geliştirmek, bireyler ve kolektif anlamında aşmayı sağlamak için “öncüler topluluğu” (ya da Kıvılcımlı’nın deyimiyle “Şefler Topluluğu”) kavramına daha çok eğilmemiz gerekiyor. Öncüler topluluğu, ne katı bir hiyerarşi ne de tamamen yatay bir yapıdır. Daha çok, kolektifin farklı alanlarında öncülük eden bireylerin oluşturduğu bir biçimdir. Özneleşme ve özneleştirme bu yapının kurulması için kilit kavramlardır.
Bu modelde öncülük statüye değil, emeğe ve beceriye dayanır. Örneğin, bir eylem planlamasında deneyimli olan biri, planlamaya öncülük ederken teorik çalışmalarda derinleşmiş başka biri, planı teorize etmede öne çıkabilir. Bu öncülükler geçicidir, görev bazlıdır ve her zaman kolektifin denetimine açıktır.
Öncüler topluluğu modeli, dikeylik ile yataylık arasında diyalektik bir sentez sunar. Bir yandan hızlı karar almayı ve uzmanlaşmayı mümkün kılarken, diğer yandan gücün tek elde toplanmasını engeller. En önemlisi, bu model kolektif içindeki öğrenme süreçlerini destekler. Tecrübeli üyeler, bilgi ve deneyimlerini yeni üyelere aktarırken; yeni üyeler de taze bakış açılarıyla kolektifi yenileme potansiyeli taşır.
Ütopyanın Somutluğu: Umudu Nasıl Besleriz?
“Umudu dürt umutsuzluğu yatıştır”[1]
Bizim kolektifliğimizin olmazsa olmazı ütopyadır. Ancak bu ütopya, “iyi düşün iyi olsun” gibi metafizik bir umuda değil, somut bir gelecek tasavvuruna dayanır. Gramsci’nin dediği gibi: “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.” Sistemin tüm çıplaklığını görmekle birlikte, onu aşacak bir iradeye sahip olmak…
“Umut” o tüylü yaratıktır-
Ruhta tüneyen-
Ve sözsüz bir ezgiyi-
Dilinden -hiç düşürmeyen-[2]
Kadın hareketinin “Geceler de bizim!” sloganı tam da bu umudu besliyor. Bu slogan, sadece sokakları değil, içimize işlemiş o görünmez korku duvarlarını da yıkmayı hedefliyor. Sistemin bize dayattığı “bireysel başarı” hikayelerine karşı, kolektif bir direnişin mümkün olduğunu haykırıyor.
Ütopyamızın gerçek hayatta karşılık için küçük ama anlamlı adımlar atmalıyız. Ütopyamızı gündelik hayatın içine taşımanın, somut bir gelecek hayali etrafında kenetlenmenin ve bu hayali birlikte inşa etmenin yollarını bulmalıyız. Örneğin bir mahalle komünü kurmak, bir dayanışma ağı örmek, bir üretim kooperatifi oluşturmak, yeni arkadaşları kolektife dahil etmek…
Kolektifin İç Dünyası: Eleştiri, Hata ve Dönüşüm
Kolektif yapıların en zorlu sınavlarından biri, hatalarla ve eksiklerle nasıl yüzleştiğimizdir. Sonuçta yapıdaki kişilerin sayısı ve yapılan çalışmalar arttıkça çokça hata yapılacaktır. Belki bu hataların değerlendirilmesi sırasında, içerik ve biçim açısından yeni hatalar da ortaya çıkabilir. Bunlar ilk bakışta basit görünebilir, ancak zamanla yıkıcı iletişim problemlerine, belki de adına yoldaşlaşma problemi diyebileceğimiz türden sorunlar dönüşebilir. Fakat devrimci bir kolektif yapı, hataları öğrenme, dönüşme ve aşma fırsatı olarak görebilmelidir.
