El Yazmaları’nın Notu: Yayın kurulu üyemiz ve yazarımız Efecan Özcan tarafından yazılan, 22 Nisan’da Cammu Keşmir’de yaşanan patlama sonrasında Hindistan – Pakistan arasında gelişen savaş durumunu tarihsel bağlamıyla ele alan bu makaleyi üç bölüm halinde sunmayı uygun gördük. Yazının birinci bölümünde iki ülke ilişkilerinin emperyalizm ile tarihsel bağları ve Keşmir özelinde ulusal sorun incelenmektedir. Yazının bu bölümünde ise milliyetçilik ve dincilik üzerinden şekillenen ideolojilerin ve nükleer silah sahipliğinin sınıf üzerine etkileri incelenmektedir. Üçüncü ve son bölümde şiddetlenecek yeni ve dördüncü bir savaştan nasıl dönüldüğüne ve küresel emperyalist hegemonya mücadelesine karşın halkların sınırları aşan devrimci pratiklerinin önemine ilişkin bir perspektif geliştirilmektedir.
Milliyetçilik ve Dincilik: Hegemonya Mücadelesi mi, Emekçi Halkların Tuzaklanması mı?
Hindistan ve Pakistan arasındaki tarihsel ve güncel çelişkiler, yüzeyde milliyetçilik ve dinsel kimlikler üzerinden şekilleniyor gibi görünse de bu ideolojik yapıların altında yatan asıl dinamik, egemen sınıfların halk üzerindeki tahakkümünü sürdürme arzusudur. Bu iki devletin de siyasal elitleri, milliyetçiliği ve dinî söylemleri yalnızca bir kimlik sorunu olarak değil, sınıfsal çelişkileri bastırmanın, emekçi halkları kendi çıkarlarına tabi kılmanın ve sistem içi çürümeyi maskelemenin bir aracı olarak kullanıyor. Dolayısıyla hem Hindistan’da yükselen Hindu milliyetçiliği hem de Pakistan’da süregiden İslamcı ideolojik hegemonya, egemen sınıfların kendi burjuva iktidarlarını tahkim etme projeleridir.
Hindistan’da özellikle 2014 sonrası Narendra Modi liderliğindeki Hindutva ideolojisi, yalnızca Müslüman azınlıklara karşı değil, aynı zamanda seküler anayasal düzenin tüm kurumlarına karşı bir saldırı dalgasını beraberinde getirmiştir. Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS) gibi faşizan örgütlerin etkisiyle biçimlenen bu ideoloji, Hindu halkının tarihsel mağduriyet duygusunu kışkırtarak sınıfsal öfkeyi dinî nefret söylemleriyle manipüle ediyor. Örneğin, ekonomik krizin derinleştiği, işsizliğin ve enflasyonun arttığı dönemlerde Müslümanlara karşı linç kampanyalarının yoğunlaşması, bu politik manipülasyonun bilinçli bir strateji olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda milliyetçilik, ezilen sınıfların kendi gerçek düşmanlarına —yani kapitalist sömürü düzenine ve onun temsilcilerine— yönelmesini engelleyen ideolojik bir sis perdesi işlevi görür.
Pakistan’da ise dincilik, doğrudan devletin kurucu ideolojisine içkin bir yapıdadır. 1947’de “Müslümanların devleti” olarak inşa edilen Pakistan, bu dinî kimliği birleştirici bir unsur gibi sunmuşsa da, aslında bu söylem, çok uluslu bir devletin iç çelişkilerini bastırmak için kullanılmıştır. Beluciler, Sindhiler, Paştunlar ve Pencaplılar gibi farklı etnik grupların talepleri bu “İslamî birlik” söylemiyle bastırılmış, merkeziyetçi bir devlet aygıtı yaratılmıştır. Öte yandan, dinin devletle bütünleşmesi; eğitim, hukuk ve kadın hakları gibi alanlarda gericiliğin kurumsallaşmasına yol açmış; medreseler ve İslamcı örgütler aracılığıyla halkın bilinç düzeyi sistematik biçimde kontrol altına alınmıştır. Bu durum hem dinî bir elitin hem de askerî-bürokratik yapının halk üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmıştır.
