Kanal İstanbul: Sermayenin Yıkım Coğrafyası

Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve insanlar nihayet kendi gerçek yaşam koşulları ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.

— Karl Marx & Friedrich Engels, Komünist Manifesto

Giriş: Buharlaşan Gerçeklik

Marx’ın 177 yıl önce Komünist Manifestoda kurduğu bu cümle, bugün Türkiye’de, Kanal İstanbul projesinin çevresinde şekillenen dönüşümü açıklamak için yeniden dillendirilmeyi ve düşünülmeyi hak ediyor. Toprağı yerinden oynatan, suyun yönünü değiştiren, yaşam alanlarını haritalardan silip ihalelere konu etmeyi planlayan bir dönüşüm bu. Sermaye, kendine alan açmak için doğayı ve müşterekleri betonla örtüyor.

Haritada hâlâ bir hayalet; ama zihinlerimizde ilk anıldığı günden beri bir hendek açılmaya başladı bile. Sazlıdere’den Karadeniz’e kadar uzanacak. Tüm hıncıyla ormanların, tarlaların, suyun ve hayatların içinden geçecek. Projenin kendisi kadar onun hakkında kurulan anlatılar da kazıyor zihnimizdeki toprağı. Betondan önce tahayyülle açılıyor. Toprak önce masalarda parçalanıyor; reklamlarda, bakanların dilinde, göstermelik haritalarda. Ve en çok da halkımızın elinden alınmak istenen gelecekte…

Henüz kazılmamış bir kanalın yeri, uzun zamandır İstanbul’un zihinsel topoğrafyasında açık. Herkesin sezdiği, bildiği, takip ettiği bir hatta dönüştü. 2025 itibarıyla yine yeniden konuşulmaya başlanması bu yüzden şaşırtıcı değil. Toplumun gündeminden çıktığı sanıldığında bile bir gündem değiştirme çabası olarak devletin belleğinde rezerv plan olarak hep varlığını sürdürdü.

2025’in konjonktüründe bu proje ne yalnızca bir kalkınma hamlesi ne de basit bir mühendislik tasarımı olarak okunabilir. Geri dönüşü aynı zamanda siyasal iktidarın hem ekonomik hem de ideolojik kriz koşullarında yönünü yeniden tayin etmeye çalıştığının göstergesidir. Krizin sembolik ve toplumsal düzeyde yönetilmesi gereken bir şey olduğu bu koşullarda Kanal İstanbul gibi projeler, inşadan çok temsil niteliği taşır. Sermayenin yön tayin edemediği, siyasi kliklerin birbirine girdiği, toplumun ise giderek daha büyük bir yılgınlığa gömüldüğü anlarda; iktidar, meşruiyetini görünmeyen bir inşa vaadine, hayali bir altyapıya ve geri döndürülmüş projeye yaslar.

Hatırlayalım: Kanal İstanbul ilk kez 27 Nisan 2011 tarihinde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “çılgın proje” olarak kamuoyuna sunuldu. Henüz Gezi direnişi yaşanmamıştı, şehir planlamanın hâlâ kamu tartışmasının nesnesi olabildiği günlerdi. Projenin tanıtımı çevresel riskleri göz ardı ederken daha çok küresel sermayeye yapılan çağrılarla doluydu: İstanbul’un Panama ya da Süveyş gibi bir lojistik üsse dönüşmesi vaat ediliyordu. Deniz trafiği bahanesiyle kent küresel kapitalizme entegre edilecek bir yatırım adasına dönüştürülmek isteniyordu.

Başlangıçta teknik bir proje olarak sunulan bu plan kısa sürede ideolojik bir rejimin vitrini haline geldi. İstanbul’un topografyası üzerinden kurulan bu yeni hikâye aynı zamanda AKP’nin kent vizyonunun simgesiydi. Tartışmaya açılmadan ilan edilmişti. Bu haliyle Kanal İstanbul faşizmin kent düzlemindeki kurucu anlatısı oldu.

