* Yazı, TÖP İzmir Kültür Sanat Meclisi tarafından kolektif şekilde kaleme alınmıştır.
Zamanımız ve Biz Söyleşileri’nin 3.yılında Dayanışmanın Evrimsel Kökenleri’ni konuşmak üzere Biyolog Dr. Nermin Biter ile buluştuk. İki oturum şeklinde yaptığımız bu söyleşinin ilk buluşmasını çevrimiçi olarak gerçekleştirdik. Ön buluşma niteliği taşıyan ilk buluşmamızda evrimin temel mekanizmaları ve evrime dair yaygın olarak yanlış bilinenler üzerine konuştuk. İkinci oturum yüz yüze, parti binamızda gerçekleşti. Bu buluşmada da evrim ile dayanışma, bir arada yaşama pratiklerinin ilişkisini inceleyip, evrimin çarpıtılarak toplumbilime uygulanmasına dair dogmaların altını kazıdık.
“Her hücrenin düşü iki hücre olmaktır”[1]
Uzun süredir iktidar ve çeşitli İslamcı çevreler tarafından hedef alınan evrim teorisi, 21 Haziran 2017 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez müfredattan tamamen çıkarıldı. 18 Temmuz 2017’de ilan edilen yeni müfredatta evrim teorisi “doğruluğu ispatlanmamış bir teori” olarak tanımlanırken, yaratılış teorisi ön plana çıkarıldı. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli kapsamında geliştirilen örnek biyoloji metninde “biyolojik olaylar, bir plan ve programın gereği olarak ortaya çıkar” ifadesi yer aldı. Böylece “yaratılıştaki kusursuz düzen ve mükemmel uyum” kalıpları eğitimin içine sızdırılmış oldu. Ancak susturulmak istenen bu teori, pandemiyle birlikte gündelik hayatın içine geri döndü. Her evde, her sokakta “mutasyon”, “virüs evrim geçirdi” gibi cümleler kurulmaya başlandı. Bilim susturulmaya çalışılsa da evrim, gerçeğini unutturmadı.
Evrim Nedir?
Evrim, değişimi anlatan bir disiplindir. Fakat tüm değişikliklerden bahsetmiyoruz, canlılığın yaşamındaki değişikliklerden bahsediyoruz. Evrim, bireyin değil topluluğun değişimini inceler. Daha açık ifade etmek gerekirse evrim, organizmaların değil, popülasyonların değişimidir. Yani evrim, bireysel düzeyde gerçekleşmez; değişim nesiller boyunca bir popülasyonda birikir. Popülasyon dediğimiz şey ise, aynı habitatı paylaşan, aralarında üreme izolasyonu olmayan ve verimli bireyler oluşturabilen canlı topluluklarıdır.
Evrim düşüncesi, modern bilimin ürünü olmakla birlikte, kökleri çok daha eskiye dayanır. Darwin’in ortaya koyduğu kuram, bir dönüm noktası olsa da evrim fikri kayıtlı verilere göre 2500 yıl öncesine, Antik Yunan’a kadar uzanır. Anaksimandros yaşamın suda başladığını, Empedokles ise canlıların çevrelerine uyum sağlayarak değiştiğini savunmuştur. Bu düşünceler zamanlarına göre son derece ileri fikirlerdir. Doğu’da Zhuangzi, canlıların çevrelerine uyum sağlayarak başka türlere dönüşebileceğini söylemiştir. İslam düşünürleri de evrimsel fikirlere önemli katkılarda bulunmuştur. El-Cahiz göç ve çeşitlilikten, İbn Haldun ise canlılar arasında bağlantıdan ve ilerleyici bir evrim sürecinden söz etmiştir. El-Biruni ise, dünyanın jeolojik değişimiyle birlikte canlıların da dönüşüm geçirdiğini savunmuş, cansızlıktan canlılığa geçiş fikrini ortaya koymuştur.
Darwin’i özel kılan şey ise bu düşüncelerini bilimsel bir çerçeveye oturtması ve evrimi bir mekanizma ile açıklamasıdır. 1831’de Beagle gemisiyle çıktığı uzun yolculuk boyunca doğayı gözlemlemiş, binlerce örnek toplamış ve bu verileri yıllar içinde analiz etmiştir. Sekiz yıl süren bu çalışmanın sonucunda 1859 yılında Türlerin Kökeni adlı eserini yayınlayarak doğal seçilim kuramını ortaya koymuştur. Bu kuram, canlıların çevresel koşullara bağlı olarak nasıl çeşitlendiğini, hangi özelliklerin nesiller boyunca aktarıldığını ve hangi türlerin hayatta kaldığını açıklar.