Her iki ülkede de milliyetçilik ve dincilik, hegemonya kurma mücadelesi olarak değil, emekçi halkların taleplerini boğmak için kullanılan baskı araçları olarak işlev görüyor. Emperyalist sistemin de bu ideolojik hegemonya biçimleriyle bir çelişkisi yoktur —aksine, bu araçlar emperyalizmin bölgedeki hâkimiyetini sürdürmesine katkı sağlar. ABD, Çin ve Körfez ülkeleri gibi aktörler, Hindistan ve Pakistan’daki rejimlerle ekonomik, askerî ve stratejik ittifaklar geliştirirken, bu rejimlerin içerideki baskıcı politikalarını görmezden gelir. Örneğin, Hindistan’ın Keşmir’de uyguladığı baskılar ya da Pakistan’ın Belucistan’daki operasyonları, “terörle mücadele” ya da “ulusal birlik” gibi kavramlarla meşrulaştırılıyor ve emperyalist sermaye bu otoriter düzenlerden rahatsızlık duymuyor.
Milliyetçiliğin ve dinciliğin emekçi halklar açısından en tehlikeli yanı, bu ideolojilerin sınıf çelişkilerini görünmez kılmasıdır. Hindistan’daki işçi grevleri, çiftçi yürüyüşleri ve Dalit isyanları ya da Pakistan’daki sendikal direnişler ve kadın hareketleri, milliyetçi ve dinî söylemlerle bastırılmaya çalışılıyor; bu hareketler ya “ulusal güvenliğe tehdit” ya da “dine hakaret” olarak yaftalanıyor. Böylece halk, kendi sınıf çıkarları için örgütlenmek yerine, egemenlerin yarattığı düşman imgeleri etrafında birbirine düşürülerek sisteme entegre ediliyor.
Gerçek kurtuluşun yolu bu ideolojik kuşatmayı parçalamaktan geçiyor. Milliyetçilik ve dincilik, halkların birliğini değil, ayrışmasını ve tahakkümünü hedefler. Oysa bölgenin işçileri, köylüleri, kadınları ve gençleri; din, dil, ulus ve etnisite ayrımlarına rağmen aynı sömürü mekanizmasına maruz kalıyor. Bu nedenle çözüm, halkların milliyetçi ve dinî önyargılardan arınmış, sınıf temelli bir mücadele etrafında birleşmesiyle mümkündür. Enternasyonal dayanışma, Hindistan ve Pakistan’daki ilerici hareketlerin ortak bir cephede buluşmasını sağlayabilir. Ancak bu cephe, yalnızca kimliklerin değil, sınıf çıkarlarının da net biçimde ortaya konduğu bir çizgide şekillenmelidir.
Üç Savaş, Bir Nükleer Gerilim: Emperyalist Bloklar Arasında Sıkışma
1947 yılındaki bölünmenin ardından Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan üç büyük savaş (1947-48, 1965, 1971) ve sayısız sınır çatışması, yalnızca iki “bağımsız” devletin çıkar çatışması olarak değil, emperyalist sistemin Soğuk Savaş’tan günümüze uzanan tahakküm biçimlerinin bir yansıması olarak ele alınmalıdır. Bu çatışmalar, bölgenin tarihsel-siyasal kırılganlıkları kadar, emperyalist güçlerin müdahaleleriyle şekillenmiş; Hindistan ve Pakistan’ın dış politikaları, büyük oranda bu güçler arasındaki denge siyasetlerine göre biçimlenmiştir. Bu durum, her iki ülkeyi de tarihsel olarak “bağımsız” gibi görünse de ekonomik, siyasî ve stratejik olarak emperyalist bloklar arasında sıkışmış yarı-sömürge yapılar haline getirmiştir.[1]
İlk savaş (1947-1948), Pakistan’ın Keşmir üzerindeki hak iddialarını silahlı yolla gerçekleştirmeye çalıştığı ve Hindistan’ın buna karşılık verdiği bir çatışma gibi sunulsa da gerçekte bu savaşın gelişiminde Britanya İmparatorluğu’nun kalıntı yapılarının büyük etkisi olmuştur. İngiliz subaylarının her iki ülke ordusunda danışman olarak görev yapması, silahlandırma süreçlerinin İngiltere merkezli yürütülmesi ve bölünmenin aceleyle uygulanması, bu savaşın yalnızca iç dinamiklerle açıklanamayacağını ortaya koyuyor.[2] Buradaki temel gerçek, emperyalizmin “böl-parçala-yönet” stratejisinin askerî bir biçim almasıdır.