Zamanla, bu anlatı yıprandı. Projeye dair ÇED raporları yayımlandıkça; bilim insanlarının, meslek odalarının ve halkın eleştirileri görünür hale geldikçe, Kanal İstanbul teknik bir sorun olmaktan çıktı. Ekolojik yıkım, su krizleri, deprem riski, mülksüzleştirme, tarım alanlarının yok edilmesi artık kamuoyunun belleğinde daha çok yer edinmeye başladı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, çeşitli meslek odalarının ve yerel inisiyatiflerin oluşturduğu “Ya Kanal Ya İstanbul” Koordinasyonu gibi yapılar, projeyi bir direniş nesnesine dönüştürdü.

Ve belki de bu yüzden 2021 sonrası sessizlik geldi. Pandeminin, ekonomik krizin ve art arda gelen uluslararası krizlerin gölgesinde iktidar projeyi söylem düzeyinden çekti. Ama bu bir vazgeçiş değildi.

Süreç “parçalara bölünerek” ilerletildi: özel plan bölgeleri, sessizce yürütülen TOKİ ihaleleri, tapu değişiklikleri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın süreklilik arz eden plan tadilatları… Adı geri çekildi, ama izleri hiç silinmedi. Beton dökülmeden önce arsa satışı başladı; kanal kazılmadan önce mülkiyet el değiştirdi.

Kanal İstanbul bu anlamda ekonomik kırılganlıkların, siyasi tıkanmaların ve toplumsal yılgınlığın birleşim noktasında bir simgedir. Bu yüzden Kanal İstanbul’u tartışmak nasıl bir kentte, nasıl bir toplumda ve nasıl bir gelecekte yaşamak istediğimize dair bir direniş alanıdır. Ve bize dayatılan suskunluğa karşı hâlâ birlikte konuşabileceğimizi hatırlamaktır. Bu yazı tam da bu nedenle kaleme alındı.

Suyun Hafızası

Kanal İstanbul’un vaadi bir su yolu açmak. Ama hangi suyu, hangi bedelle, kimler için ve kimlerin hayatı pahasına taşıyacağını sormak zorundayız. Çünkü bu proje Karadeniz ile Marmara arasında yapay bir bağlantı kurarak suyun yönünü ve varlığını geri dönüşsüz biçimde kesintiye uğratmayı hedefliyor.

Ekolojik sonuçları itibarıyla tam bir yıkım hattı. Kazı sırasında çıkarılacak hafriyat, yeraltı su sistemlerini bozabilir. Kanalın yapay su hareketleri, yer kabuğunda farklı basınç dağılımlarına neden olarak deprem riskini artırabilir. Yer bilimciler bu konuda defalarca uyardı: Bu proje fay hatlarının gerilimini doğrudan etkileme potansiyeline sahip (TMMOB, 2021). İstanbul gibi deprem riskiyle her gün burun buruna yaşadığımız bir kentte böylesine büyük bir müdahale doğrudan yaşam güvenliği meselesidir.

Projenin güzergâhı üzerinde bulunan Sazlıdere ve Terkos barajları, İstanbul’un içme suyu ihtiyacının yaklaşık yüzde 13’ünü karşılayan kritik havzalar. Ancak ÇED raporlarında da ifade edildiği üzere Kanal İstanbul yüzünden bu iki barajdan biri doğrudan işlevini yitirebilir, diğeri ise su kalitesinde bozulmalar yaşayabilir. Aynı şekilde İSKİ’nin 2021 tarihli raporu, Kanal İstanbul’un gerçekleşmesi durumunda İstanbul’un yıllık içme suyu rezervinin yaklaşık 73 milyon m³’lük bir kayba uğrayacağını belirtiyor. (İSKİ, 2021)

Ama mesele yalnızca suyun azalması, barajların devre dışı kalması, göletlerin yön değiştirmesiyle de sınırlı değil. Suya biçtiğimiz anlam da değişiyor. Müşterek olarak akan, toprağa sızan, evlerin mutfaklarında, köylerin çeşmelerinde, tarlaların aralarında dolaşan suyun artık yalnızca bir yatırım aracı gibi hesaplanması. Mesele döngünün, ritmin, alışverişin, karşılıklılığın kopması. Yani doğayla kurduğumuz ilişkinin simetrisini kaybetmesi.