İyi tanımlanmış eleştiri sözün gücünü, ağırlığını taşır. Genelleyen, hatayı çok genel kalıplar içinde ele alan eleştiriler bir aşınma yaratacağından dikkatli olmak gerekir. “Güvenli eleştiri” ortamı oluşturma ihtiyacı bu noktada devreye girer. Eleştiri somut ve dönüştürücü olmalı, kişiye değil pratiğe yönelik olmalıdır. Bir yandan “sobayı ellememek” konusunda uyarı yapmak gerekirken, bir yandan da yeni yoldaşlarımızın kendi deneyimlerini yaşayarak öğrenmesine de alan açmalıyız. Bu ince diyalektik denge, kolektif yaşamın sürekliliği açısından hayati önem taşır. Tecrübeli üyelerin rolü bu noktada kritiktir. Onlar, bir yandan bilgi ve deneyimlerini aktarırken, diğer yandan yeni üyelerin öğrenme süreçlerine alan açmalıdır.
İçe Dönük
Pedagoji, yani eğitimbilim, paid (çocuk) kökünden geldiği için çocuk eğitimi hakkında düşünme olarak tanımlanırdı. Ancak 20.yy.’da gelişen pedagoji kuramlarıyla beraber pedagojinin yalnızca çocukları değil, yetişkinleri de ilgilendiren bir bilim olduğu bakışı öne çıktı. Beraberinde, insanın her ediminin pedagojik bir tarafı olduğu bakışı yaygınlaştı ve toplulukların, örgütlenmenin bir yöntemi olarak pedagojiye dair kafa yorması önemli hâle geldi.
Pedagoji evrensel, mutlak bir yasa değildir. Her felsefi düşünüş, her ideoloji eğitime dair farklı şeyler söyler. Dolayısıyla bugünü kuran, geleceğe bakan her fikrin, her sosyal hareketin diğerlerinden ayrışan bir pedagojisi vardır.[3]
Kolektif, yürüttüğü tartışmalar ve iç eğitimleriyle, onu oluşturan kişilerin aynı zamanda okuludur. Pratikliği ve devamlılığının mümkünlüğüyle de dışarıdan bakılan ve komünal bir yaşamın olanaklılığını gösteren bir kutup yıldızıdır.
Bu başlık altında kolektifin pedagojisini oluşturan, ilişkileri düzenleyen, kolektifin parçası olan bireyin özneleşme, özgürleşme mücadelesini, dayanışmayı, idrak edimlerini, kolektifin praksisini doğrudan etkileyen bazı kavramlardan ve ilkelerden söz edeceğiz. Kavramlar ve ilkeler bizde donuk, tepeden belirlenen şeyler olmadıkları gibi günün ve çağın anlam dünyasından ayrı düşünemeyiz. Yaşayan ilkeler kolektife, değişimle harmanlama imkânı tanır. Sınırlar kolektifi, yapıları ve kişileri korur; anlamların iç içe geçip zihinleri bulandırmasının önüne geçer.
Disiplin bu kavramlardan ilki. MEB tedrisatından geçen bizler için disiplinin, güçlü bir “aşırı itaat” çağrışımı var. Özellikle son birkaç on yıldır adını dahi duymak istemediğimiz bir kavram haline geldi. Oysaki disiplin kolektifler içinde kişinin kendisinin ve ortak alanların inşasının temel yapı taşıdır. İç disiplinin özgüveni, dış disiplinin gücü ile bireyler ortak üretimleri nakış gibi işlerler. İç disiplin kişinin sınırlarını, becerilerini tanımasını sağlar. Kendi kapasitesini tanıyarak ve geliştirerek eyleme gücünü bir çekirdek gibi kendi içinde oluşturur. Yapabilme, eyleyebilme gücü ise zorlanmayla artar, bunun için de dışarıdan içeriyi disipline edebilen bir güce -kolektifin gücüne- her zaman ihtiyacımız vardır. İç-dış diyalektiği durmaksızın işleyerek kolektife güç verir. Sorumluluk almayı kolaylaştırır, kişiyi istekli hale getirir.
Sorumluluk almanın zamanla en çok kazandırdığı şey inisiyatif almadır. İnisiyatif almak, hem örgütsel hem de bireysel kritik eşikleri geçmeyi sağlar. Gözlem, özgüven ve cesaretle alınan inisiyatifler ön açıcı; bununla oluşan tecrübe ise kolektif için yol gösterici olur.
