Mutlak Hegemonya Yoktur

Mutlak hegemonya yoktur, tarihin hiçbir zamanında herhangi bir öznenin mutlak hegemonyasından bahsedemeyiz. Sonsuza kadar süren hegemonya da yoktur. Devletler düzeyinde ise hegemonya, karmaşık etkenlerle ve bu etkenlerin birbiriyle olan ilişkileriyle el değiştirir/elde tutulur/şekillenir.

Dahası hegemonyayı sürdürmek gitgide pahalılaşan/ağırlaşan bir uğraşı/stratejidir. İç ve dış çelişkiler giderek artar, rakipler daha avantajlı hâle gelir. Bu böyle olmasaydı, binlerce yıl önce ilk kurulan hegemonik gücün liderliği devam ediyor olurdu.

Koca koca imparatorluklar dağılırken bu konuda bize her örnekte farklı, özgün hikâyeler bırakıp dağıldılar. Ama determinizme savrulmadan diyebiliriz ki neredeyse hep benzer bir örüntü var: kendilerini hegemonik güç yapan sebepler gün geliyor batışlarının sebebi oluyor.  Roma’nın en şaşaalı dönemi Pax Romana’nın ya da Osmanlı’nın Kanuni döneminin cilalarını biraz kazısak en parlak dönemlerine gelindiğinde, kendilerini yükselten sebeplerin nasıl zamanla iç çelişkiler hâline dönüştüğünü görebiliriz.

ABD’nin Yükselişi

1. ve 2. Paylaşım savaşları sırasında ABD, kendi coğrafyasında hiç savaşmadı. İç savaşının bittiği 1865’ten beri hızlı bir sermaye birikimi sürecini yaşıyordu. Dünyanın her yerinden çektiği göç sayesinde dinamik bir nüfusu vardı.

Zamanın hegemonu İngiltere’nin ise başı kendi emperyalizm modeliyle dertteydi. Neredeyse tüm sömürülen coğrafyalar antiemperyalist isyanlarla yanıyordu. Tüm sömürgelerine daha çok asker yığmak ve para harcamak zorunda kalmak demek, kârlılığın düşmesi demekti. Almanya gibi yeni rakipler güçleniyordu. Sovyetlerin kurulmasıyla da beraber, dünya halkları yeni (ve bağımsızlıkçı) arayışlar içerisine girmişti. Mal sattığı sömürgelerdeki pazarların kârlılığı yıldan yıla azalıyordu. İngiliz sermaye sınıfı, bu emperyal modelin sonunu, Churchill önderliğinde görüyordu.

 İngiliz burjuva politikasının 20. Yüzyıl’daki büyük başarılarından birinin; bir sonraki hegemonik güç adayıyla çatışmak yerine, iş birliği yaparak kendi politikasına uygun bir şekilde yükselmesinin önünü açmaktı diyebiliriz. Özellikle 2. Paylaşım savaşı sonrası kendi rüştünü ispatlayan ABD; kapitalist dünyanın zirvesine hızlıca çıktı. Ancak bu yetmez. “Rakip veya düşman güçlerin çatışmaya girmekten uzak durduğu ve bu sayede kendi kurallarını diğerlerine dayatabilmek” olarak tanımlayabileceğimiz hegemonyayı ele geçirmek o kadar kolay değildi.

Sovyet blokunu dize getirmeden bu hedef erişilemezdi. Yalnızca bunun için değil ama Sovyetleri de yenebilmek için şimdi geriye dönüp baktığımızda adına küreselleşme dedikleri; tüm dünyayı tek bir üretim-dolaşım-pazar alanı olarak biçimlendirmeye giriştiler. Bu ilişki şeklini birçok coğrafyada darbelerle, suikastlerle, ambargolarla dünya halklarına zorla kabul ettirdiler. NATO, BM ve Dünya Ticaret Örgütü’nü adım adım şekillendirerek, doğayı talana açma yoluyla daha hızlı ve çok sermaye birikiminin önünü açarak… gibi neoliberalizm diye özetleyebileceğimiz bir yola girildi. (tabi ki bu sürecin başka sebep ve sonuçları da var.)

Filistin’den Vietnam’a Filipinler’e Şili’ye İran’a Afganistan’a saldırmadıkları coğrafya katletmedikleri halk kalmadı. Neoliberalizm, ABD’nin hegemonyasını hem kazanmasının ana sebebiydi hem de uzun vadede kaybetmesinin ana sebebi olacak.

En sonunda1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması -1991 Sovyetlerin dağılması momentiyle beraber ABD, hegemonyasını ilan etti. Artık tarihin sonu gelmişti ve dünyanın jandarması onlardı.  Ancak bakışımlı olarak tüm bu süreç, bu ilişkilerin sonucu olarak Çin’i bu rekabet sahnesinde hızlıca yükseltmeye başladı. Ucuz iş gücünün, şartlara hızlı uyum sağlayan bir organizasyon yeteneğinin, kendi tarih ve ilişkilerinin de getirdiği özelliklerle Çin; ABD ve İngiltere’nin başını çektiği neoliberal dünyanın kurduğu kuralların avantajıyla bazı yıllarda %10’a varan büyüme oranlarını yakaladı.

