19 Mart Sürecinde Hukuk Garabetinin Yansımaları ve Toplumsal Karşılığı

19 Mart’ta saray rejiminin yargı eliyle gerçekleştirdiği siyasi darbe yalnızca İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik bir operasyon değil doğrudan halk iradesine, Türkiye’de yaşayan herkesin temel hak ve özgürlüklerine, demokrasiye yönelmiş bir saldırıydı aynı zamanda. Bu süreçte daha da gün yüzüne çıkan hukuksuzluk ve yasasızlık, devletin adaletle olan bağını bir kez daha sorgulatırken, “Hukuk yoksa, sokak var” sloganı sokakta, meydanlarda ve zihinlerde ete kemiğe büründü.

Son yıllarda yargı bağımsızlığının sistematik bir biçimde ortadan kaldırılmaya çalışıldığı pek çok süreç yaşadık. Saray rejiminin faşist gidişatta sıkıştığı her an elinin uzandığı, halka karşı sopa, muhaliflerin sesini kısmaya bir aparat ve nicesini gördük.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışında kendisine en yakın rakip olarak gördüğü İmamoğlu’nun önce diplomasının iptali ile başlayan hemen ertesinde Kent uzlaşısı bahane edilerek İBB’ye operasyon gerçekleşti. Operasyonun merkezinde, terörle iltisaklı kişilerle irtibat iddiası yer aldı; ancak bir hukuk garabetine dönen gizli tanık meselesi de yine gündemdeydi.

Yargı Darbesi kavramına kısaca bakacak olursak:

Yargı darbesi; demokratik meşruiyeti olmayan ancak hukuk kisvesiyle gerçekleştirilen siyasal müdahaleleri tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Bu tür müdahalelerde, anayasal çerçeve içinde hareket ediyor gibi görünen yargı organları, aslında iktidarın siyasal ajandasını hayata geçiren araçlara dönüşür. Aslında hiç yabancısı olmadığımız bu kavram Türkiye’de defalarca kez pratikleriyle karşımıza çıktı.

Kısa bir hatırlatma ile; AKP iktidarı döneminde yargının kontrol altına alınma süreci özellikle 2010 anayasa referandumu ile belirginleşmiş, 2017 anayasa değişikliği ile kurumsal hale gelmiştir. 2010 yılında Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısının değiştirilmesiyle birlikte, yargı üzerindeki demokratik denetim mekanizmaları zayıflatılmış, siyasi iktidarın yargı atamaları üzerindeki etkisi artırılmıştır. 2017 referandumu ile birlikte yürütme organı olan Cumhurbaşkanı’nın, Hâkimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin çoğunluğunu doğrudan veya dolaylı olarak belirleme yetkisi kazanması ise yargının fiilen yürütmeye bağlanması anlamına gelmiştir. Böylece kuvvetler ayrılığı ilkesi ciddi biçimde ihlal edilmiş; yargı, bağımsız bir güç olmaktan çıkarak yürütmenin siyasi ajandasını uygulayan bir araca dönüşmüştür. Bu dönüşüm, başta ifade özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin yargı yoluyla sınırlandırılmasını mümkün kılmış, aynı zamanda devrimcilerin, muhalif siyasetçilerin, gazetecilerin, akademisyenlerin ve hak savunucularının sistematik biçimde yargı yoluyla hedef alınmasının da önünü açmıştır.

19 Mart

19 Mart 2025 tüm bu süreçlerin sonunda gelinen noktayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi ve geniş bir toplumsal karşılık doğurdu. Başta gençler olmak üzere toplumun birçok kesimi durumu protesto etmek, iradesine sahip çıkmak için sokaklara çıktı. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin, önüne dikilen barikatları aşarak Saraçhane’ye ve İstanbul başta olmak üzere birçok yerde sokaklara taşmaları ve devamında gelen hareketliliğin konunun yalnızca İmamoğlu olmadığını da gösterdi. Gençler kendi talepleriyle geleceklerine sahip çıkmak için oradaydı.

Saray rejimi beklemediği bu hamle karşısında açık şiddetiyle, polisiyle sokakları zapt etmeye çalışsa da bunu başaramadı. Başaramadıkça adaletin temel ilkeleri, temel hak ve özgürlüklerin tamamıyla askıya alındığı gözaltılar, dayanaksız tutuklamalar, ev baskınları, işkence, çıplak arama gibi faşizan uygulamaları toplumu sindirme aracı olarak kullandı.

