Barış ne Yana Düşer?

Resmi tarih kitaplarında, tarihin nasıl yaşanacağını belirleyen yalnızca egemenler olarak sunulur. Oysa tarih hiçbir zaman egemenler açısından öyle dümdüz, pürüzsüz ve istenildiği gibi akmamıştır.

Ezilenler, yoksullar, dışarıda bırakılanlar tarihin içerisinde uyanmayı bekleyen fay hatları olarak yerini her daim alır.

Hiçbir siyasal süreç, tek bir öznenin hedefleri, niyetleri ve çıkarlarıyla şekillenemez. Şimdi bütün detaylarına hâkim olmadığımız müzakere sürecini de bu açıdan sadece iktidarın hedefleri ve amaçları doğrultusunda okumak diyalektiğin mantığına ters olur.

Öyleyse biz hâkim olduğumuz yerlerden yol alalım…

Tarih, Öngörü ve Mücadelenin Dinamiği

Kürt sorunu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapısını, toplumsal ilişkileri, siyasal gelişmeleri ve kültürel dokuyu doğrudan şekillendiren tarihsel ve yapısal bir mesele. Şimdi o sorunun muhatabı, Kürt halkının son isyanının öncüleri mücadeleyi başka bir evreye taşıyor. Yeniden yapılanma ve dönüşüm sadece bu kararı alanlarla sınırlı kalamaz; açılan yeni siyasal zemin, sınırları ve imkanlarıyla genişlemektedir.

Bugün siyasal erki elinde tutan ittifak, mevcut sürecin bütün parametrelerini belirleme kapasitesine sahip, her şeye kadir bir güç olmamakla birlikte, müzakereyi Erdoğan’ın geleceğini daimileştirecek ve kurmaya çalıştığı faşist rejimin son halini verecek şekilde ilerletmek istediği aşikâr.

Rejimin inşasının harcını oluşturan güvenlikçi politikada en ufak bir balans ayarı rejimin dengesini bozarak çatlakların oluşmasına yol açabilir. Bugün atılması gereken adımların hâlâ atılmamış olması, iktidarın bu çatlaklardan güçlenerek karşısındaki dinamikleri büyütme riskini göze almak istemediğini gösteriyor. Zira 19 Mart’tan bu yana halkın sokağa taşan talepleri, CHP’nin şimdilik tansiyonu düşürmemesi ve yoksulluğun giderek yıkıcılaşan etkileri, yeni bir mücadele kanalına doğru hareket ediyor.

Bu tabloya bakarak, iktidarın Kürt halkını beklentiye sokup oyalayarak, hatta belli ölçüde içererek muhalefeti felç etme ve halk mücadelesinin sönümlenmesini sağlama olasılığının tümüyle dışlandığını kimse iddia edemez.

Ancak tarihin yönünü belirleyen anlar, bin bir olasılık arasında mücadeleyle somutlaşan ve güç kazanan olasılıkların sonuçlanması değil midir?

“Öngörmek, mücadeleye hazırlanmak ve müdahale edebilmek için zorunludur; ama öngörü, sabit bir kader değil, müdahale için bir araçtır.” Gramsci’ye göre tarih kaçınılmaz biçimde ilerleyen bir süreç değil, toplumsal güçlerin mücadelesinin sonucudur.

Bu nedenle, mevcut gelişmeleri salt birer olasılık olarak görmek yerine, onları mücadeleyle şekillendirme imkânına odaklanmak gerekir. Tam da bu nedenle, öngörülerle yetinmek değil, müdahil olmak, mücadeleyi büyütmek ve toplumsal denklemi değiştirmek oldukça belirleyicidir.

Sosyalistlerin Barış Sürecindeki Rolü

Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesiyle iç içe geçen barış süreci, sosyalistlerin kontrolü tamamen savaşan taraflara bırakıp kendilerini sadece desteklemekle sınırlayabileceği bir gündem değildir.

Bu bağlamda, sosyalistlerin görevi yalnızca mevcut süreci desteklemek değil, sürece Kürt halkının mücadelesi lehine yön verecek bir hatta müdahil olmaktır. Bu nedenle, ulusal baskının ürettiği siyasal ve toplumsal eşitsizlikleri hedef alan, ezilenlerin ihtiyaçlarını merkeze alan bağımsız bir barış hattının inşası hayati önemdedir.

Barışın nasıl bir zeminde kurulacağı, en az onun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kadar önemlidir. Toplumsal tabandan yükselen güçlü ve süreklilik gösteren bir siyasal basınç yoksa, müzakere süreci büyük ölçüde iktidarın belirlediği sınırlar içinde şekillenecek; bu da Kürt hareketinin oluşturduğu politik birikimin sistem içinde eritilerek etkisizleştirilmesi riskini doğuracaktır.

İktidarın koyduğu parametreler ve niyetler ne olursa olsun, 19 Mart direnişi barış sürecinin en önemli toplumsal güvencelerinden biri olarak okunmalıdır. Bu direnişin yarattığı mücadele dinamikleri, sadece halktaki iktidar karşıtı kitlesel öfkenin ifadesi değil, aynı zamanda barışın toplumsal zeminini güçlendiren, iktidarın elini daraltan ve muhalefetin pozisyonunu yeniden tanımlamaya zorlayan bir işlev üstlenmiştir.

İktidarın, DEM Parti’yi hem sosyalist soldan hem de CHP’den izole ederek etkisizleştirme stratejisini sürdürdüğü bir ortamda, sosyalist solun bu yalnızlaştırma politikalarına karşı net ve kararlı bir duruş sergilemesi çok önemlidir. Bu duruş, sadece DEM Parti ile dayanışmayı değil, aynı zamanda barış ve demokrasi mücadelesinin ortak zeminini güçlendirmek anlamına gelir.

Sosyalist hareketin barış sürecine yaklaşımı, yukarıdan belirlenen sınırlara teslim olmayan, toplumsal taleplerle şekillenen bir mücadele programına dayanmalıdır. Emekçilerin insanca bir yaşam mücadelesi ile Kürt halkının özgürlük talebi arasında kurulan bu köprü, aynı zamanda yeni bir siyasal ufkun da inşasını mümkün kılacaktır.

Bu yeni ufkun gerçekliği, ancak bizlerin tarih sahnesine cesaretle atılmasıyla, yani kendimizi “tarihin akışına fırlatma cesareti”ni göstermesiyle şekillenecektir.

Scroll to Top