ABD; askeri harcamalarını (sınırları dışında bilinen 750 adet askeri üssü var), kendi burjuvazisine geçtiği kıyakları, finans politikalarının doğurduğu borç yığınlarını ve daha nice çelişkisini her geçen gün arttırarak bu düzeni devam ettirdi evet ama bu durum sürdürülemezdi. Böyle olduğu önce 2008’de görünür hâle geldi. O zamanlarda başlayan “tek kutuplu dünya düzeni değişiyor mu?” tartışmalarını hatırlayalım.

Geçen 15 yılın ardına ABD müesses nizamı, Trump eliyle üretim kapasitesini Çin’e kaptırdığını ve böyle giderse hegemonik güç olmaktan itileceğini kabul etti. Tek sorun bu da değil. ABD sermayesinin bazı sektörleri büyük oranda Çin’de üretim yapıyor. Trump’ın vergi saldırıları karşısında Çin’in geri adım atmaması ABD sermayesi içerisinde ciddi bir kavga alanı.

Daha büyük bir sorun var: hem devletler hem halklar müthiş bir hızla altın biriktiriyorlar. 1971’de altın standardının terkedilmesi neoliberalleşmenin kurulmasının dolayısıyla ABD’nin hegemonlaşmasının ana şartlarından biriydi. ABD, doların karşılığını kendi “üretim kapasitesi” olarak belirledi. Böylece istediği kadar dolar basıp enflasyon bedelini tüm dünyada dolar kullanan herkese ödetti. Ve ama artık bu kantar bu ağırlığı kaldırmaz oldu. Bedelsiz para basıp krizini sürekli ötelemek ve bunu büyük oranda başkalarına ödetmek politikası herkesi tekrar altına yönlendirdi. Doların “küreselliği” gün geçtikçe eriyor.

“Deli” Trump’ın Orta Doğu’da “Vekil” Hegemonları

Eğer liberal olsaydık, sistemde bir çelişki olmadığını, Trump’ın öngörülemez ve alışılmadık hareket eden bir ABD başkanı olduğunu, tüm dünyada olduğu gibi Orta Doğu’da da haracını kesmeye çalıştığını söyleyip yastığa başımızı rahatça koyar uyurduk. Ancak gerçeklik hiçbir zaman görünüş değildir.

Trump, bulutsuz gök yüzünde çakan bir şimşek değil. Genelde kapitalizmin birikim krizinin, özelde ABD halkının gittikçe artan işsizliğinin, çürütülmüşlüğünün, ırkçılığının bir sonucu.

Trump, soğukkanlı bir emlakçı milyarderliğin ve ilk başkanlık döneminin getirdiği tecrübe birikimiyle hareket ediyor. Doların geçerliliğini gün gün kaybettiğini, dünya ticaretinin kendi kontrolünden çıktığını, hâlâ kontrol altında olan alt-emperyal devletlerin daha yönetmesi zor/saldırgan hâle geldiğini, hegemonyanın uzun vadede özelde ABD’den Çin’e daha geniş çerçevede NATO’dan BRICS’e geçme ihtimalinin yüksek olduğunu ve bir şeyler yapılmazsa bu ihtimalin kesinliğe döneceğini görüyor.

Kendi stratejisini bu zeminde kuruyor.

Alt emperyal devletlerle ve onların tek adamlarıyla her birinin özel şartları içerisinde kurulabilecek en iyi ilişkiyi kuruyor. Bu devletleri tamamen kaybetmektense onları kendi “vekil hegemonları” zemininde tutmaya çalışıyor.

İsrail, Türkiye, İran, Suriye, BAE, S. Arabistan… Bu güçlerin hepsiyle masaya oturuyor ve hepsine farklı farklı güç alanları ve avantajlar sunuyor. İlk bakışta hegemonyasını korumaya çalışan bir gücün ve temsilcisinin böyle davranması bir çelişki gibi görünebilir ama hayır, Trump pastayı büyütüyor ve yeni alanlar açıyor. Mesela Gazze’yi turizme açma planları var. Mesela Suriye’de Colani verilen görevleri başardıkça ona küçük bir ödül ve yeni görevler tevdi ediliyor. (Colani’nin yeni ve en büyük görevi Kürtlerle cihatçıları aynı orduda birleştirebilmek, böylece Kürtlerin demokratik atılımları yavaşlayacak, cihatçılar da dünyaya dağılıp baş ağrısı olmak yerine stabilize edilecek.)

İran’la bile bu çerçevede ilişki kuruyor ve eskisinden pek farklı şartlarda olmasa da nükleer anlaşmanın imzalanması bizi hiç şaşırtmayacak. Ama İran, hele hele İsrail’in bu kadar saldırgan olduğu bir dönemde büyük bir kazanım mı elde edecek? Tabi ki hayır, uluslararası yaptırımların hafifletilmesi en büyük kazancı olacak. Ve bu yaptırımların kaldırılmasından tabi ki ABD ticareti de kazanacak.