Bunu anlamakta John Bellamy Foster’ın Marx’a dayandırarak geliştirdiği “metabolik çatlak” (metabolic rift) kavramı işimize yarayabilir. Foster (1999), bu kavramla, kapitalizmin doğayı tahrip ederken aynı zamanda doğayla insan arasındaki çok katmanlı alışverişi, yani yaşamın kurucu ilişkisini de kırdığını söyler. İnsan doğayı dönüştürürken doğa da insanı dönüştürür. Kapitalizm ise bu simetrik akışı bozar, iki yönlü ilişkiden tek yönlü bir çıkarma ve tüketme süreci yaratır. Kanal İstanbul’un öngördüğü müdahale de bu çatlaktan yükselir. Suyu doğanın bir parçası olmaktan çıkarır, onu akacak bir metaya çevirir.

Bunun elbette sınıfsal ve mekânsal sonuçları var. İstanbul’da bazı semtler yaz aylarında hâlâ tankerle su beklerken Kanal İstanbul çevresinde yükselen lüks konut projeleri “kanal manzaralı akıllı daireler” vaat ediyor. Biri için su, bir yaşam hakkı bile olmaktan çıkmışken; diğeri için yatırım getirisinin bir parçası, lüksün ve prestijin estetik zemini. Metabolik çatlak burada sınıfsal bir nitelik kazanıyor. Suya erişim, artık sınıfla, gelirle ve mülkiyetle tanımlanan bir imtiyaz haline geliyor. Sınıfsal bir su rejimi oluşur.

Buna bir de uluslar ötesi sermayenin suyu nasıl gördüğünü eklemek gerekir. Körfez ülkelerinde yapılan Kanal İstanbul reklamlarında, güzergâh üzerindeki araziler “yatırım potansiyeli yüksek bölge” olarak tanıtılıyor. Bazı tanıtımlarda “yalnızca manzaraya değil, vatandaşlığa da yatırım yapın” gibi ifadelerle suyun çevresindeki topraklar ülkeye giriş hakkıyla birlikte paketleniyor. Terkos’un kıyısı artık bir pasaport promosyonuna eşlik eden tapu satışı haline getiriliyor. Böylece su mülkiyet zincirine eklemlenmiş, devlet eliyle sermayeye sunulmuş bir araç haline geliyor.

Su havzalarının etrafında bulunan ormanlık alanlar, tarım arazileri, mera ve geçim zeminleri için de büyük bir tehdit. Kuzey Ormanları binlerce kuş türünün, küçük üreticinin, göçmen mevsimlik işçinin geçici evi. Kanal kazılırsa bu coğrafya ve onunla birlikte yaşayan ilişkiler ağı da kazınmış olacak.

Betonun Haritası

Kanal İstanbul’un güzergâhı da sermayenin yeniden yapılanma stratejisinin haritasıdır. Geçtiği yerler uzun yıllar boyunca İstanbul’un kentsel büyümesinden görece yalıtılmış kırsal ve yarı-kırsal alanlardı.

Henüz kepçe toprağa değmeden önce bile toprağın değeri değişmişti. 2018–2020 arasında Arnavutköy, Başakşehir ve çevresinde bazı arsaların fiyatları yüzde 600’e kadar arttı. Tarlalar imar beklentisiyle parsel parsel satıldı. Daha kanalın güzergâhı açıklanmadan, “doğru bağlantısı olanlar” nereden alım yapılması gerektiğini zaten biliyordu. Bu “ön bilgiye dayalı yatırım” halkın geleceğinden çalınan bilgilerin sermayeye erken servis edilmesiydi.

