Türkiye’de siyasal alanın merkezileşmesi ve iktidar-muhalefet ilişkisi tarih boyunca yalnızca oy oranlarıyla değil, devletin ve egemen sınıfların iç mekanizmalarıyla dizayn edilerek şekillendi.
Devletin kurucu partisi CHP, iktidarın tamamlayıcısı ve meşruiyet kaynağı olma işleviyle, küresel güçlerce gerekli görüldüğü manidar bir zamanda çok partili sisteme geçilmesine yol verme iradesi gösterebildi. CHP’yi bu zamana kadar devletlü bir parti yapan bu niteliğinden başka bir şey değildi.
Ancak sermaye partisi olmasının yanı sıra bugün CHP, bu devletlü kimliğinden hayli uzaklaşmış durumda. Ordu, yargı ve bürokrasi içindeki gücünü kaybetmiş, dış politikada çuvallamış ve Kürt sorunu, Orta Doğu hamiliği, AB ve ABD ilişkileri gibi kritik meselelerde AKP’nin gerisine düşerek ayak diremiştir.
CHP, belediye başkanları ve yöneticileri içeride, kurultay ve CB adaylık tartışmalarıyla bölünme riskleriyle karşı karşıya bırakılmış, boykot çağrıları yapan, sendikal örgütlenme kampanyaları düzenleyeceğini ilan eden, gerektiğinde 4-5 milyon kişiyi geri dönmemek üzere sokağa çağırma iddiası taşıyan bir hal almıştır.
CHP yok olma tehlikesine karşı (ve belki de pahasına) kaybettiği gücü geri almak yoluna girmiştir.
Bu yol, CHP’nin devletten dışlanmanın refleksiyle halk desteğini de arkasına alıp sokağa taşarak kendini halka değil ama devlete ispatlama yoludur. CHP açısından 19 Mart ve sonrasında yaşanan da buydu. Nitekim Devlet Bahçeli de bu çabayı “Maşallah” diyerek karşıladı. Özgür Özel, mitinglerle halkın değişim istediğini kanıtlamış görünüyor ancak iktidarın kararlı yürüyüşüne karşı daha fazlasını yapmak zorunda olduğunu da biliyor. Bir iktidar değişimi ile kitlelerin sembolik de olsa nefes alması, sisteme bağlılığının yenilenmesi rasyonel gibi görünse de tek başına CHP’nin bu çabasının başarılı olması oldukça zor görünüyor. İktidarın 19 Mart darbe süreci zamana yayılmış bir şekilde ve ama bıçak sırtında adım adım ilerliyor. Unutulmaması gereken, Erdoğan’ın içeride bu hamleleri yapacak kozu kelimenin gerçek anlamıyla Trump’tan (trump süit) aldığı. Elon Musk ile Trump gerilimi halihazırda homurdanmaların olduğu ABD’yi ve dolayısıyla Türkiye’yi doğrudan etkileyecektir. Bu iktidarın Orta Doğu’daki planlarını da riske sokabilir. Birileri “Türkiye, küçük Amerika olacak” diyordu, bekleyip göreceğiz.
***
CHP, devlet içindeki gücünün önemli bir bölümünü kaybetmiş olmasına rağmen meşruiyeti zayıflayan iktidar açısından alternatif olmuş, belediyelerde bu alternatifi somutlaştırmıştır. Belediyeler bugün istihdam, kent planlaması, esnaf denetimi, kültürel faaliyet, sosyal yardım ve ulaşım gibi konularda önemli bir güç odağı olmaya devam ediyor. Bu niteliğiyle merkezi yönetimle ikili değil ama fiili bir ‘iki iktidar’ süreci cereyan ediyor. Ordudan atılan teğmenlerin belediyede zabıta olması bu açıdan bir semboldür. İktidar alanından dışlanan her kesim için benzer örnekler verilebilir. Ancak bu güç alanı, Erdoğan’ın küresel hegemonya boşluğundan faydalanarak oluşturduğu dış politika ve iç güvenlik eksenli yeni rejim için sürdürülebilir bir durum değildir. Türkiye, küresel hegemonya boşluğu içerisinde elde ettiği gücü aktif fay hatları üzerinde bina etmiş ve bu nedenle egemenlik alanındaki her gedik, bir tür beka meselesi halini almıştır. Bu ikili duruma tahammül edemeyecek kadar hassas bir yapı oluşmuş, iktidar açısından bu sorunu çözmek ihtiyacı hasıl olmuştur.
Büyükşehirlerden başlayarak birçok belediyede elde edilen ve Özgür Özel’in dilinden düşürmediği “birinci parti” olma hali iktidar, muhalefet ve sermaye açısından devlet tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Bugün gündelik konular dahi bir devlet tartışması yapılmadan geçilememektedir.