1965 Savaşı, Soğuk Savaş’ın sertleştiği bir dönemde gerçekleşmiş; Sovyetler Birliği’nin Hindistan’ı, ABD ve Çin’in ise Pakistan’ı desteklediği bir ikili kutuplaşma içinde yaşanmıştır. Bu dönemde ABD’nin “CENTO” ve “SEATO” üzerinden Pakistan’la kurduğu ilişkiler, Pakistan’ı Batı blokunun taşeronu haline getirmiştir.[3] Benzer biçimde Hindistan, silah alımlarını Sovyetler üzerinden gerçekleştirmiş, buna rağmen “bağlantısızlık” politikasını ilan etmiştir. Ancak bu “bağlantısızlık”, çoğu zaman Hindistan’ın sermaye sınıflarının pragmatik çıkarlarıyla sınırlı kalmış, gerçekte ekonomik olarak Batılı finans kuruluşlarına entegre bir pozisyon geliştirilmiştir. Bu savaşta, emekçi halkların yaşam alanları askerî stratejiye kurban edilirken, emperyalist blokların bölgedeki nüfuz mücadelesi daha da keskinleşmiştir.
1971 Savaşı ise emperyalist müdahalenin en çıplak biçimde açığa çıktığı örneklerden biridir. Doğu Pakistan’daki (bugünkü Bangladeş) halk ayaklanmasının bastırılması için Pakistan ordusunun yürüttüğü operasyonlar, on binlerce insanın katledilmesiyle sonuçlanmış; Hindistan ise bu süreci, insanî kriz bahanesiyle doğrudan askerî müdahale fırsatına dönüştürmüştür. Oysa gerçek neden, Pakistan’ın ikiye bölünerek zayıflatılması ve Hindistan’ın Güney Asya’daki liderlik pozisyonunu pekiştirmesidir. Bu savaşta ABD, Pakistan’a destek verirken Sovyetler Birliği Hindistan’ın arkasında durmuş; Nixon yönetimi, Hint Okyanusu’na donanma göndererek Sovyet etkisini sınırlamaya çalışmıştır.[4] Dolayısıyla bu savaş, yalnızca bir iç kriz değil, açık bir emperyalist rekabet alanı haline gelmiştir. Sonuç olarak ortaya çıkan “yeni devlet” Bangladeş, ilerici bir halk hareketinin ürünü olmaktan çok, bölgesel güçlerin ve emperyalist merkezlerin hesaplaşmasının sonucu olmuştur.
Bu üç savaşın ardından gelen nükleer silahlanma süreci ise, emperyalist sistemin yarattığı güvensizlik ortamının yapısal bir parçasıdır. Hindistan ve Pakistan, nükleer silahları yalnızca birbirine karşı değil, küresel sistemde bir “varlık gösterme” biçimi olarak geliştirmiştir. 1998’de her iki ülkenin nükleer denemeleri, bu stratejik sıkışmışlığın silahlı ve ideolojik dışavurumudur.[5] Her ne kadar bu denemeler “ulusal güvenlik” adına yapıldıysa da gerçekte bu silahlanma programları, emperyalist bloklarla daha derin ekonomik ve teknolojik entegrasyonun da anahtarı olmuştur. Örneğin, Hindistan’ın nükleer programı ABD ile yaptığı anlaşmalar sonucu meşruiyet kazanmış; Pakistan ise Çin’in teknolojik desteğiyle kendi nükleer altyapısını geliştirmiştir. Bu durum, her iki ülkenin de özne olmaktan çok, büyük güçlerin stratejik partneri konumuna sürüklendiğini gösteriyor.