Evrime dair temel bilgileri aktarmak bu yazının ana meselesi değil. Bu konuda evrimagaci.org’da çok sayıda yazı ve vide o var. Onlardan bir tanesi olan Acelesi Olanlar İçin Evrim videosu, evrimin temellerine dair hızlı bir giriş niteliğinde.
Evolvere: Gizli Olanı Açığa Çıkarma
Evrim’in Latince karşılığı olan evolvere sözcüğünün “gizli olanı açığa çıkarma” anlamı da vardır. Evrim, çeşitli değişimlerin zamanla populasyon içerisinde birikmesiyle bazı özelliklerin sonraki nesillerde açığa çıktığı ve baskın hale geldiği bir süreçtir. Evrimin açığa çıkardığı sonucun iki önemli noktası eşsizlik ve seçilimdir. Eşsizlik, popülasyon içerisindeki her bir bireyin birbirinden farklı olmasıdır. Çünkü her bir bireyin kalıtım materyali (DNA) farklıdır, bunun temel nedenlerinden biri mutasyonlardır[2]. Mutasyonlar, çaprazlamalarla[3] birlikte canlılardaki çeşitliliği ve türleşmeyi sağlar. Seçilim ise popülasyon içerisindeki belirli özelliklere sahip (mevcut duruma uyum sağlayabilen veya kimi “avantajlar” barındıran) canlıların sonraki nesillere gen aktarabilmek üzere “seçilmesidir”. (Aslında uyum sağlayamayan bireylerin zamanla “yok olmasıyla”, hayatta kalanlar sonraki nesile gen aktarabiliyor.) Evrimin baskın hale getirdiği, sonraki nesile aktarılan özelliklerin sürekli iyiye gitmesi, canlıyı mükemmelleştirmesi beklenmemelidir. Evrim, populasyonun hayatta kalmasıyla ilgili bir süreçtir.
Carl Sagan’ın Kozmik Takvimi

Şekil 1. Carl Sagan’ın kozmik takvimi[4]
Carl Sagan’ın kozmik takvimi ile karşılaşan ve biraz inceleyen herkes canlılığın çeşitliliği, değişkenliğini ve bütün bunların oldukça uzun, insan yaşamı süresince gözlemlenemeyecek kadar yavaş olduğunu anlar. Sagan’ın takvimi 13,8 milyar yıllık evren tarihini 365 güne ölçekliyor. Alışık olduğumuz bu yıllık takvim üzerinden evrenin dönüşüm kronolojisini aktarıyor.
Bu kozmik takvime göre, 1 Ocak’ta Büyük Patlama gerçekleşir ve evren oluşur. Mayıs ayında Samanyolu Galaksisi oluşmaya başlar. Eylül ortalarında Güneş Sistemi ve Dünya üzerinde ilk yaşam izleri ortaya çıkar. Yaşamın başlangıcı eylüle denk gelirken, canlıların çeşitlenmesi ekim ayıyla birlikte hız kazanır. Ancak bildiğimiz karmaşık canlılar ve insan türü, takvimin yalnızca son günleri, hatta son saniyelerinde sahneye çıkar. Herhalde bu takvimin evrim karşıtlarını bu kadar endişelendirmesinin ana sebebi, insanın evrenin yaşamı içerisindeki varlığının, evrenin yaşına göre oldukça küçük olduğunu çarpıcı bir şekilde göstermesidir.