Sermaye haritası yeni bir kent ideolojisinin de yerleşme alanı oldu. Başakşehir, Arnavutköy, Kayaşehir hattı iktidarın ideolojik ve sınıfsal tahayyülünün mekâna döküldüğü bir tür laboratuvara dönüştü. TOKİ’nin düzenli müdahaleleriyle şekillenen bu bölgeler “mülk sahibi sadık yurttaşlar” üretme stratejisinin mekânsal karşılıkları.

Kanal güzergâhı boyunca gelişen bu yeni yerleşim dokusu klasik anlamda kentli olmayan ama kentte tutunmaya çalışan geniş bir kesimi hedefliyor. İstanbul’un çeperlerinde sıkışmış, kentsel hizmetlere erişimi sınırlı, kırla kent arasında bir yaşam süren topluluklar için kanal çevresi bir terfi alanı gibi sunuluyor. Lüks ve düşük gelirli konutların yan yana konumlandığı bu hibrit yapılar, eşitsizliği mekâna kodlayan, komşuluğun bile sınıfsal sınırlarla yeniden tarif edildiği yeni bir kent morfolojisi yaratıyor.

Bu parçalı gelişmenin ardında sistematik bir planlama olduğu varsayılabilir; ancak durum daha çok bir kaotik akıl biçiminde. Her adım birbirine eklemlenmiş görünüyor. Bu eklemleniş de “günü kurtarma” odaklı kararların birikiminden oluşuyor. Projenin yeniden gündeme gelişi devletin kendi içinde de bir tutarlılık sergileyemediğini gösteriyor. Kanal İstanbul’un kaderi üzerine yapılan resmî açıklamalar yıllar içinde defalarca konjonktüre uydurularak birbirine çürüttürüldü.

Mesela 2020 yılında en hararetli Kanal İstanbul savunucusu, dönemin Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan, Kanal İstanbul projesi kapsamında tarihi Dursunköy ve Odabaşı köprülerinin taşınması için ihale yapılmasının ardından ani bir kararla görevden alındı. Turhan’ın görevden alınmasının ardında açılan ihale duyurusunu Saray’ın bilgisi dışında yayımlanması olduğu öne sürüldü. Yani çelişen açıklamalar içerideki güç mücadelesinin belirtisiydi. Kanal daha kazılmadan bürokrasi içinde de krizi tetikledi.

2025’te ise 30 Nisan’da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, Kanal İstanbul’un şu an hükümetin gündeminde olmadığını söyledi. Bu açıklamadan yalnızca bir gün sonra, 1 Mayıs’ta Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, “kesinlikle yapacağız” diyerek yeniden gündeme taşıdı. Bir bakanın teminat gibi sunduğu güzergâhı öteki belirsizliğin sisine gömüyor. Bu çelişki iktidarın içine saplandığı çöküntünün en net ifadesidir.

Peki halk ne diyor? İstanbul Planlama Ajansı’nın 2025 tarihli araştırmasına göre, halkın yüzde 77’si Kanal İstanbul’a karşı (İPA, 2025). Yani yalnızca çevreciler, akademisyenler, mühendis odaları değil; halk da bu projeyi istemiyor. Yine de iktidar durmuyor. Sazlıdere havzası içme suyu statüsünden çıkarılıp 24 bin TOKİ konutunun inşasına başlandı. Görünen o ki, kararların kaynağı halkın iradesini hiçe saymak uğruna sınıfsal çıkar.

Maliyeti de devasa: Resmî açıklamalar 15 milyar dolar ile başladı, 65 milyar dolara kadar yükseldi. Ekonomik krizin ortasında, bu maliyet nasıl karşılanacak? Tabii ki, Kamu-Özel İş birliği (KÖİ) modeli ile. Şirketler kanalı yapacak, devlet geçiş garantisi verecek. Yine halkın cebinden çıkan vergilerle şirketler kâr edecek. Köprüler ve otoyollar gibi bu da iktidarın bitmek bilmez projeleriyle halkı borçlandırma yöntemlerinden biri.

