19 Mart’ın Dünü Bugünü

19 Mart darbesi aniden ortaya çıkan bir durumdan öte içerik taşır. Darbe girişimi, siyasal İslam’ın faşizmle iç içe geçerek özel bir rejime evrilmesi ve bu rejimin mutlak iktidara doğru yürüyüşünün son adımı olarak görülmelidir. Süreç henüz zaferini ilan edemese de hedeften asla vazgeçilmiş değildir.

Bu noktaya nasıl geldiğimize kabaca bakmakta fayda var. Hedeflenen rejime yönelişin netleşip koyulaşmaya başladığı kırılma anını 2013 Gezi ayaklanması ile başlatabiliriz. 2002 seçimlerinden beri girdiği her seçimde tek başına iktidar olma “yeterliliği” almaya alışan AKP, Gezi’nin yaratmış olduğu rüzgâr ile 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu rahatlığı yitirdi ve takip eden süreçte eskisinden daha kararlı olarak yeni rejim inşasına yöneldi. Bu yeni rejimde kurala ve hukuka yer tanımayan bir strateji devreye sokulacak ve tek başına iktidarda kalma stratejisi YSK eliyle hayata geçirilen yeni düzenlemelerle de desteklenecekti.

2013 Gezi ayaklanması ve sonrasında belki de Türkiye’de siyasi tarihin en büyük vurgununu deşifre eden Gülen Cemaati’nin Emniyetteki kadroları eliyle yaptığı 17-25 Aralık operasyonlarıyla başlayan süreçte AKP-Cemaat iktidar bloğu içerisinde kimi kırılmalar olsa da asıl çatlak 2016’daki başarısız darbe girişimiyle açığa çıktı. 7 Haziran’ın üzerinden henüz bir yıl geçmişken yapılmak istenen darbeyle AKP iktidarı hedeflemişti. Ancak darbe öncesi darbe yapılacağı bilgisi iktidar tarafından öğrenilmiş ve bu süreçte oluşan karmaşanın yarattığı fırsatlardan yararlanılarak devlet içi kimi pazarlıklar çerçevesinde iktidar bloğunun mimarisinin yeniden şekillendiği bir konsensüs ile yola devam edildi.

Siyasal İslam’ın kutlu yürüyüşü başarısız darbe girişiminden sonra 21 Temmuz 2016’da ilan edilen ve 7 kez uzatılan OHAL eliyle devam ettirilecekti. OHAL eliyle yol temizliği yapılabilecek, tüm engeller fiili olarak bertaraf edilebilecek, faşizmin taşları döşenerek dönüşü olmayan bir yola girilecekti. Bu yol alışa “fiili” diyorum, zira uygulanan rejimin ne bir yasal dayanağı ne de meşruluğu vardı.  Erdoğan’a, kendisinin önüne lütuf olarak gelen bu kozu hem yeni iktidar bloğunu hem de onun içinde kendi konumunu yeniden konsolide edecek şekilde dönüştürmek kalıyordu.

Burada özel bir durumu da eklemeliyiz. Tüm bu kavşaklarda CHP siyasal İslam’ın yürüyüşüne engel olmak bir yana, tersine onu her kritik dönemeçte sırtlamış, bu yürüyüşün önünü açmıştır. HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına dair oylamada kendi deyimleriyle “anayasaya aykırı olmasına rağmen” evet oyu kullanılması, 15 Temmuz sonrasında Kılıçdaroğlu’nun Yenikapı’ya koşarak katılması, Özgür Özel’in yerel seçimlerden hemen sonra “normalleşme” hamlesi, Erdoğan’ın en zayıf anlarında CHP’nin Erdoğan’a üflediği yaşam enerjilerinden bazılarıdır.

Bir devlet partisi olarak CHP, aslında tasfiye edilen eski rejimin bekasının gerekliliklerini yerine getirdiği yanılsamasıyla üzerine düşen sorumluluklardan(!) hiç kaçmadı. CHP’nin kendisinin kurucusu olduğu devletin ve rejimin ayaklarının altından kaydığı gerçekliğiyle yüzleşmesi çok daha sonra, Ekrem İmamoğlu’nun cezaevine gönderilmesiyle olacaktı.

Erdoğan İmamoğlu ile Tanışıyor

31 Mart 2019 yerel seçimlerinde beklediği sonuç sandıktan çıkmayınca seçimi tekrarlatmış olan Erdoğan, İstanbul’u Ekrem İmamoğlu’na karşı yeniden üstelik çok daha büyük bir oy farkıyla kaybedecekti. 31 Mart 2024 yerel seçimlerde Erdoğan’ın üçüncü kez kaybedecek, rakibi İmamoğlu Türkiye sermayesinin siyasal sürece kazandırdığı ve yeni bir siyasal lider olarak hazırladığı isim olacaktı.