Merdiven Gibi Değil Ağaç Gibi: Yaşam Ağacı

Şekil 2. Yaşam Ağacı[5]
Çeşitlilik evrimin önemli basamaklarından biri. Sagan’ın takvimindeki aralık ayından bu yana (yaklaşık 1 milyar yıla denk geliyor) milyonlarca tür ortaya çıkıyor, bu ortaya çıkan türlerin %99’u da yok olmuş durumdadır. Dr. Nermin Biter’in altını çizdiği gibi evrim tarihi aynı zamanda yok oluşların da tarihidir. Evogramlar[6] bu çeşitliliğin diyagramı oluyor. Yaşam, ortak bir atasal hücreden başlayan uzun bir yolculuktur. Bu yolculuk boyunca canlılar farklılaşmış, çevrelerine uyum sağlayarak evrilmiş ve karmaşık bir çeşitlilik örüntüsü oluşturmuştur. Bu örüntü çoğunlukla bir “yaşam ağacı” metaforuyla anlatılır. Yaygın bir yanlış, evrimi bir merdiven olarak anlamaktır. Ancak bunun yerine yaşam ağacı metaforuyla bakmak önemli sonuçlar doğurur. Yaşam ağacı yaklaşımı, evrimin hiyerarşik olarak anlaşılması dogmasına karşı önemli bir çizgidir. Çünkü evrimsel olarak bir canlı diğerinden üstün değildir. Hepsi ortak atadan gelir, yakın veya uzak akrabadır. Bu konu zemininde sıkça yüzeye çıkan insan merkezlilik dogması, hem evrendeki canlılığın insan için olduğu yanılsamasını yaratıyor hem de “evrimini tamamlamak” gibi bir dogmaya da kapı aralıyor. Oysa evrim tamamlanacak/bitecek bir şey değil, sürekli olarak devam eden bir olgudur. Evrimini tamamlayan türler, yok olmuş türlerdir. Bu bakış “İnsan, maymundan gelmiştir.” dogmasını da doğuran şeylerden biridir. Fakat yaşam ağacı fikri kafada oturtulduğunda, insan ve şempanzenin ortak atadan geldikleri ama farklı türler olduğu rahatça anlaşılabilir.
Evrimle ilgili dogmalar açısından en çok tekrarlanan ise doğal seçilim ile ilgilidir. “Güçlü olan hayatta kalır.” söyleminde sembolize edebileceğimiz bu bakış, ciddi bir yanlışı temsil eder. Oysa doğal seçilim, mükemmel organizmalar ortaya çıkarmaz. Popülasyonun içerisindeki değişikliğe en çok uyum sağlayan bireyler hayatta kalırlar. Bu değişiklik içeriden kaynaklı (mutasyon gibi) da olabilir, dış kaynaklı (afet, besin baskısı gibi) da olabilir.
Yaygın Yanlışlar
Erekbilimsel düşünme yanılgısı
Erekbilimsel düşünme[7], evrimci düşünmenin önündeki ciddi bir engeldir. Aristoteles mantığının “Yağmur, çimenler için yağar” gibi ortaya koyduğu ereksel yaklaşımlar evrim için geçerli değildir. Çünkü evrimin bir ereği, amacı yoktur; evrim bir olgudur.
Aristoteles, doğadaki tüm varlıkları bir oluş çemberi içinde sıralar; meleklerin hemen altına insanı yerleştirir. Ona göre doğadaki her şeyin bir amacı vardır ve her şey bu amaca yönelik hareket eder. Bu yaklaşım, doğayı ve canlılığı sabit, hiyerarşik ve insan merkezli bir sistem olarak yorumlar. Oysa bu bir yanılsamadır. İnsan, evrim sahnesine çok geç çıkmıştır ve ondan önce dünya üzerinde sayısız canlı formu yaşamıştır.
Lamarck sapması
Yine benzer bir yanılgı da Lamarck’ın ortaya koyduğu değişim mekanizması açıklamasıyla karşımıza çıkar. Lamarck, evrime dönüşümcü bir bakış açısı sunar. Ona göre canlılar, çevresel koşullara uyum sağlamak için ihtiyaç duydukları özellikleri geliştirir ve bu değişimleri sonraki nesillere aktarır. Örneğin, zürafaların yüksek ağaçlardaki yapraklara ulaşmak için boyunlarını uzattıkları ve bu yüzden zamanla uzun boyunlu hale geldikleri düşüncesi, Lamarck’ın hipotezinin klasik bir örneğidir.
Oysa bu yaklaşım modern evrim kuramıyla çelişir. Darwin’in teorisinde canlılar ihtiyaç duydukları için değişmez; popülasyon içinde halihazırda var olan özellikler, çevresel koşullara göre seçilerek baskın hale gelir. Zürafa örneğinde, bir popülasyon içinde hem kısa hem uzun boyunlu bireyler vardır. Eğer çevredeki besin kaynakları yüksek ağaçlardaysa, uzun boyunlu bireylerin hayatta kalma ve üreme şansı artar. Bu da zamanla uzun boyunlu bireylerin sayıca çoğalmasına neden olur. Ancak bu süreç genellikle “Ağaçlar uzundu, zürafaların boynu bu yüzden uzadı.” şeklinde yanlış bir şekilde anlatılmıştır.