Bu bağlamda devlet tartışmalarının önemli bir boyutu yerel yönetimlerin geleceğine işaret etmektedir.
***
Solun bir kesimi belediyeleri, karar mekanizmaları, temsiliyeti, icraat ve iştirakleri itibarıyla merkezden bağımsız bir güç alanı olarak görmezken; bir diğer kesimi yerelin özgüllüğü ve taşıdığı potansiyele vurgu yapıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nde merkez-yerel gerilimi, seçilmiş belediye başkanlarının ve meclis üyelerinin üzerinde Osmanlı’dan devralınan despotik kodlarla atanan valilik ve kaymakamlık olarak tecessüm etmiş ve bu durum çok partili döneme kadar bir sorun teşkil etmemiştir. 1946’da çok partili döneme geçişten yalnızca üç yıl sonra 1949’da çıkarılan Belediyeler Kanunu ile vali ve kaymakamların belediyeler üzerindeki denetim yetkisi artırılmış, belediyelerin mali ve idari yetkileri sınırlandırılmış ve Belediye Meclisi kararları vali onayına bağlanmış ve bu gerilim bugüne dek süregelmiştir.
Bu gerilimin varlığı belediyeleri egemenlik alanının dışına itmiyor; neoliberal saldırılarla geleneksel vurguncu-ihaleci yağmanın kaynaşması belediyelerin topluma hizmet bağlamında bile halkçı bir zeminde örgütlenmesine izin vermiyor. Bu salt merkez-yerel gerilimiyle değil kapitalizmin sürekli genişleyen bütünlüklü bir sistem olmasıyla da ilgili. Ancak merkez-yerel gerilimi de, belediyelerin kendisi de işçi sınıfı açısından bir mücadele alanı olmaya devam ediyor.
***
Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 12. Kongresine gönderdiği Perspektif metninden anlaşıldığı kadarıyla Kürt siyasal hareketinin de bir “şart ve ilke olarak belediye kanununun yasada ifade edilmesi” talebi olacak. Kürt siyasal hareketinin bu zamana kadar vermiş olduğu mücadelenin bakiyesinin iktidar nazarında oldukça sınırlı olduğu görünüyor. Bu anlamıyla kazanılacak her şey yeniden mücadele edilerek kazanılacaktır.
10. Yargı Paketi bunun önemli bir göstergesidir. Bir yanda umut hakkı konuşulurken diğer yanda hasta tutsaklar dahi uygulama kapsamına alınmamış, bu beklenti 11. Yargı Paketine sevk edilmiştir. İktidarın ihtiyaç duyduğu zamana karşı duyduğu tek güven ise işçi sınıfının ve emekçilerin örgütsüzlüğü.
Bu örgütsüzlük ve işçilerin, emekçilerin stratejik mülksüzleştirilmesi egemenler açısından esastır. İşçi sınıfının ve emekçilerin daha üst düzey bir yenilgiye uğratılması gerekmektedir. Emekçilerin buradan çıkışı ise gelmekte olanı savaş meydanına çağırmaktan geçiyor. Bir yanda küresel güç, barış, kardeşlik söylemleri diğer yanda yoksulluk, güvencesizlik ve savaş tehdidi.
İmparatorluk söylemleri ve çok kutuplu dünyanın yeni bir kutbu olma iddiası siyasetçilerin söylemlerinden haber programlarına, dizilere kadar sirayet etmiş, işçi sınıfını manipüle etmede önemli bir rol üstlenmiş durumda. Hamasetten öte bunun bir gerçeklik payı olsa da Kudüs’ün fatihi, Şam’ın hâkimi, Şii Fatımi’nin korkusu, Türk, Kürt ve Arap ordularının serdarı Selahaddin’i çağırmanın da[1],[2], Şah İsmail’e karşı Yavuz Selim ile İdris-i Bitlisi’yi çağırmanın da[3] işçi sınıfını ikna etmeye yetip yetmeyeceğini mücadelemiz belirleyecektir.
Dipnotlar:
[1] Erdoğan’ın 6 Mart 2025 tarihli konuşması. https://x.com/RTErdogan/status/1897750282206839159
[2] Selahaddin’in Dönüşü – Mücahit Bilici – Serbestiyet https://serbestiyet.com/featured/selahaddinin-donusu-190195/
[3] Şırnak’ta 19 Mayıs 2025’de düzenlenen ‘Şırnak Sivil Toplum Buluşması’ programında yaptığı bir konuşmada TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, “Anadolu topraklarını baştan aşağı zulümle inleten Şah İsmail’e karşı, Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi’nin yapmış olduğu ittifak, Anadolu’daki Müslüman toplulukların birlikte var olmasına neden olmuştur” demiştir.