(İsrail’in İran’a son saldırısını, emperyalizmin tüm Orta Doğu’yu dizayn etme çabalarının vurucu gücü olmak, Siyonist saldırganlığını gidebildiği yere götürmek istemek yanında bu nükleer anlaşmayı ABD’nin istediği şartlarda ve hızda kabul ettirmeye ve alt hegemonya alanını genişletmeye çalışmak olarak da okuyabiliriz.)

İşte bize Trump’ın Orta Doğu politikasının özeti: Pek bir şey kaybetmeden, bölgedeki güçlerin güçlerine orantılı bir şekilde, birbirleriyle savaşmalarının da önünü alarak yeni “no mans land” alanlar yaratıp bu alanları paylaştırmak ve hegemonyasını tehdit edecek riskleri en aza indirgeyip Çin’e odaklanmak. Bu arada yalnızca kendi iç pazarını değil, sözünün geçtiği her coğrafyayı Çin mallarına kapatmaya çalışmak.

Örneğin Suriye’yi neoliberalizme açma yoluna yalnızca girmek bile az şey mi? Hem de cihatçıların eliyle. Bu koca coğrafyada hem siyonistleri hem de fetihçi neo-osmanlıcıları uzun bir süre doyuracak çok sektör var. Colani de bu pasta paylaşımını kolaylaştırmak için seçildi: Bir elinde Suriye Devleti’nin uzun bir süredir sahip olmadığı uluslararası kapitalist meşruiyet ve dolayısıyla “yatırım”ların akması şansı, bir elinde katliamcı selefi cihatçıların ipi var. Aslında cümleyi şöyle kurmak daha doğru olur: yerli ve yabancı cihatçılar eliyle Suriye’yi teslim aldılar, şimdi şekillendirmeye çalışıyorlar.

Trump’ın, Suriye özel temsilcisi olarak Thomas Barrack’ı seçmesi tesadüf değil. Barrack 1970’lerden beri Körfez Ülkeleri’nin hanedanlarıyla iyi ilişkiler kuran bir patron-diplomat. Colani eliyle Suriye’yi selefi-işbirlikçi bir koordinasyon altında yukarıda özetlediğimiz politikaya entegre etme çalışması yapacak.

Yabancı cihatçıların iskânı ve 84. Tümen’e entegresi meselesini hızlıca çözmeye girişmesi, SDG ile HTŞ’nin üçüncü kez masaya oturmaları Barrack’ın ilk icraatlerinden. Yolun temizlenmesi adına Alevi katliamı hiç yaşanmamış gibi davranılıyor. Her gün yaşanan insan kaçırma, tecavüz, yağma olayları vaka-ı adiye hâline geliyor. Ama bunlar çok önemli değil, önemli olan uluslararası şirketlerin gelebileceği ortamı hazırlamak. Bu arada müjde, Şam’da borsa açıldı.

Orta Doğu’da Riskler

Orta Doğu’da Trump’la anlaşan, dolayısıyla ABD hegemonyasını kabul eden her güç biraz daha alan kazanıyor. Bu bir süre daha böyle devam edecek gibi görünüyor ama “pax amerikan” cilasını biraz kazıdığımızda sonuçları felaket olabilecek çok fazla risk alanının varlığını görebiliyoruz.

Bu risk alanlarından biri Suriye gibi büyük bir kısmı laik olan halkın cihatçı tahakkümünde olması. Cihatçıların daha radikal olanları her an Colani’yi “tağut” ilan edip iç savaşı tekrar kızıştırabilirler. Katliamları kat be kat arttırabilirler. Bunun denemelerini defalarca yaptılar. Daiş hücreleri de yavaştan uyanmaya başladı.

Risk alanlarından bir diğeri, şu an rakip konumda hamleler yapan Siyonist İsrail ile Neo-osmanlıcı Türkiye’nin rekabetlerini kızıştırıp bölge halkını ateşe atabilecek olmaları. Diğer risk alanı İsrail’in İran’la tam teşekküllü bir savaş içerisine girebilecek olması.

Başka bir risk alanı, Filistinlilerin tamamen sürülüp Gazze’yi turizm merkezi hâline getirme planı. Bu plan tüm Orta Doğu’yu bile ateşe atacak kadar tehlikeli.

Bizi daha çok etkileyecek başka bir risk alanı daha var: Suriye’de SDG ile uzlaşma zemininden çatışma zeminine kayılması.

Tüm bu risk alanları, Trump’ın genel stratejisi içerisinde küçük hamleler gibi görünse de milyonların hayatı demek. Hem kapitalizmin birikim krizi hem ABD’nin hegemonya krizi ne yazık ki yine Orta Doğu’da kan dökmeye devam ediyor.

Yine de hegemonyanın bu zayıflamış hâli şu an görünürde pek olmasa da mücadelenin önündeki engelleri kaldıran bir temel nedendir. Orta Doğu tarihi, bu konuda çok zengin bir tarihtir.

Scroll to Top