Bununla beraber, modern sentezin de günümüzde üzerine yoğunlaştığı epigenetik kalıtımın, evrimsel süreçleri açıklarken başvurduğumuzu atlamamak gerekir. Aslında Lamarck’ın evrimsel süreç açıklamasını çağrıştırması açısından da dikkate değerdir.
Mükemmel organizma
Evrim düşüncesine karşı çıkmak için kullanılan en belirgin argümanlardan biri de canlıların, özellikle de insanın mükemmel “yaratıldığı” savıdır. Bunun en tipik ve yaratılışçı örneklerinden olan akıllı tasarım, evrenin ve içerisindeki canlıların doğal seçilim gibi modern bilimin kabul ettiği süreçlerle oluşabileceğini, fakat bu süreçlerin zeki ve bilinçli bir varlık tarafından tasarlandığını iddia eder. Halbuki doğal seçilim, her zaman mükemmel organizmalar ortaya çıkarmaz. Zürafaların uzun boylu olması her zaman avantaj değildir, uzun boyundan kaynaklanan damar ve sinir yapısı bunu gösteriyor. Orak hücre anemili bireylerin sıtmaya karşı dirençli olması da bunun bir örneği olarak sıklıkla verilir.
Maymundan mı geldik?
Bir başka sık düşülen yanılgı da maymundan mı geldik sorusuyla kendisini dışa vuruyor. Yaşam ağacı kısmında da belirttiğimiz gibi insanlar (Homo sapiens) şempanze, bonobo, goril gibi bize yakın canlılarla sadece ortak ataya sahip. Bizim de maymundan geldiğimiz iddiası ve mevcut maymunların neden insana dönüşmediği sorusu yaşam ağacının ve sonuçlarının doğru kavranmasıyla boşa düşer.
Evrimini tamamlamak mı?
Günlük hayatta kimi zaman hakaret olarak kullandığımız “evrimini tamamlamamış” tamlaması da yanlış bir kullanım aslında. Evrimini tamamlamak diye bir şey yoktur. Evrim geçiren bireyler değil, popülasyonlardır. Canlılar tür olarak ya da popülasyon olarak hâlâ var oluyorsa –yani fosil değilse– evrimini tamamlamamıştır zaten. Bütün canlılar, yok olana kadar evrim sürecindedir.
Evrim yavaş ve kademeli mi gerçekleşir?
Evrim iki canlı arasındaki değişim değildir. Populasyonlar düzeyinde gerçekleşir. Populasyonlar düzeyinde gerçekleştiği için büyük canlılarda sonuçlarını görmemiz insan ömrünü aşan çok uzun yıllar alabiliyor. Ancak aslında bakteri ve virüslere baktığımızda, populasyonlar çok hızlı bir şekilde yaşamını sürdürdüğü için evrimi çok daha rahat bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. Bu yüzden öncelikle hız ve zamandan bahsederken ele aldığımız canlı grupların nesil oluşturma süresini dikkate alırız.
Yavaş ve kademeli değişimin yanı sıra bir de yaşam tarihinde ani, katastrofik olaylar olduğunda evrim sürecinin hızında görece bir artma ile karşılaşabiliriz. Bunun özellikle kitlesel yok oluş dönemlerinde ve/veya canlılık patlaması dönemlerinde gerçekleştiğini dile getirebiliriz.
Evrim her zaman ilerleme ile mi sonuçlanır?
Erekbilimsel yanılgı kısmında açıkladığımız gibi evrimin anlamsal bir amacı yoktur. Dolayısıyla bir yönü de yoktur. Evrim sanki ileriye doğru ve canlılar evrim sayesinde sürekli ilerliyormuş gibi gözükse de yaptığı sadece popülasyonun hayatta kalmasıdır. Bazı canlıların zamanla karmaşıklaşması o canlıların ilerlediği anlamına gelmez. Karmaşıklık bazı durumlarda yanında kimi sorunlar da getiren bir sonuçtur. Daha önce de söylediğimiz gibi evrim bir ilerleme değil, hayatta kalmayı sürdürmek için o anki koşulların içinde ve o koşullarla beraber bir uyumsal inşa sürecidir.