Hukuk Yoksa Sokak Var! [1]

Halkın sokağa dökülen öfkesi bir anda açığa çıkan bir öfke değildi. Uzun zamandır devam eden antidemokratik uygulamalar, halka dayatılan ekonomik politikalarla yoksulluğun derinleşmesi, geleceksizlik ve tüm bunlarla yaşanan çürüme…

Sokakta hak, hukuk, adalet talebiyle başlayan eylemler “Hukuk Yoksa Sokak Var!” sloganının somutlaşmasıyla devam etti. Çünkü “Hukuk Yoksa Sokak Var!” yalnızca bir slogandan ibaret değil, açıkça sarayın aparatı haline gelmiş yargıya karşı halkın meşru direniş çağrısı olarak yankı buldu. Bu noktada sokak, sadece fiziksel bir alan değil; hukuksuzluğa karşı kolektif hafızanın ve iradenin yeniden kurulduğu bir mecra haline geldi. İşte yeniden sokağın politik ifadesi olarak somutlaşmıştı sloganlar. Yargının çöktüğü yerde, meşruiyet başka alanlarda, sokakta, dayanışma ağlarında, yeniden kurulmaya başlandı.

Sokağın gücü; geri adım atmayarak sokakta olmaya devam eden halk iradesi gözaltı ve tutuklamalara boyun eğmedi. Halk her gün hukuksuzluğu konuştu, başta gençler olmak üzere tutsak edilenler için çeşitli kampanyalar ile eylemsellikler buluştu. Üniversite öğrencilerinin aileleri hukuksuzluğa karşı dayanışma platformu kurdu. Devrimci avukatlar gecesini gündüzüne katarak hukuki mücadeleyi mahkeme salonlarından sokağa taşıdı. Saray yargısının tehditleri karşısında polisin çıplak arama uygulamaları, tacizleri, işkenceleri her gün açığa çıkarıldı. İçeride ve dışarıda halkın iradesinin umudunun karşısında saray yargısı geri adım atarak tahliye kararları vermeye başladı.

Bu süreç tekrar siyasetin yalnızca sandıkla sınırlı olmadığını; hukuk yolunun kapatıldığı yerde sokakların bir hak arama alanı olarak yeniden kurulabileceğini gösterdi. Bu slogan, adaletin yalnızca mahkeme salonlarında değil, onun varlığını talep eden bedenlerde, seslerde ve sokaklarda da kurulduğunu hatırlattı.

Hukukun Ekonomi Politiği: Boykot ve Sermayenin Korunması

19 Mart sonrası gelişen toplumsal direnişin önemli damarlarından biri de tüketim boykotlarıyla kendini gösterdi. Halk tüketimden gelen gücünü kullanarak yalnızca yargı kararlarını değil, o kararların arkasındaki iktidar-sermaye ilişkilerini de hedef alarak “iktidarın arkasındaki sermayeye dokunma” kararlılığını gösterdi. Buna karşı sermaye iktidarının refleksi, adaleti değil piyasa istikrarını önceleyen açıklamalarla ortaya çıktı. Bakanlar ardı ardına sermaye gruplarını koruma mesajları verdi; “boykot ekonomik güvenliği tehdit eder” diyerek halkın iradesi kriminalize edilmeye çalışıldı. Antep’te bulunan Eruslu Global’e ait Ecoplast fabrikasında çalışan bir işçi boykot çağrısını WhatsApp durumunda paylaştığı için işten çıkarıldı. Adalet bakanı “hukuka aykırı boykot” gibi uydurma bir açıklamayla boykot çağrısı yapanları hedef haline getirdi. Alışverişleri öne alma çağrıları yapıldı. Sarayın savcıları hızlıca soruşturma başlattığını duyurdu. Boykot bir ifade özgürlüğü biçimi olup herhangi bir suça dayanak olacağını söylemek dahi bir hukuk garabeti örneği. Elbette tesadüfi değil. Bu süreç, hukuk sisteminin sadece politik değil, aynı zamanda ekonomik bir araç olarak nasıl işlediğini; yasaların, sermayeyi korumak uğruna nasıl eğilip büküldüğünü, görmezden gelindiğini çarpıcı biçimde gösterdi. Hukukun ekonomi politiği böylece bir kez daha görünür hale geldi: Adalet, mülkün temeli değil, sermayenin teminatıydı.

Kurtuluş Halkın Gücündedir!

Bir kez daha gözler önüne serilen gerçek şu ki; halkın gerek ekonomik gerek hukuki açıdan güvencesi kalmamıştır. Saray rejimi halkı yoksulluk, hukuksuzluk, güvencesizlik kıskacına mecbur bırakarak tabiri yerindeyse başını ezmeye kendi varlığını sürdürmeye kararlıdır. Faşizmin kurumsallaşma hamlelerinin karşısında duracak tek güç halkın örgütlü gücüdür. Halkın şimdilerde daha da açığa çıkan iradesi kendi geleceğini kurmaya muktedir tohumları içinde taşımaktadır. Şimdi halkın tüm bileşenleriyle bu gücü bir program çerçevesinde sürdürme, demokratik bir anayasayı, demokratik cumhuriyeti kurma iradesini yükseltme zamanıdır.


[1] Hukuk Yoksa Sokak Var; ÇHD’nin 16 Şubat 2015 iç güvenlik yasasına karşı eylemlerinde kullanılmış, daha sonra çeşitli eylem ve pratiklerde somutlaşmış slogan.

Scroll to Top