Bugün geldiğimiz noktada, Hindistan ABD ile “QUAD” güvenlik iş birliği üzerinden Çin’i çevreleme politikalarına dahil olurken, Pakistan hem Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesine eklemlenmiş hem de Körfez monarşileri üzerinden Batı sermayesine bağımlı hale gelmiştir. Bu durum, her iki ülkenin de dış politikalarının emperyalist hesaplarla uyumlu hale geldiğini ve halkçı, bağımsız bir yönelimin yapısal olarak engellendiğini ortaya koyuyor.
Sonuç olarak, Hindistan-Pakistan arasında yaşanan üç büyük savaş ve ardından gelen nükleer gerilim, yalnızca bölgesel bir rekabetin sonucu değildir. Bu çatışmalar, emperyalist sistemin bölgeye dayattığı çıkar ilişkilerinin, askerî stratejilerin ve jeopolitik yeniden yapılanma süreçlerinin doğrudan ürünüdür. Emekçi halklar için bu savaşlar, sadece can kaybı değil; aynı zamanda demokratik hakların gaspı, ekonomik yıkım, militarizmin yükselişi ve milliyetçi manipülasyonların hâkimiyeti anlamına gelmiştir. Bu nedenle, gerçek bir barış ve halkların kardeşliği, ancak emperyalist bloklardan kopuşu hedefleyen, sınıf temelli devrimci bir mücadeleyle mümkün olabilir.
Nükleer Gerçeklik ve Emekçi Sınıfların Tehdit Altındaki Geleceği
Hindistan ve Pakistan arasındaki tarihsel düşmanlık, yalnızca konvansiyonel savaş tehditleriyle sınırlı kalmamış, 1998 yılında her iki ülkenin gerçekleştirdiği nükleer denemelerle birlikte bölgeyi kalıcı bir nükleer kriz coğrafyasına dönüştürmüştür. Hindistan’ın “Pokhran-II” ve Pakistan’ın “Chagai-I” adıyla yürüttüğü nükleer testler, emperyalist sistemin çifte standardıyla teşvik edilmiştir. Bu iki ülkenin de nükleer silah kapasitesi, emperyalist sistemde bir tür “saygınlık” ve “denge” aracı gibi sunulsa da gerçekte bu silahlanma, en çok emekçi sınıfların yaşamını ve geleceğini tehdit eden bir boyuta sahiptir.
Ancak asıl mesele, bu silahların varlığının en çok kimleri tehdit ettiği sorusudur. Nükleer savaş tehdidi, kâğıt üzerinde “devletler arası” bir çatışma gibi görünse de pratikte bu savaşların ilk ve en ağır bedelini her zaman emekçi halklar öder. Bir nükleer çatışma senaryosu, sadece Hindistan ve Pakistan’da değil, tüm Güney Asya’da —hatta Asya’nın geri kalanında da— milyonlarca insanın hayatını, yaşam koşullarını ve doğayı geri dönülmez biçimde yok edecektir. Bilim insanları, Hindistan-Pakistan arasında yaşanacak sınırlı bir nükleer savaşın dahi 1 ila 2 milyar insanı kıtlık, radyasyon ve iklim etkileriyle karşı karşıya bırakacağını belirtiyor.[6]
Bu felaket olasılığı, yalnızca olası bir savaş durumunda değil, silahlanma süreçlerinin kendisinde de halkların yaşamına tehdit üretir. Hindistan ve Pakistan’daki nükleer programlar, kamu bütçelerinden milyarlarca doların silah üretimine aktarılması anlamına geliyor. Bu kaynaklar eğitim, sağlık, konut ve altyapı gibi temel insanî ihtiyaçlara ayrılmak yerine, emperyalist sistemin onayladığı “nükleer prestij” uğruna harcanıyor. Örneğin, Hindistan 2024-2025 savunma bütçesinde 85 milyar doların üzerinde bir kaynak ayırmış, Pakistan ise tüm ekonomik krize rağmen askerî harcamalara öncelik vermiştir. Oysa aynı ülkelerde çocuk ölümleri, kadınların eğitime erişememesi, işsizlik oranları ve yoksulluk oranları dünya ortalamasının çok üzerindedir. Nükleer silahlanma, işçi sınıfı için hem doğrudan bir yaşam tehdidi hem de dolaylı bir yapısal yoksulluk aracıdır.