İdeolojik Bir Saldırı Olarak Sosyal Darwinizm
Evrim kuramı, canlıların içinde oldukları çevresel koşullarla birlikte uyarlanarak çeşitlenmesini açıklayan bilimsel bir çerçeve sunar. Ancak bu kuram, 19. yüzyıldan itibaren Malthus, Spencer ve Galton gibi ırkçılar tarafından toplumsal eşitsizlikleri ve ırkçılığı meşrulaştırmak için çarpıtılmış ve Sosyal Darwinizm olarak adlandırılan ideolojik bir aygıta dönüştürülmüştür[8]. Bu anlayış, kapitalist rekabetin doğaya içkin olduğunu iddia ederek, sınıfsal sömürüyü ve sömürgeci yayılmacılığı “doğal seçilim” kisvesi altında haklı göstermeye çalışmıştır. Güçlü olanın hayatta kaldığı çarpıtmasını temel alarak, dayanışma yerine rekabeti, işbirliği yerine tahakkümü teşvik eden bir dogmaya dönüşmüştür.
Oysa doğaya dair bulgular, işbirliğinin ve dayanışmanın evrimsel süreçte ne kadar merkezi bir rol oynadığını gösteriyor. Primatlarda gözlenen karşılıklı bakım, planlı yardımlaşma ve ortak yaşam pratikleri, evrimin kolektif varoluşa da bağlı olduğunu ispatlıyor. Sosyal Darwinizm, bilimin içinden değil, mevcut statükoyu aslında koruyup sürdürme anlayışının bilimsel verileri kendi çıkarlarına ve ihtiyaçlarına göre büküp yaygınlaştırmasıyla doğmuştur. Bu yüzden onu yalnızca bilimsel bir hata değil, toplumu atomize eden, eşitsizliği doğallaştıran ve dayanışmayı bastıran sistematik bir ideolojik saldırı olarak görmek gerekir. Evrimi savunmak, aynı zamanda onun tahakküm ideolojisine malzeme edilmesine karşı çıkmakla mümkündür.
Dr. Nermin Biter’in sunumda anlattıklarından hareketle bu yazıyı yazarken, sunumda yer almasa da tamamlayıcı olduğunu düşündüğümüz iki ara başlık daha eklemek istedik Evrimsel Psikoloji İndirgemeciliği ve Biyolojik Ataerki Politikası.
Evrimsel Psikoloji İndirgemeciliği
Benzer şekilde insan davranışlarının evrimsel kökenini araştıran, biyoloji tabanlı yaklaşımlardan biri olan evrimsel psikoloji alanı bireysel gelişim ve deneyimin karmaşıklığını dikkate almıyor, genlerin bireysel davranıştaki etkisini açıklamıyor ve insan toplumunda ortaya çıkan yeni özellikleri genellikle göz ardı ediyor. İnsan psikolojisinin elbette biyolojik dayanakları vardır, ancak psikolojiyi sadece evrimi kullanarak açıklamaya çalışmak deterministik, indirgemeci ve tektipleştirici bir yaklaşım riski barındırıyor. Evrimsel psikologlar, insan beynini doğal seçilim tarafından çevreden gerekli bilgileri toplayıp, işlem yapmak üzere tasarlanmış bir bilgisayar olarak görüyor. Dolayısıyla bireysel insan davranışının da bu evrim geçirmiş bilgisayarın çevreden topladığı bilgiler doğrultusunda oluşturduğunu iddia ediyorlar[9]. En başta çok çeşitli olan ve davranışları toplumsal, biyolojik, psikolojik, vb. birçok faktör tarafından belirlenen insanları, aynı şekilde çalışan bilgisayarlara benzetme hatasına düşüyorlar. Çoğu biyoloji felsefecisi eleştirirken evrimsel psikologların adaptasyonlara aşırı anlam yüklediğini, sınanamaz hikayeler ortaya koyduğunu, son derece kötü ampirik bir kumar oynadığını söylüyorlar. Örneğin kırmızı hap öğretisi gibi kadın düşmanı fikirlerin kadınlara ve erkeklere ilişkin biyolojik, psikolojik ve toplumsal iddia ve kalıplarını oluştururken evrimsel psikolojiden esinlendiğini söyleyebiliriz. Ayrıca evrimsel psikoloji, kapitalizmin insanın mevcut halinin kötü yanlarını meşrulaştırma için de kullanılmaktadır. İnsan doğasının, psikolojisinin evrimsel olarak geliştiğini bu aşamanın en ileri, oldukça “doğal seçilen” ve en uyumlu doğa olduğunu, bunun yadsınamaz ve değiştirilemez bir gerçek olduğunu iddia ederken, bu gibi alanların indirgemeci ve kötüye kullanımlarından yararlanır. Nihayetinde insan toplumsal ilişkilerin ve maddi koşulların bir ürünüdür, toplumsal ve tarihsel koşullar tarafından şekillenir[10].
