“Artık bütün siyasi partiler Türkiye için vardır. Türkiye partisi olmak mecburiyetindedir. Türkiye’nin istikrarını bozmaya, kutuplaşmayı ortaya koyacak yanlışlardan kurtarılması lazımdır.” Kurban Bayramı mesajı böyle bitiyordu MHP lideri Devlet Bahçeli’nin. Ülkenin içine girdiği sonu belirsiz yolculukta Türkiye partisi mecburi bir yönmüş gibi ifade edilmiş olsa da önemli bir yol ayrımına gelmiş bulunuyoruz; neredeyse büyük bölümü inşa edilmiş bir rejimin kilit taşını yerleştirerek yapıyı bitirmek ile taş gediğine konmadan inşaatı yerle bir edecek yıkımı gerçekleştirmek arasında bir yol ayrımındayız.
Faşizme Doğru
Klasik faşist rejimlerden farklı olarak içinde bulunduğumuz dönemin faşizmi seçimleri de içererek yolunu yürüyor. Seçimlerin yapılıyor olması bu noktada tayin edici bir özellik olsa da sonuçlar açısından fiilen bir askıya alma durumu söz konusu. Yürütmenin merkezileşme düzeyi gittikçe artarken Erdoğan’ın yerel yönetimlere dair yeni bir düzenleme olarak belediyeleri merkezi yönetime bağlama çabası yerel seçimlerin sonuçları ne olursa olsun işlevinin yok edildiği anlamı taşıyor. Faşizm seçimlerin varlığının önemsizleştiği formüller üreterek özgün yürüyüşünü devam ettirmek istiyor.
Demokrasinin posasıyla yaratılan yanılsama kendine referans olarak tarihte sosyalizmin “nasyonal” takısıyla sahneye çıkışını almış gözüküyor. İşlevsizleşmiş bir demokrasi böylesi bir sistemde farklı partilere de gereksinim duymayacağı için tek bir parti bütün ihtiyacı giderecektir. İşte Bahçeli’nin Türkiye Partisi ile ifade etmeye çalıştığı şey tam da bu: Çok parti, tek siyaset! Yaklaşık seksen yıl sonra bugüne özgü tek partili bir siyasal sistem. İç cephenin tahakkümü ile ülkedeki pek çok şey gibi siyaset de merkezileştiriliyor.
Hukuk ve Anayasa
Diğer yandan devlette var olan kanunlar ile işleri yürüten bir “norm devleti” ve hukukun rafa kaldırılarak siyasal keyfiyete göre kararların alındığı “önlem devleti” olarak tanımlanan ve “ikili devlet” olarak adlandırılan süreç bir dönemdir gittikçe koyulaşarak hayatı kaplıyor. Yasalı ve hukuksuz her halükarda kaybeden halk oluyor. “Önlem devleti” Erdoğan’ın ve ona dayanan her kesimin yolunu açmak için hukuku rafa kaldırırken “norm devleti” günlük işleyişi sürdürecek kuralları iktidarı güçlendirecek biçimde organize ediyor. İktidarı güçlendirmek için kuralların illa ki siyasi hayatı etkilemesi de gerekmiyor. Basit bir trafik düzenlemesi bile bütçenin açıklarını kapatacak şekilde organize edilebiliyor. Hatta hayatı kolaylaştırması gereken bu düzenleme kendi halkına kurulan bir tuzağa bile dönüşebiliyor. Araba kullanırken bile faşizm sizi avlayabilir.
Bu “ikili devlet” durumunun meşruluğunu yaratmak için gerçeklerin çarpıtıldığı bir sisteme ihtiyaç duyuluyor. “Faşist propagandanın temelinde, kendi eylemlerini başkalarına yansıtmak suretiyle oluşturulan yalanlar yatıyor.“* Kendi azadeymiş gibi rakibini büyük bir yolsuzluk çetesi olarak göstererek alaşağı etmek bu durumu açıklayan en iyi örnek olsa gerek. Salt bu “yansıtma” işlevi için kurulan koca bir başkanlık ve merkez bulunuyor. Sözüm ona Dezenformasyonla Mücadele Merkezi olarak adlandırılan merkez, çağımızın en büyük sorunlarından biri olan gerçeğin çarpıtılmasıyla ancak rejimin çıkarlarını koruyacak şekilde mücadele ediyor. Oysa en son örneği İzmir BŞB işçilerinin çıktığı grevde de gördüğümüz üzere dezenformasyon her yerde!