Nükleer silahların “caydırıcı” olduğu tezi, burjuva devletlerin kendi halklarına sunduğu bir meşrulaştırma aracıdır. Fakat bu caydırıcılığın içinde sürekli bir savaş tehdidi, istikrarsızlık ve militarist hegemonyanın normalleştirilmesi yatıyor. Bu da emekçi halklar için sürekli bir güvenlik paranoyası, sansür, militarist ideoloji ve devlet şiddeti anlamına gelir. Örneğin, Keşmir gibi askerî olarak militarize edilmiş bölgelerde, nükleer tehdit sadece silahların varlığıyla değil, askerî varlığın günlük hayata yayılmasıyla da hissedilir hale gelir. Keşmirli halk için nükleer tehdit; savaş uçaklarının gökyüzünü kaplaması, kontrol noktalarının gündelik yaşamı kısıtlaması ve militarist politikaların yaşamın her alanına sirayet etmesidir.
Ayrıca nükleer silahların varlığı, devrimci hareketleri bastırmak, sınıf mücadelesini zayıflatmak ve antidemokratik yönetim biçimlerini tahkim etmek için bir araç haline getirilmiştir. “Nükleer güç” olmanın verdiği “ulusal güvenlik” kisvesi altında, Hindistan’da Naksalit direnişi ya da Pakistan’da sendikal ve seküler direnişler baskı altına alınıyor. Devletler, muhalefeti bastırmak için “güvenlik tehdidi” söylemini araçsallaştırıyor ve halkın militarizme itaatini sağlamak için korku politikaları üretiyor. Bu korku, sadece dış düşmana karşı değil, içerideki her tür sınıf bilincine karşı yönelim gösterir.
Bu çerçevede, nükleer gerçeklik, bir “ulusal gurur” meselesi değil; halkların geleceğine karşı kurulmuş sistematik bir tehdittir. Nükleer silahlanma; kapitalist-emperyalist sistemin doğasına içkin olan savaş ekonomisinin ve sürekli kriz üretme mekanizmasının mantıksal sonucudur. Savaş tehdidi, bu sistemin krizlerini yönetme aracıdır ve bu nedenle barış, ancak bu sistemin temelleriyle birlikte ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Hindistan, Pakistan ve tüm dünya halkları için nükleer silahsızlanma, yalnızca bir “ahlakî tercih” değil, devrimci bir zorunluluktur. Gerçek bir silahsızlanma, ancak halkların egemenliği, sınıf bilinci ve enternasyonal dayanışmayla mümkündür.
[1] Jalal, Ayesha. The State of Martial Rule: The Origins of Pakistan’s Political Economy of Defence. Cambridge University Press, 1990.
[2] Wolpert, Stanley. India and Pakistan: Continued Conflict or Cooperation? University of California Press, 2010.
[3] McGarr, Paul. The Cold War in South Asia: Britain, the United States and the Indian Subcontinent, 1945–1965. Cambridge University Press, 2013.
[4] Bass, Gary J. The Blood Telegram: Nixon, Kissinger, and a Forgotten Genocide. Knopf, 2013.
[5] Perkovich, George. India’s Nuclear Bomb: The Impact on Global Proliferation. University of California Press, 1999.
[6] Toon, O. B., Turco, R. P., Robock, A., Bardeen, C., Oman, L., and Stenchikov, G. L.: Atmospheric effects and societal consequences of regional scale nuclear conflicts and acts of individual nuclear terrorism, Atmos. Chem. Phys., 7, 1973–2002, https://doi.org/10.5194/acp-7-1973-2007, 2007.