Biyolojik Ataerki Politikası
Yine yanılgı yaratan bu düşünsel kuşatmanın öne sürdüğü şeylerden biri de bakım verme ve şefkat gibi toplumsal olarak öğrenilen davranışların, doğuştan gelen özelliklermiş gibi sunulmasıdır. Böylece belirli roller, belirli cinsiyetlere “yakıştırılır” ve bu rollerin tarihsel ve toplumsal olarak nasıl üretildiği gözden kaçırılır. Kadınlara atfedilen bu nitelikler, ev içi emeğin karşılıksız ve görünmez kılınmasına hizmet ederken, kamusal alanda hak taleplerinin zeminini de aşındırır. Oysa bakım, şefkat ve dayanışma, yalnızca bireysel eğilimlerden değil, ilişkisel örüntülerden ve maddi koşullardan beslenir. Bu nedenle dayanışmayı yalnızca doğaya değil, aynı zamanda onu şekillendiren toplumsal yapıya bakarak yeniden tanımlamak gerekir.
Annelik sıklıkla biyolojiye indirgenerek, kadınların doğası gereği şefkatli, bakım veren ve fedakâr olduğu iddia edilir, “Fıtratında var.” denir. Oysa bu söylem, kadınları potansiyel anne ve doğal bakıcıya indirgerken, ataerkil kapitalizmin kadına biçtiği rolü yeniden üretir. Evet, anneliğin biyolojik bir zemini vardır; ancak bunun nasıl yorumlandığı, toplumsal ve ekonomik çıkarlarla nasıl dönüştürüldüğü bütünüyle politiktir.
Zorluk: Toplumsal Davranışla İlişkili Doğal Köken Tartışmaları
Geçmişten bugüne bilim ve düşün insanlarının cevabını aradığı en önemli sorulardan biri “İnsanın bir özü var mıdır?” olagelmiştir. Bu soru aynı zamanda insanın düşünüşünü ve eylemini belirleyen biyolojik bir temel olup olmadığı sorgulamasını da bir ölçüde içeriyor.
Hobbes, devlet kurulmadan önceki insanı, “doğası gereği” kendi çıkarını ve varlığını korumayı düşünen, bencil ve hiçbir kurala uymayan kötü doğası olan bir varlık olarak tanımlıyordu. Rousseau ise Hobbes’un aksine insanın iyicil bir doğa ile dünyaya geldiğini, sonraki süreçlerin aslında bu iyilik halini bozabileceğini; o yüzden eğitim kurumlarının insanın doğasında olan iyi olma halini destekleyecek şekilde düzenlenmesi gerektiğini savunuyordu.

Şekil 3. “Homo homini lupus” İnsan insanın kurdudur.
İnsan Doğası Fikri
İnsanın bencil, saldırgan, iki yüzlü bir doğası olduğu ve bunun üstünün medeniyet cilasıyla örtüldüğü fikri, Frans De Waal’in kendilerine “cila teorisyenleri”[11] dediği kişilerce sık sık dile getirildi.
Bu anlayışta insan davranışlarının temelinde “vahşi” bir temel olduğunu ve medeniyetin, kültürün bunu örttüğünü ve de bu özgeciliği kazıdığımızda her seferinde alttaki vahşi insan doğasını görebileceğimiz savunulur. Bu fikri desteklemek için hayvanların vahşi davranışları da dayanak olarak gösterilir. Tıpkı Hobbes’un “homo homini lupus”undaki (insan insanın kurdudur) kurtlar gibi.
Bu benzetme, yalnızca felsefi değil, biyolojik olarak da tartışmalıdır. Çünkü kurtlar, sunulduğu gibi sadece vahşet gösteren ve yalıtılmış canlılar değil; son derece sosyal, işbirliği yapabilen, grup halinde avlanan ve birlikte hareket eden varlıklardır. Hatta insan tarafından evcilleştirilen ilk hayvan olan köpek de kurdun soyundan gelir.