Siyasal iktidarın yerel seçimlerde üst üste kaybetmesi özellikle yoksullarla kurmuş olduğu bağın kısmen zayıfladığını gösteriyordu ve zaten diğer büyük şehirlerde de CHP kazanacaktı. Bu gerçeklik, 31 Mart 2024’te yerel seçim sonuçlarının önemli belirleyeni oldu.

22 yıllık iktidarın uyguladığı ekonomik politikaların yaratmış olduğu yıkımın faturasını ödeyen halk sandığa giderek iktidardaki partinin dışındaki seçeneği işaret etti. Erdoğan’ın 22 yıllık yenilmezlik zırhını parçalanıp yere seriliyor, üstelik artık kendisine rakip olan bir seçenek de vardı.

Ancak, yine de Erdoğan minderi öyle kolayca terk etmeyecekti.

Yeni Türkiye’nin Kodları

1 Ekim’de TBMM açılışında Bahçeli’nin DEM Parti’lilere uzattığı el sembolik olmaktan öte bir anlam taşıyordu. İktidarın Yeni Türkiye’sinin ilk işaret fişeği böylece fırlatılıyordu. Hemen akabinde Erdoğan’ın “İç cepheyi tahkim etmeliyiz” söylemi, Bahçeli’nin   uzattığı elin “iç cephe” ile murad edilenin önemli bir ögesini simgelediğini gösteriyordu.

Ancak 19 Mart darbesi ile Türkiye gündemi önemli oranda değişti. Bu değişikliğe Kürt siyasal öznelerin reaksiyonu tutuktu. Gezi sürecinde Kürtlerin sokağa çıkmasındaki gecikmede o dönemin çözüm sürecinin akıbeti yatıyordu. Benzer bir süreç kendini burada gösterdi.

27 Şubat’ta İmralı’dan gönderilen mektup ile Öcalan’ın almış olduğu inisiyatif, barış olasılığını güçlendirse de devletin ve hükümetin bu geçen zaman diliminde herhangi bir adım atmaması, adının konulmasında imtina edilen sürecin akıbetinin ne olacağına dair belirsizliği arttırıyor.  Süreç halen belirsizlikler içinde yol almaya çalışıyor.

Dem Parti’lilere uzatılan elin arkasında Orta Doğu denkleminde kendisine alt emperyalist alan açmaya çalışan, ama aynı anda içeride “iç cepheyi” tahkim etmeye çalışan Türkiye egemenlerinin Kürt Siyasal Hareketini nötrleştirme çabası var.

Eş zamanlı olarak benzer bir adım büyük sermaye içinde atıldı. TÜSİAD başkanlarının göz altına alınmasıyla başlayan büyük sermaye ile gerilim ekonomi yönetiminin başarısızlığına ilişkin bir içeriğe sahip olsa da TÜSİAD’ın Erdoğan’ın yerine Ekrem İmamoğlu gibi bir alternatif yaratma çabası da yatıyordu. Zira Erdoğan Yeni Türkiye’yi iç cephenin tahkimi üzerinden kurgularken kendisine koşulsuz biat talep ediyor.

Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptalinin herhangi bir hukuk normuyla açıklanması imkânsız. Ancak iptal, faşizmin yürüyüşünün geldiği aşama açısından önemli bir veri sunuyor. Her ne kadar yasalar ve anayasa, kazanılmış hakların sonradan iptal edilmesiyle, ilgili yasanın geriye yürümeyeceğini belirtse de karar verici merci öyle göründüğü gibi mahkeme değil ona emreden siyasal erkin keyfiliğidir.

Böylece 2017 referandumuyla güçler ayrılığını tamamen ortadan kaldıran ve parlamentoyu işlevsel olarak önemsiz kılan siyasal İslamcı yeni Türkiye, yasamanın yanına yargıyı da ekleyerek faşizmin yürüyüşünde koşulsuz biat aşamasına geçmiş oluyordu.

Ekonomik Kriz İktidarı Götürür mü?

