Emperyalist Rekabetin Yeni Perdesi: Çin ve ABD Gerilimi

Kapitalist dünyanın iki devi, Çin Halk Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki çelişkiler, bir kez daha dünya halklarının gündemine oturmuş durumda. Ne var ki bu gerilim, iki egemen devlet arasındaki basit bir ticaret savaşından ya da hegemonya mücadelesinden ibaret değildir. Bu, kapitalist-emperyalist sistemin kendi iç çelişkilerinin derinleştiği bir tarihsel momenttir.

ABD, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana inşa ettiği dünya hegemonyasını korumak için sistematik bir yayılmacı işgal politikası izliyor. Bu saldırganlığın son durağı, 21. yüzyılın başından itibaren hızla kapitalistleşen ve küresel sermaye birikiminde merkezî bir rol oynamaya başlayan Çin oldu. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, Asya-Pasifik’teki altyapı yatırımları, Afrika ve Latin Amerika’daki ekonomik nüfuzu; ABD’nin egemen sınıflarında, dünyanın kaynakları üzerindeki kontrolün elden gitmesi korkusunu derinleştirmiştir.

ABD’nin hegemonik gücü, yalnızca askerî tahakkümle değil; aynı zamanda doların uluslararası rezerv para olarak kullanılmasıyla da pekişmiştir. 1944 Bretton Woods Anlaşması ile başlayan bu süreç, 1971’de doların altınla konvertibilitesinin sona ermesiyle birlikte tamamen finansal güce dayalı bir hegemonya rejimi yaratmıştır. Küresel petrol ve ticaret işlemlerinin büyük ölçüde dolarla yapılması, ABD’ye sınırsız borçlanma ve finansal manevra kabiliyeti tanımıştır. Bunun yanında ABD’nin yaklaşık 750 dış askerî üs ile dünya çapında bir askerî olarak konuşlandırılmış bir güce sahip olması, emperyalist müdahalelerin altyapısını oluşturuyor. Çin’in bu çok boyutlu hegemonya karşısında yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda finansal ve askerî olarak da alternatif bir eksen oluşturma çabası dikkat çekicidir.

Ancak Çin’in yükselişi, sosyalist ideallerin yeniden güç kazandığı bir süreci değil, tersine, Çin Komünist Partisi’nin sermaye birikimini önceleyen ve devlet kapitalizmiyle yoğrulmuş bir rotaya yönelmesini ifade eder. Çin’in bu yükselişi, emekçi sınıfların çıkarlarına değil, Çinli ve uluslararası tekellerin çıkarlarına hizmet ediyor. ABD’nin Çin’e yönelik yaptırımları, teknolojik kuşatma politikaları ve Pasifik’teki askeri tahkimatı hem ekonomik hem de sistem içi hegemonya krizinin de belirtisidir.

Kapitalist dünyanın iki devi, Çin ve ABD arasında giderek tırmanan gerilim, yalnızca jeopolitik hesaplarla değil, her iki ülkenin içsel ekonomik bunalımlarıyla da yakından ilişkilidir. Bu, hegemonik bir çatışma olmanın ötesinde, sermayenin krizlerine karşı verilen sistemsel tepkilerin çarpıştığı bir düzlemdir. Kapitalist düzenin uçlarındaki güçlü ülkelerin arasındaki rekabetin oluşturduğu gerilim, tıpkı birinci ve ikinci paylaşım savaşlarının öncesindeki gibi yeni bir bunalım evresine girildiğinin işaretlerini veriyor.

Buradan üçüncü dünya savaşının çıkıp çıkmayacağı öngörüsünü geçtiğimiz yüzyıla göre yapabilmek çok daha zor. Çünkü kitle imha silahlarının özellikle nükleer cephaneliğin ciddi miktarlarda olması, böyle bir savaştan zaferle çıkanın da esasında yok olmuş olacağı bir savaşı gözler önüne serdiği için topyekûn savaşların çıkması bir noktada engelleniyor. Ancak bu yerini; ABD’nin, Rusya’nın ve Çin’in bölgesel vekalet savaşlarında, savaş bölgelerinde kendi rüştünü ispat etmek isteyen geri kapitalist ülkelere destek sunarak halkların felaketini getiren bölgesel hegemonya savaşlarına bırakıyor.