Hatta genelde de insana en yakın olan orangutan, şempanze, goril ve bonoboların örneklerini görüyoruz. Oysa sanılanın aksine bu canlıların karşılıklı ilişkileri içerisinde sadece rekabet ve çatışma değil, barışçıllık da vardır. Örneğin insanla DNA’sı %98,7 oranında aynı olan bonobolardaki grup yaşantısında, daha çok birlikte yaşamayı destekleyen barışçıl mekanizmalar görürüz.
Frans De Waal’in doğada başka ortaklıkların da olduğunu ifade eden şu cümlesi dikkate değer: Yakın akrabalarımızla güç ve cinsellikten daha fazlasını paylaşıyoruz gerçi. Ortaklık duygusu ve empati de aynı ölçüde önemli oldukları halde biyolojik mirasımızın bir parçası olarak nadiren dile getirilirler[12]. İnsanın içgüdülerine dair ise şöyle söylüyor: Bizi başkalarına yakınlaştıran ve hayatın ileri dönemlerinde onlara özen göstermemizi sağlayan içgüdülerle doğarız. Bu içgüdülerin ne kadar yaşlı olduğu maymun akrabalarımızın davranışlarından da bellidir.[13] Yakın tarihlerde keşfedilen ayna nöronlar bu savı destekliyor.

Şekil 4. Maymun hem eylemi kendi gerçekleştirdiğinde hem de bu eylemi izlediğinde beyninde etkileşen bölge ve etkileşimin miktarı aynıdır. [14]
Ayna nöron, bir canlının herhangi bir hareketi kendisi yaptığında ve aynı hareketi yapan birini gözlemlediği durumların her ikisinde de ateşlenen nöronlar için kullanılan terimdir[15]. Bu nöronların varlığı insanın aynı zamanda empatik olduğunu, toplumsal bir varlık olarak aynı topluluktaki başka bir canlının derdini dert, neşesini neşe edindiğini gösteriyor. Aynalama, bulaşıcılık, duygusal durum eşlemesi, teselli etme, öğrenilmiş yardım ve hedefli yardım kavramları ile empatinin evrimsel kökenine dair açıklamalar genişliyor. İşte bu da bizi toplumsal dayanışma ile ilgili temellere ulaştırmış oluyor.
Dayanışmanın Kökenleri
Dayanışma, yalnızca bir ahlaki seçim ya da kültürel bir öğreti değil, türümüzü ayakta tutan evrimsel bir beceridir. Canlılar, dışarıdan bir tehdit olmadığında yaşamlarını işbirliği ve yardımlaşma üzerinden sürdürebilirler. Tüm bunlarla birlikte düşündüğümüzde insan türü, hayatta kalabilmek için grup halinde yaşama ve ortaklaşmaya ihtiyaç duyar.
Primatlarda ve diğer bazı türlerde gözlenen yemek paylaşımı, planlı yardım davranışları ya da epigenetik düzeyde stresin gen ifadesini baskılaması gibi bulgular, dayanışmanın biyolojik temellerinin artık tartışmasız olduğunu gösteriyor. Bu nedenle dayanışmayı yalnızca sosyal bilimsel terimlerle açıklamak, onu doğamızın içinden koparma riskini taşır.
Neden birbirimize yardım ederiz? Bir topluluğun bireyleri neden birbirinin ihtiyaçlarını gözetir, ya da hayvanların, hatta bitkilerin dahi bakımına dair bir duyarlılık geliştirebiliriz? Bu soruların cevabında yalnızca kültürel değil, evrimsel ve biyolojik dinamikler de bulunur. Yardımlaşma genellikle özgecilik kavramıyla birlikte anılsa da özgecilik yanlış anlaşılmaya açık bir kavramdır. Özgecilik, her zaman kendini feda etmek anlamına gelmez. Bazen bir bireyin yaptığı “özgeci” bir eylem, tüm topluluğun hayatta kalmasını sağlar. Çünkü iyi olmak, sadece başkası için değil, kendimiz için de iyidir. Bu davranışların biyolojik bir temeli vardır; yardım ettiğimizde oksitosin salgılarız, bedenimiz rahatlar, bağ kurarız.