Yaşamın Yeniden Üretilemediği Bir Kent

Bu haliyle Kanal İstanbul, ekolojik felaketlerin eşiğinde gezinen Türkiye için bir tür Damokles’in Kılıcı. Varoluşla ölüm arasında başımızda sallanıp duruyor. Salınımı bittiğinde yalnızca coğrafya değişmeyecek. Yaşamın anlamı da yerinden kayacak.

Nehirlerin yönünü, ormanların sınırlarını, köylerin belleğini, yolların işlevini ve insanların yerini yeniden çizen bir rejim bu. Doğa artık bizim bildiğimiz gibi değil, her gün rant uğrunda parçalanıyor. Bu rejim sermayeye açtığı doğal kaynaklarla kurulan sosyal ilişkileri, gündelik yaşam biçimlerini ve hafızayı da gasp ediyor. Kanal İstanbul’un çevresinde şekillenen yeni mülkiyet ilişkileri de bu işlemenin temel dinamiklerinden biri. Arnavutköy, Başakşehir, Sazlıbosna gibi bölgelerde ekonomik olduğu kadar sosyal ve duygusal bir kopuş da gerçekleşiyor. Kırsal düzenin huzurla işleyen ortak yaşamının yerini harita üstünde oynanan mülkiyet oyunları alıyor.

Bu süreçte klasik “kentsel dönüşüm” söyleminin ötesine geçilerek, kırla kent arasındaki geçişken alanlar da metalaştırılıyor. Ne kırsal kalabilen ne de kentli olabilen bir ara sınıf yaratılıyor. Bu geçici sınıf, kendi toprağından koparılmış ama kente de eklemlenememiş bir tür kent dışı işçi sınıfı olarak şekilleniyor. Bunlar çoğunlukla mevsimlik işçiler, günübirlik emekçiler, sözleşmesiz çalışanlar ya da kira karşılığı başkasının toprağında yaşayan eski sahipler. Bu insanlar toprağı bilen ama ona erişemeyen; kentte yaşayan ama kentli sayılmayanlardır. Kapitalist şehir planlaması bu sınıfı “dışlayarak” üretir. Onları sürekli geçici tutar, sürekli konutsuz, sürekli güvencesiz bırakır. İşte tam da bu yüzden Kanal İstanbul’a karşı mücadele aynı zamanda bir sınıf mücadelesidir.

Çünkü burası artık bizim değil, onların İstanbul’u haline gelmiştir. Kim bu onlar? Bunun cevabı bu projenin arkasındaki sınıfsal ve siyasal tahakkümü de görmemizi sağlar. İhale alan şirketlerden Arap ülkelerinde yatırım yapan emlakçılara kadar uzanan bu “onlar” faşist bir kent tahayyülünü ve geleceğini temsil eder. Geleceği yalnızca mülk sahibi olanlara devreden bir diktadır yaşadığımız.

Bu nedenle şimdiye kadarki direnişi bugün daha güçlü görmek ve örmek gerekir. Kanal İstanbul’a karşı kurulan direniş ağları, ne yazık ki son yıllarda ciddi bir tıkanma yaşadı. Bunun nedenlerinden biri, devletin giderek daha sertleşen baskı aygıtlarıysa diğeri de hukukun siyasallaşmasıdır. 20 Mayıs tarihinde TMMOB’un açtığı çevre düzeni planı davasının reddedilmesi buna en güncel örnektir. Bilirkişi raporları, tonla bilimsel veriler ve kamu yararı hiçe sayıldı. Mahkeme Kanal İstanbul’un kamu yararına uygun olduğuna hükmetti. Çünkü Hukuk artık ekolojik yıkımın meşruiyet zırhı haline gelmiştir.