ABD ve Çin: Sermaye Güçleri Arası Gerilim

ABD ve Çin arasındaki emperyalist gerilim, yalnızca jeopolitik çıkar çatışmalarına ya da dışa dönük yayılmacılığa indirgenemez; her iki ülkenin izlediği sermaye birikim modellerinin temel farklılıkları da bu çatışmanın sınıfsal karakterini belirliyor. ABD, 1980’lerden itibaren neoliberal birikim modeline yönelmiş; üretimden çok finansallaşmış sermaye biçimleri üzerinden kâr elde etmeye dayalı bir yapıya kavuşmuştur. Çin ise 1990’lardan itibaren devlet öncülüğünde ihracata dayalı, planlı birikim modeliyle “kalkınmacı kapitalizm”in örneği olmuştur. Bu modelde devlet, yatırımları yönlendiren, altyapıyı finanse eden ve stratejik sektörlerdeki yerli sermayeyi destekleyen bir rol oynamıştır. Bu fark, ABD’nin küresel finans ve teknoloji üzerinden; Çin’in ise sanayi üretimi ve altyapı yatırımı üzerinden etki kurmaya çalışmasını açıklıyor.

ABD ekonomisi, 2022 sonrasında FED’in agresif faiz artırımlarıyla birlikte yeniden bir durgunluk tehdidiyle karşı karşıya. ABD Merkez Bankası 2024 yıl sonu faiz raporuna göre 2024’te faiz oranlarının yüzde 5,25 düzeyinde tutulması, reel sektör yatırımlarını frenlerken borçla çevrilen şirketlerin temerrüt riskini artırıyor. Aynı zamanda, yüksek faiz politikası ABD dışındaki sermaye akımlarını tersine çevirerek, gelişmekte olan ülke ekonomilerini baskı altına alırken, içeride teknoloji ve finans sermayesi dışındaki üretken sermaye gruplarını da zorluyor. Bu durum, ABD içindeki sermaye fraksiyonları arasında da bir ayrışma yaratıyor: Silikon Vadisi’nin teknoloji devleri, Çin’le olan entegre tedarik zincirlerinin kesilmesine direnç gösterirken, klasik sanayi sermayesi ve askeri-endüstriyel kompleks daha saldırgan bir Çin karşıtı pozisyon alıyor.

Çin’in ekonomik büyümesi, 2008 sonrası dönemde yüksek borçlanma, altyapı ve emlak sektörüne dayalı genişlemeci politikalarla sürdürüldü. Ancak bu model 2020’lerin başında duvara tosladı. Evergrande, Country Garden gibi emlak devlerinin temerrüde düşmesi, Çin’de “hayalet şehirler”in ve batık kredilerin olağanlaştığı bir manzarayı beraberinde getirdi. Çin Merkez Bankası’nın 2023’te defalarca faiz indirmesine rağmen özel tüketim ve reel sektör yatırımları canlanmadı. Öyle ki ÇKP, düşük faizli kredilerle kendi iç piyasasını dalgalandırmak için vatandaşlarını tüketime teşvik eden uygulamalar başlattı.

Çin’in küresel üretim zincirindeki yeri, onu dünya meta-sermaye üretiminin en dinamik merkezlerinden biri hâline getirmiştir. Düşük işgücü maliyeti, büyük ölçekli üretim altyapısı ve devlet teşvikli sanayi politikaları sayesinde Çin, ABD’ye kıyasla çok daha yüksek hacimlerde ve düşük maliyetle üretim yapabiliyor. Bu yapısal avantaj, Çin’i yalnızca bir “montaj hattı” olmaktan çıkarıp, küresel değer zincirlerinin merkezine yerleştirmiştir. Üretici güçlerin bu gelişimi, Çin’in yalnızca hammadde ve pazar arayan değil, aynı zamanda teknolojik üretimi merkezileştirmeye çalışan bir emperyalist güç olarak sahneye çıkmasına zemin hazırlıyor.