2008 kriziyle birlikte neoliberal sermaye birikiminin tıkandığının netçe görüldüğü ama yerine henüz yeni bir birikim modelinin de geçemediği bir ara dönemin içerisindeyiz. Neoliberal birikimin düsturu olan devletin sermaye birikimine karışmayarak gittikçe küçülmesi, emeğin esnekleştirmesi ve üretimin parçalanması idi. 2008 sonrasında neoliberal birikim modeli vaat ettiği devletin işlevine dair önermesinden gittikçe uzaklaştı. Bu dönem birikim krizi olarak açığa çıkan   kapitalist sistemin içinde bulunmuş olduğu yapısal sınırlılıkları içerisinde hareket ediliyor ve kriz aşılmış değildir. İşte, tam da bu yüzdendir ki uluslararası sermaye yapısal sınırlılıkları yönetebilmek için otoriter-faşist rejimlerle ve bu rejime uygun liderlerle yol almaya çalışılmaktadır.

Bu küresel süreç Türkiye’de Erdoğan’a hareket alanı sağlıyor ve üstelik uluslararası imkân ve olanaklar da açıyor. 19 Mart darbesinin ABD’nin refakatinde ya da en azından sessiz kalmasıyla gerçekleşiyor olmasını buradan anlamlandırabiliriz.

Türkiye sermaye birikiminin dayandığı tek enstrüman dışardan para girişidir. Türkiye ekonomisi dışa bağımlıdır. Bu anlamda yüksek faiz karşılığında da olsa döviz girdisinin gerçekleşiyor olması; ekonominin yönetilmesine olanaklar açıyor. Merkez Bankası’nın rezerv birikiminin önemli kaynağı buradan sağlanıyor. Yüksek faizler karşılığında gelen sermaye Merkez Bankası’nın rezervleri olarak işlev görüyor ve rezervler ekonominin şok dalgalarına karşı kullanılma imkânı da sağlıyor.

19 Mart’tan bu yana net 40 milyar dolar rezerv eritildi. Merkez Bankası bu süreçte dövizi tutabilmek için piyasaya milyarlarca dolarlık rezerv satışı yaptı. Borsada da devlet bankaları eliyle alımlar yapıldı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, MB’nin rezervlerini eritmesiyle ilgili eleştirilere ”Rezerv iç ve dış şoklara karşı bir tampondur. Rezervler kullanılmak üzere biriktirilir,” yanıtı durumun vahametini ortaya koyuyor. Hatırlanacağı gibi önceden 128 milyar dolarlık rezerv de iktidardaki koalisyonun kendisini yeniden konsolide etmesi için eritilmiş, bunun sonucunda da ekonomi yönetimi suçlu bulunarak yola Nurettin Nebati ile devam edilmişti.

19 Mart sonrası Erdoğan’ın ikbal hesapları üzerinden rezervlerin yeniden eritilmesi Türkiye ekonomisinin kırılganlığını arttırıyor, ama diğer yandan siyasal iktidarı yeniden konsolide etmek açısından hâlâ işlev görüyor. Erdoğan şimdi de olup bitenlerden dolayı Şimşek’i suçlayarak kendisine bir kez daha hareket alanı sağlayabilir.

Kaldı ki Trump’ın ticaret savaşı ve kurumların lağvedilmesi sürecinden sonra da hem ABD’nin hem de Avrupa’nın Türkiye ile kuracağı ilişkiler açısından ekonomik kimi imkânlar da açığa çıkabilir.

Dolayısıyla salt ekonomik verilere bağlı olarak adeta kendiliğinden iktidar değişikliğinin gerçekleşmesini beklemek iktidar koalisyonunun tam da istediği şeydir.

Merkez Bankası’nın rezervleri eritmesinin faturasının bir kez daha yurttaşlara kesileceğini görmek gerekiyor. Sadece iki günlük müdahale asgari ücreti yüzde 16 oranında eritti, sonraki müdahalelerle de alım gücünü yüzde 30’lara varan bir oranda eritti.  Bu azalış sokağa çıkan kitlereler açısından önemli oranda yakıt işlevi görecektir.

Halk İsyan Etti

Erdoğan uzun bir süredir içeride üretemediği rızayı gerçekleştirmek için adeta çırpınıyor ve siyasi stratejisini 23 yılı aşkın iktidarın süresinin yarattığı imkân ve özgüvenle hayata geçiriyor.

Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve hemen akabinde yapılan tutuklamaların arkasında tam da bu özgüven yatıyor.

İmamoğlu’nun tutuklanması yeni bir şok dalgası yaratırken başlangıçta CHP’nin alıştığımız klasik tavırları ortaya çıktı: Yasal sınırlılıklar içeresinde hukuk yoluyla karşı çıkacaklardı! Ne olduysa İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin barikatları aşarak Saraçhane’ye doğru hareket etmesinden sonra oldu. Milyonlarca insan bir kez daha gelecekleri için sokağa çıkacaktı. Özel olarak gençliğin öncülüğünde gelişen sokak hareketlilikleri ne CHP’nin ne de Erdoğan’ın beklediği bir durumdu.