Şimdi bu çerçevede Saray rejiminin fiilen sürdürdüğü durumun sözleşmesine ihtiyaç vardır. Anayasa tartışması bu anlamıyla iktidar güçleri tarafından yeni bir “toplum sözleşmesi” olarak değil, rejimin kurumsal varlığının sürekliliğini sağlayacak bir silah olarak ele alınıyor. Henüz ne olduğu belli olmayan “yeni anayasa”nın demokratik bir anayasa olmayacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok. İşte fırtınanın kopacağı yerlerden en önemlisi de burası. Yeni bir sözleşme ile dayatılacak faşizmin kurumsallaşmasının yolunu tıkayacak demokratik, halkçı bir sözleşme ihtiyacı hava kadar su kadar yaşamsal bir ihtiyaç olarak ortada duruyor.
Peki ya Demokratikleşme?
Darbe süreci ile birlikte seçimlerin geçerliliği ortadan kalkmışken “demokratikleşme” sandıktan çıkması imkansız bir hayale dönüştü. 19 Mart sonrası yapılan erken seçim çağrıları tutuklanan belediye başkanlarının İstanbul ile sınırlı kalmamasıyla beraber düğümün çözüleceği yer olarak meydanları işaret ediyor. Yani bu anlamıyla ikilem, eğer olursa (erken ya da geç) bir seçim ile değil seçimden sonrasında çözüme kavuşacak gibi gözüküyor.
Muhalefetin nabzını elinde tutmaya çalışan ve tarihsel rolü ile güncel durum arasına sıkışmış CHP’nin bu süreçten çıkabilmesi gittikçe imkansız hale geliyor. Belediyelerin ellerinden alınmasıyla başlayan sürecin partiye kayyum atanmasına varma ihtimali halen güçlü bir olasılık olarak ortada duruyor. Çıkış için en güçlü olasılık halkın alacağı inisiyatif ile mümkün gözüküyor. Nasıl ki 19 Mart’ta Özgür Özel’in darbeyi yasal zeminde karşılayarak kendilerinin yok olmasına üniversiteli gençler engel olduysa bugün de benzer bir şekilde halktan Özel’i meydanları boşaltmamaya itecek çıkışlara ihtiyaç var. Bu ihtiyaç CHP’nin bu sarsıntıyı yapma beklentisinden öte halkın hareketlenme potansiyellerini yok etme ihtimalinin olmasından dolayı hasıl oluyor. CHP’nin sokağa çıkma reflekslerinin çalışmadığı bilinen bir gerçek. 19 Mart sonrası Saraçhane’de biriken öfkeyi yurda yaymakta çok becerikli davranamayan CHP şimdilik canlılığı mitingler ile tutmaya çalışıyor ama faşizm mitingler ile yıkılabilir mi, koca bir soru işareti. Sanki demokratik yollarla bu gidiş değişebilirmiş gibi hareket eden liberal eksenli demokrasi mücadelesinin faşizme taşıdığı oksijenin kesintiye uğraması da halkın sokağa çıkmanın zengin ve kapsayıcı yollarını bulmasında yatıyor. Bahçeli’nin Türkiye partisi olarak seslendiği kesimlerin ilk sırasında da bu liberaller bulunuyor zaten.
Tam da bu süreç yukarıdaki soruyu gündeme getiriyor. Keza içinde bulunduğumuz durumdan basit düzenlemeler ve reformlarla çıkılacak dönem çoktan geçti. Böylesi bir sarsıntıyı ya halk güçleri yaratacak ve eskiye dair ne varsa yıkacak ya da sarsıntı hepimizi yerle bir edecek. 19 Mart darbesini yavaşlatan halkın gücü henüz böyle bir sarsıntıyı yaratacak nitelik taşımıyor. Faşizmin sonuçlarını bilmek ile faşizmi yıkmak aynı şey değildir. Bu görev sosyalistlerin omuzlarında. Fakat mevcut durumda sosyalist sol olarak organik bağlarımızı daha güçlü ve ustaca kurmaya ihtiyacımız var. Keza dünün faşist iktidarlarını yıkan sosyalist güçler bugün yok. 19 Mart hareketini işçilerin ve yoksulların ekmek mücadelesi ve Kürtlerin boyut değiştiren özgürlük mücadelesini demokratik cumhuriyet ekseninde bütünleştirmek; işte ustalık isteyen şey tam da budur! Bu aynı zamanda Bahçeli’nin Türkiye partisi ile yaratmak istediği illüzyonu da bozarak halkçı bir seçeneği de dayatacak olandır. Faşizme karşı demokratik bir devrim!
* Federico Finchelstein – Faşizme Heves Etmek