Genç işsizlik oranı ise Temmuz 2023’te yüzde 21’i aşınca (veri yayını durduruldu), Çinli yöneticilerin “istikrar” vurgusu giderek daha baskıcı bir iç güvenlik siyasetini de beraberinde getirdi. Bu koşullar altında Çin’in dışa açılımı, yalnızca ihracatla büyümeye dayalı eski modelin değil, aynı zamanda Afrika ve Güneydoğu Asya gibi bölgelerde “Çin tipi yatırım kolonizasyonu”nun da derinleşmesini ifade ediyor.

İki Taraf da Sıkışmış: Kapitalizmin Çıkışsızlığı

ABD’nin Çin’e yönelik yüksek teknoloji ambargosu (örneğin Nvidia ve ASML’ye Çin’e gelişmiş çip satışı yasağı), yalnızca Çin’in teknolojik gelişimini değil, aynı zamanda ABD’li teknoloji devlerinin kâr beklentilerini de sınırlıyor. Öte yandan Çin’in “iç döngü” stratejisi, yani iç tüketimi artırmaya dayalı yeni büyüme modeline geçişi, gelir dağılımındaki devasa eşitsizlik nedeniyle sınırlı kalıyor. Çin’de en zengin yüzde 10’luk kesim, toplam gelirin yaklaşık yüzde 41’ine sahip.

Bu tablo, iki ülkenin de kendi içlerinde sermaye birikim sürecinde tıkanıklık yaşadığını ve bu tıkanıklığı dışa dönük saldırganlıkla aşmaya çalıştığını gösteriyor. Yani mesele yalnızca Çin’in yükselişi ya da ABD’nin düşüşü değildir. Asıl mesele, dünya kapitalizminin genel bir meşruiyet krizine sürüklenmiş olmasıdır. Ne Çin’in devlet kapitalizmi ne de ABD’nin Trump’ın yönetime gelmesi ile gelen faşist politikaları bu çıkmazdan bir “çözüm” sunabiliyor.

Sonuç: Halklar için Değil, Sermaye için Savaş

Bu koşullarda, dünya işçi sınıfı için tarihsel görev nettir: Emperyalist cephelerin karşısında saf tutarak, bu cepheleşmeyi dağıtacak bir sınıf mücadelesi hattı örmektir. ABD’nin ya da Çin’in çıkarlarına yedeklenmiş hiçbir “alternatif kalkınma modeli”, ezilenler için kurtuluş reçetesi olamaz. Emperyalist savaşlara ve ekonomik krizlerin faturasının halka kesilmesine karşı, enternasyonalist bir dayanışmayı ve kolektif direnişi örmenin zamanıdır. Aynı zamanda bu konumu kendi ülkelerinin iktidarlarına karşı bir savaşı da örerek güçlendirmeleri gerekir. Ne Pekin’in sermaye diktatörlüğü ne de Washington’un savaş makinesi; emekçi halklara özgürlük, barış ve eşitlik getirecektir. Lenin’i hatırlayalım: “Sosyalistler, yığınlara, kurtulmaları için tek çıkar yolun ‘kendi’ hükümetlerini devirmek olduğunu ve bu amaçla, hükümetlerinin bu savaşta içine düştükleri güçlüklerden yararlanmaları gerektiğini anlatmalıdırlar.”

Bugün yapılması gereken, dünya halklarını emperyalist cepheleşmeye yedeklenmekten kurtarmak, her ülkede sermayeye karşı mücadeleyi yükseltmektir. Gerçek barış, ancak emperyalist sistemin kökten tasfiyesiyle, işçilerin iktidarına dayanan yeni bir dünya düzeninin inşasıyla mümkün olacaktır.

Scroll to Top