Gençliğin isyanını halkın direnişiyle buluşturan bu süreç siyasal İslam’ın faşizme yürüyüşüne karşı bir anda önemli bir mevzi oluşturdu. Gençliğin geleceksizliğe karşı biriken isyanı halkın ise uzun zamandır karşı karşıya kaldığı hayat pahalılığı ve rejim baskısı sokağın barometresini yükseltmeye yetti.

Saraçhane eylemlerinden bu yana yüzbinlerin yan yana gelmesiyle birlikte birçok kentte halkın sokağa dökülmesi, Maltepe’de milyonların buluşması, gençliğin üniversitedeki boykotları ve tüketimden gelen gücü seferber etmesi hareketin anlık parlayıp sönümlenmesinden ziyade ısrarlı ve süreklilik içerdiğini gösteriyor. Nefeslerimizi uzun süreceği anlaşılan bu döneme göre ayarlamak ve bu döneme özgü uygun yeni konumlanmalar edinmek gerekiyor.

Bir diğer dikkat çekici nokta, solun mevcut yapısı ve güç ilişkileri açısından kitleyle bağı zayıf olmasının yaratmış olduğu boşluğu Özgür Özel’in doldurmasıydı. Halkın öfkesi ve gençliğin ön açan enerjisi Özgür Özel’in de beklediği veya hazırlandığı bir durum değildi. Hareketin yaratmış olduğu hava korku duvarlarını aşmakla kalmadı tüm muhalefet bileşenlerini hizaya soktu. Özel’i hareket ettiren güç halkın rejime karşı direncidir.

İçinde bulunduğumuz durum belirli kazanımlar içerse de tam olarak faşizm püskürtülmüş değildir. Üstelik sokakla zorunlu olarak bağ kuran CHP’nin ve Özgür Özel’in niyetinin ve ufkunun ne olduğunu biliyoruz. Bu hareketliliği ileri taşıyacak siyasal özne hiç şüphesiz zayıf da olsa sosyalist sol dur. Bu anlamda sola bir kez daha önemli fırsat ve doğuyor.

Solun Misyonu

Sol çok önemli tarihsel görevlerle yüzleşiyor. 19 Mart sonrası gelişmelere bakıldığında çok açık biçimde toplumsal muhalefet bir kez daha solun misyonunu hatırlatıyor. Solun ısrarla bu misyondan kaçıyor oluşu ise, sokağın ve sonrasının akıbetinin ne olacağına dair belirsizliklerle sınanıyor. Sonuç alacak eylem yerine şaşkınlık, kendine kapanma, ulusalcı ve liberal eğilimlerin bir kez daha canlanması ya da sloganların ötesine taşınmayan tutumlar ağırlıkta. Oysa süreç çok önemli araçları harekete geçirebilecek olanakları kendi içerisinde barındırıyor.

Sonuç alıcılıkta önemli bir işlevi olan üretimden gelen gücümüzün “Genel grev genel direniş” in gerçekleşmesinin tek yolu işçi sınıfının içinde olabilme, sınıfı örgütlemekte yatıyor.

Boykotlarla şunu deneyimlemiş olduk: Boykotun ekonomik işlevinin yanı sıra siyasal işlevi öne çıktı. Toplumsal olarak kolektif davranmanın sınırlarını zorlama ve halk olarak bir “Biz” yaratma açısından önemli bir deneyim açığa çıktı. Genel grevin aceleyle örülmeye çalışılması sınıfın gerçekliği ile sendikal bürokrasinin terazisinde anlam bulmayacaktır. Fakat bu denli kolektif hareketin enerjisi ve devinimi üzerinden düşünürsek söz konusu talep süreç içinde güç kazanabilir.

Solun bu yeni fırsatı değerlendirmesi yaşamsal önemdedir. Tam da “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın iddiasının hayat bulacağı gelişmelerin içerisinde hareket halindeyiz. Öyle ya da başka biçimlerde toplumsal muhalefetin bu denli yükseldiği bir dönemde halka öncülük edecek bir İttifak’ın inşası ve müdahalesi şimdi değilse ne zaman gerçekleşecektir?

Şimdiki olağanüstü durumun dayattığı görevlerin solların tek tek yapılarının müdahalesini aşan bir gerçeklik barındırdığı aşikâr değil mi? Bu süreç tekil pratiklerin sınanmasıyla yol alınmasının sınırlılıklarına heba edilemez. Dolayısıyla Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Anayasa’nın olasılığı bugün o olasılığı daha güçlü savunabilecek bir İttifakın cüretini bekliyor.

Scroll to Top