Kolektif gücünü en çok edimden alıyorsa o halde hata yapmak kaçınılmaz. Kolektifin hatalarla baş etme, öğrenme biçimi, içerisinde bazı potansiyeller taşır. Ortak aklı çalıştırma, eleştiri, özeleştiri gibi kolektifin olmazsa olmazları otomatik olarak devreye girer. Her biri içerisinde farklı basamaklar barındıran sekmeler açılır. İdrak oluşumunun doğal bir sonucu olan özeleştiri ise Paulo Freire’nin meşhur kavramı conscientizaçao’yu (eleştirel bilinç) açığa çıkarabileceğinden içerisinde bir cevher taşır. Kişi, özeleştiride hatasını telafi etme derdine düşmez, kendisini hataya götüren ve hatayı yaptıran süreçleri ayrıştırır ve kendini eleştirel bir mesafeden değerlendirir. Hatanın tekrarlanmaması, eleştirel bilincin derinliğini ve varlığını güçlendirir; kolektif öğrenmeyi sağlar. Özeleştirinin özneleşmeye katkısı yüksektir. Öğrenen insan, öğrenen örgüte kapı açar; tıpkı öğrenen örgütün, öğrenen insana araladığı kapı gibi. Ve elbette kolektifler tecrübe eder ki bazıları hatalarından hiç ders almaz.
Kolektifin pedagojisi hep bir devinim halindedir. Öğrenir ilerler, hata yapar geri düşer, hata yapar başka bir forma geçer. Durmaksızın devinen bir yapının kişileri ortak bir ütopya birleştirirken özellikle gündelik hayatı kolaylaştıran, ideolojik ortaklığa omuz veren ise ahenktir. Bu devinimin, salınımın, akışın nabzı o yapının iç huzuruyla atar. Özellikle bazı sıkışık eşiklerde ortaya çıkan dedikodu, haset, yalan gibi zehirlere karşı örgütün katı, yapıyı önceleyen koruma kalkanları devreye girmelidir. Örgütler, kişisel zafiyetlere karşı korunması gereken yerlerdir ve elbette aynı anda da iktidarın tek elde toplanmasına, öncü kişilerin topluluğun varlığıyla özdeşleşmesine karşı önlemler de içermelidir.
Elbette kolektif bir yapının içinde olmak, kolektif bilincin hemencecik içselleştirildiği anlamına gelmiyor fakat bu amaca dair bir niyeti, yola çıkışı ifade ediyor. Yani bir kolektifin içine dahil olan kişi aynı zamanda mevcut düzenin içerisinde inşa olmuş zaaflarını ve sistem entegrasyonuyla da mücadele etmeye dair devinmeye başlıyor. Mevcut düzenin tüketici hazzı karşısında yeni mutluluklar, hazlar koymaya çalışıyor, beğenileri değişiyor. Çocukluktan yetişkinliği sürekli başka kişilerle kıyaslanan, sınav sürekliliği içerisinde sıra arkadaşlarıyla rakip haline getirilen, işyerinde yanı başında çalışan kişinin ayağını kaydırma dürtüsü zerk edilen kişi, nasıl olacak da diğer kişilerle yarışmadan yoldaşlık inşa edecek? Yine mevcut düzenin insanlarda oluşturduğu en köleleştirici kültür unsurlarından biri olan kariyerizm ile nasıl baş edecek, nasıl anonimleşecek? Nasıl olacak da hem özne, yani her şey olacak ve aynı anda nasıl olacak da başkalarını özneleştirebilecek, kendini ve başkalarını özgürleştirebilecek ve hiçbir şey olabilecek? İşte bu gerçek bir problem ve bu yazıyı yazanlar da okuyanlar da bu durumdan azade değil. Kolektife dahil olmak sadece bir başlangıç, kolektif devindikçe kişiler de devinmek zorunda. Devrimci bir kolektifin parçası olan kişi, mevcut düzenin kültüründen getirdikleri ile yeni dünyayı kurma mücadelesinin kültürü arasında çelişkiler yaşayacaktır. İşte burada ihtiyaç olan şey, sistem ile zihnen kopuşun sağlanmasıdır. Kolektifin gücü bu zihinsel kopuşu, bireyin kolektif pratiğine dönüştürebilme potansiyelidir.