Ancak dayanışma potansiyelimizi daraltan mekanizmalar da devrededir. Beynimiz, iç grup–dış grup ayrımı yapmaya yatkındır ve bu ayrım politik olarak çok kolay manipüle edilebilir. Örneğin, “ülkemdeki Suriyeli bana bir tehdit oluşturuyor” cümlesinin biyolojik bir gerekçesi yoktur. Fakat sürekli uyarılmış bir tehdit algısı, beynin alarm sistemleri üzerinden çalışmasına neden olur. Bu durum empatiyi bastırır; çünkü beyin kendini tehlikede hissederken başkasının deneyimine açık hale gelemez. Medya ve politik iktidarlar tarafından sürekli olarak pompalanan “tehlikedesin” mesajı, bu nörobiyolojik işleyişe doğrudan müdahale eder. Bu yüzden empati sadece bireysel bir beceri değil; güven, aidiyet ve açıklık gibi toplumsal koşullar tarafından belirlenir. Böylece tehdit olmayan bir durum tehdit gibi gösterilir, öteki olan düşmanlaştırılır. Bu da bizi, tür olarak hayatta kalmamızı sağlayan kolektif yaşama becerisinden uzaklaştırır. Çünkü çözülmüş bir toplum, aynı dağılmış bir tür gibi daha kolay yok edilir. Bu nedenle, dayanışmayı hem bireysel hem toplumsal düzeyde yaşamsal bir yeti olarak korumamız gerekir. Dayanışmaya kaynaklık eden en önemli toplumsal öğelerin başındaysa empati gelir. Empati, bu ortak yaşamın sinirsel ve davranışsal altyapısını oluşturan bir beceridir. Empatiyi zayıflatan, dayanışmayı bozan her şey -daha fazlasına sahip olma arzusu, rekabet, düşmanlık inşası- özellikle çocuklardaki empati gelişimini engeller.
Evrim, her hücrenin düşü olan iki hücre olma itkisiyle başlayıp, karmaşık toplumsal dayanışma ağlarına uzanan bir sürekliliğin en güçlü kanıtıdır. Ancak bu gerçek, evrimi kasıtlı biçimde çarpıtarak bireyciliği, eşitsizliği ve sömürüyü meşrulaştırmaya çalışan gerici ve kapitalist ideolojiler tarafından sürekli gölgelenmek istenir. Evrimin gerçek işleyişini, özellikle de dayanışmanın köklerini kavramak ve bu bilgiyi savunmak, bu gerici ve kapitalist tahribata karşı mücadelenin vazgeçilmez bir parçasıdır. Dünyayı anlama ve dönüştürme yolculuğumuzda, bilim ve evrimsel bilginin ışığı yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.
[1] François Jacop
[2] Mutasyon bir canlının genomu içindeki DNA ya da RNA diziliminde meydana gelen kalıcı değişimlerdir.
[3] Çaprazlama, eşeyli üreyen canlılarda erkek ve dişi üreme hücrelerinin birleştirilmesiyle yavru bireyler elde edilmesidir. Çaprazlamada karakterleri oluşturan alel genlerin yarısı dişiden yarısı erkekten alınır.
[4] Kozmik Takvim, Vikipedi, 2024, Erişim tarihi: 2 Haziran 2025.
[5] Leonard Eisenberg, The Tree of Life, 2008
[6] Evogramlar, bir grup canlının ve bunların belirli özelliklerinin nasıl evrimleştiği hakkında bilgi taşıyan şemalardır.
[7] Teleoloji veya erek bilimi, yaşamı ve evreni ereklerle temellendiren ve açıklayan düşünce biçimidir.
[8] Sosyal Darwinizm, 2025, Vikipedi, Erişim tarihi: 3 Haziran 2025
[9] Stephen M. Downes, Evrimsel Psikoloji: İnsan Davranışlarının Evrimsel Kökeni Hakkında Ne Biliyoruz? (Çev. Berk Çakan), Evrim Ağacı, 20 Temmuz 2020.
[10] Karl Marx, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, 2013.
[11] Frans de Waal, İçimizdeki Maymun, Metis Yayınları, İstanbul, 2008, sf. 30.
[12] a.g.e., sf. 13.
[13] a.g.e., sf. 13-14.
[14] Alegori Dergi, Ayna Nöronlar: Uygarlığın Yapı Taşları, 2021
[15] G. Rizzolatti ve L. Craighero, The mirror-neuron system, 2004.