Yaşamın Tarafında Olanlara

Bu yüzden yerel, müşterek ve çok katmanlı bir direniş örgütlemeliyiz. Direnişin hukukî boyutunda sürekli hüsrana uğrasak da duygusal, kültürel ve gündelik boyutlarında kazanımlar edinebiliriz. Mücadelemizi kent hareketleriyle ekoloji hareketlerinin kesişiminde birleştirilmeli ve sınıfsal bir mücadele hattına dönüştürülmeliyiz. Bu talanı engellemek bizim elimizdedir.

Halkın aklıyla ve iradesiyle dalga geçen bu projeye karşı hayatı, diktaya karşı halk iradesini savunma zamanıdır. Geleceği ihale masalarında şekillendirenlere karşı halkın kendi barikatını örme vaktidir.

Kanal İstanbul gündeme gelince konuşulanlar hep aynı: su, toprak, beton, arsa, rant. Ama asıl konuşmamız gereken şey, bizden nasıl bir yaşamın alındığı. Toprakla birlikte yaşam da kazılıyor. O yüzden bu projeye karşı koymak bir bağlamda yaşamın sesini yeniden duyulur kılmak da demek. Yok sayılan halkın iradesini hep birlikte hatırlatmak…

Rantın haritasını çizen eller halkın emeğini hiçe sayıyor. Bugün başlanan “altyapı çalışmaları” faşist idarelerinin bizlere dayatması.

Ama bir ihtimal daha hep var. 19 Mart’la birlikte yükselen halk hareketi kök salarak büyümeye devam ediyor. Kanal İstanbul’u durduracak olan şey de bu öfkeyi çoğaltmak. Bugün ne mühendis odaları, ne belediyeler, ne de hukuk tek başına yeterli. Kazanacaksak, bunu halk yapacak. Fabrikada, mahallede, kampüste, biriken direnişi birleştirmek zorundayız.

Çünkü biz, geleceği bir yatırım nesnesi olarak görmeyenleriz. Biz, mülkiyet haritalarından değil, müşterek hayatlardan yanayız. İtirazımız var ama yalnızca karşı çıkmakla yetinmeyen, yaşamı başka türlü kurmaya ant içmiş bir iradeyle yola çıkanlarız. Dayatılanla yetinmeyeceğiz. Seçtiğimiz başka bir yaşam var.

Kanal İstanbul dedikleri şey bu düzenin yaşama olan düşmanlığını açığa çıkarıyor. Bu toprakta kim yaşayacak, su kimin için akacak, kente kim karar verecek sorularına bir tehdit gibi görev görüyor. Onlar inşa edecek, biz seyredeceğiz. Buna rıza istiyorlar.

Ama hayat rıza üretilerek değil mücadeleyle kuruluyor. Bu toprakta yaşayanlar, suyunun akışında izi olanların mücadelesiyle.  Suya, toprağa, emeğe el koyanlara karşı örgütlenmemizi kurmak gerek. Ekoloji hareketini, kent hakkını, işçi direnişini aynı hatta örmek gerek. Betonun değil, hayatın haritasını çizmek gerek.

Biz bu sistemin içinde küçük revizyonlar peşinde değiliz. Kanalı iptal ettirip başka bir yerden yeni bir yıkıma razı değiliz. Biz bu düzenin tamamına karşıyız. Nehrin akışına, ormanın gölgesine, suyun döngüsüne uyumlu bir yaşam istiyoruz. Ve bunu kendi ellerimizle kuracağız.

Kanal İstanbul’a karşı çıkmak yaşam adına, bütün canlıların müşterek geleceği adına bir hayır demektir. Ve bu yazı bir taraf olma çağrısıdır; topraktan, sudan, hayattan yana olma

Ve sıklıkla söylendiği gibi,

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Kaynakça

Scroll to Top