Kolektif ve bireyin arasındaki bu bir yanıyla geliştirici, bir yanıyla çekişmeli ilişkinin olumlu düzeyde bir gerilimle ilerlemesi ve uzun bir zamana yayılması gerekir. Uzun erimliliği sağlamak için sabır ne kadar önemliyse, bu uzun erimin içerisinde emek verirken yoldaşlara ve kolektife olan güven, belli düzeyde ortaya konan fedakarlıklar da kolektif içerisinde bir emek-güven hukukunu oluşturmak, inşa etmek için önemlidir.
Birer Birer ve Hep Beraber: Diyalektik Kolektivite
Hikmet Kıvılcımlı, örgütlenme konusunda yazdıklarında önemli bir uyarı yapıyor. Birey ve kolektifin farklılığını unutup ikisini aynıymış gibi ya da aynı olması gerekiyormuş gibi ele almaktan kaçınmalıyız. Öte yandan ikisini birbirinden tecrit etmek de bireyi ya da kolektifi dondurmak, aradaki canlı ilişkiyi ortadan kaldırmaktır. Devrimci bir kolektivite için birey ve kolektifin ilişkisini, diyalektik şekilde ele alabilmeli; yani bu ikisi arasında başka bir düzlemi var edebilmeliyiz.Şüphesiz ki bu diyalektik, incelikli bir diyalektik olacaktır. Nâzım’ın dizelerindeki o ipekli kumaş, hiç bitmeyen bir dokuma sürecinin ürünüdür. İplikler kopabilir, desenler bozulabilir, ama önemli olan tezgâhın başından ayrılmamaktır. Çünkü biliyoruz ki bazen “birer birer” kırılsak da, “hep beraber” yeniden örebiliriz kendimizi. Ben’in çaresi isabetli bir Biz kurmaktır. Biz’in yapması gereken de Ben’lerin farklılıklarını Biz’deki çeşitliliğe, ortaklıklarını da Biz’in kararlılığına dönüştürmesi olacaktır.
Bugün dünyanın dört bir yanında filizlenen yeni kolektif deneyimler -mahalle komünlerinden kadın dayanışma ağlarına, işçi kooperatiflerinden ekolojik yaşam kolektiflerine kadar- bu şiirin yeni mısralarını yazıyor. Rojava’daki kadın komünleri, Latin Amerika’daki yerli halkların özyönetim deneyimleri, Avrupa’daki işgal evleri… Hepsi, kolektif yaşamın farklı tezahürleri.
Bizim parti çalışmamız ve parti paradigmasıyla örgütlenen alan çalışmaları da birer kolektif çalışmadır. Aynı yöne bakan ve çeşitli biçimlerde, başka başka patikalardan gelerek birlikte, kol kola kenetlenip yürüyenlerin topluluğudur. Dolayısıyla yukarıda kolektivizme dair ele aldığımız tüm kavram ve tartışmalar bu pratikte yıkanıyor ve yıkanmaya devam etmelidir. Nazım şiirlerinin bir özelliği de başlığa aldığımız satır gibi “birer birer ve -aynı zamanda- hep beraber” söylenmesidir. Uzun bir şiir okuyordur birisi, sonra satır geldiğinde hep bir ağızdan söylenir: Akın var akın, güneşe akın, güneşi zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakın. Belli ki gelecekten gelen şiirlerdir devrimci kolektiflere ruhunu veren ve şimdileri karanlıkta da olsa dövüşenlerin, ortak gözleri vardır kolektifi kolektif yapan ve işte onun için her devrimci buluşmada hep bir ağızdan söylenir ve söylenmelidir: Biz bu karanlık yolun sonunda doğacak güneşi görüyoruz.
[1] Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri
[2] Emily Dickinson, Aşk Yaşamdan Önce Gelir, Oğlak Yayıncılık, 2011, sf. 59, çev. Dost Körpe
[3] https://elyazmalari.com/2024/06/06/ozgurlugun-pesinde-devinen-bilinc-ezilenlerin-pedagojisi-kolektif/

