Sermaye İçi Mücadeleye Kitlelerin Müdahale Aracı: Ekonomik Boykot

İmamoğlu’nun tutukluluğu ile başlayan süreçte, Özgür Özel’in çağrısını yaptığı temel mücadele yöntemlerinden bir tanesi boykot oldu. Saraçhane’de kürsüden boykot edilecek şirketleri saydı, sosyal medyada listeler dolaşıma çıktı ve sokağa dökülen kitlelerin de boykota ciddi ilgi gösterdiğini gördük. Şu ana kadar süreç özellikle EspressoLab isminde bir zincir kahve firması üzerinden ilerlemişti. Şirket iktidar ile ilişkilerini reddetmeye çalışsa da AKP’li bakanlara kadar ulaşan destek açıklamaları ve ziyaretler şirketin iktidar ile ilişkilenmekten kurtulma çabasını tümüyle boşa düşürmüş oldu. Şirketin bu süreçte yaşadığı kayba dair çok çeşitli iddialar ortaya atılsa da devletin en aşağıdan en tepeye, basit bir kahve şirketi için seferber olması şirketin kaybının ciddiyetine işaret ediyor.

CHP’nin belli yandaş şirketler özelinde odakladığı boykot kampanyasını, aslında sürecin tümünde öncülüğü gösteren gençlik bir kez daha farklı bir boyuta taşımanın yollarını açığa çıkardı. Üniversiteler Koordinasyonunun çağrısı ile 2 Nisan için bir genel tüketim boykotu çağrısı yapıldı. Bu çağrı sadece belli yandaş şirketleri değil, tüm tüketimi olabildiğince azaltma, hatta mümkünse sıfırlamayı hedefliyor. Bu yönüyle gençlik süreç boyunca olduğu gibi bir kez daha, CHP’nin ötesine geçerek CHP’yi de kendisini takip etmeye zorlamayı başardı ve genel tüketim boykotu çağrısı CHP tarafından da sahiplenildi. Bu çağrıyı “Tüketimden gelen gücün” sonuna kadar kullanılmasına yönelik bir çağrı olarak değerlendirebiliriz. Bu “tüketimden gelen güç” tartışmalarına geçmeden önce ise, bu çağrının devlette çok büyük bir panik yarattığını vurgulamak gerek. Boykot çağrısına soruşturma açılacağı iddiaları, şirketlerin tazminat davası açabileceğine yönelik uydurmalar ve devlet yetkili ve trollerinin boykot karşısında seferber olduğunu hep izledik. Tüm bunların ışığında “tüketimden gelen güç” meselesinin ufak bir değerlendirmesini yapmak ve boykotun bir yöntem olarak anlamlılığını tartışmak gerekiyor.

Genel Grev mi, Genel Boykot mu?

CHP’nin boykotu kampanyasının merkezine oturttuğu günden beri, özellikle sosyalistler arasında (ancak kitle içerisinde de) boykota dair bir şüphenin varlığını tespit etmek mümkün. Bu şüphenin ise temelde iki kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, kitleselleşen ve her geçen gün daha da militanlaşan hareketin, boykot yoluyla pasifize edileceği, daha büyük fırsatların elden kaçırılacağı korkusu. Özellikle Saraçhane’de konuşan öğrencilerin genel grev çağrısı yaptığı, üniversitelerde akademik boykotun örgütlendiği ve sokakta barikatların yıkıldığı günlerde, boykottan daha ileri bir adım gerekliliği birçoğumuzun aklında canlandı.

Şüphenin ikinci kaynağı ise tüketimden gelen güç kavramına dönük. Gücümüzün tüketimden değil üretimden geldiği vurgusu da insanların önemli bir bölümünün yoksulluktan dolayı zaten doğal boykot halinde yaşadığı vurgusu da “tüketimden gelen güç” kavramına şüphe duyulmasına yol açtı.

Bu iki şüphenin de son derece haklı olduğunun altını çizerek tartışmaya başlamak gerek. Gerçekten de sokaktaki kitle boykotun çok daha ötesine geçebilecek, çok daha ileri hamleler gerçekleştirmeye hazır bir durumda. Yine benzer şekilde birçok insanın da gerçekten EspressoLab’a gitmeye parasının yetmediği, kitlelerin asıl gücünün tüketimden değil üretimden geldiği bir gerçekliğin içerisindeyiz. Çünkü halkın önemli bir bölümünün tüketimden bir güç devşirebilecek bir tüketim imkânı bile bulunmuyor. Ancak bu iki şüphenin haklılığına karşın, boykotun desteklenmesi ve boykot çağrısının yükseltilmesi gerekiyor.

Tüketimden Güç Devşirebilir Miyiz?

Bu yazıda hedefim, ekonomik boykot ile şirketlerin uğratılabileceği zararı tespit etmek değil. Zaten aslında boykotun şirketlerin varlığına yöneltebileceği tehdide yönelik şüphe ve eleştirilere de katıldığımı önceki paragraflarda ifade ettim. Ancak bu şüphelere karşın boykotun önemini ve desteklenmesi gerekliliğini açıklamaya çalışacağım.

Yazının girişinde de değindiğim üzere, şüphe ile yaklaştığım boykot çağrısı beni çok şaşırtan ve boykota dair şüphelerimi de yerle bir eden bir devlet tepkisi yarattı. En tepeden en aşağıya devlet bürokrasisinin ve medyadaki trollerinin tümü adeta bu çağrı karşısında seferber oldu, tüketime teşvik etmek için açıklamalar ve indirimler ilan edildi. Daha da komiği boykot gibi, son derece meşru ve özünde sivil itaatsizlikten başka bir şey olmayan bir yöntem bile kriminalize edilmeye çalışıldı. Daha düne kadar tasarruf ismiyle maaşları baskılayan, halkın alım gücüne tasarruf bahanesi ile çöken iktidar, bu sefer gerçek bir harcamama hareketi karşısında açıkça dehşete düştü. Boykot çağrısına tazminat davaları açılabileceğinden, milli sermayeye çekilen operasyon zırvalarına varan iddialar ortaya atıldı boykotu ezebilmek için.

Sermaye Devletinin Teşhiri

Devletin düştüğü dehşeti görünce, boykot meselesinin daha derin bir değerlendirilmesini yapma gerekliliği açığa çıkıyor. Bu dehşeti anlamlandırabilmek için de tüketimden gelen bir güç kavramının gerçekliği üzerine düşünmek gerek. Yazının devamında buna değinmeden önce, devletin düştüğü gülünç ve rezil durumun sosyalist siyaset adına önemini vurgulamaya çalışacağım.

Türkiye’de halkın gözünde devletin kutsallığı, devletin tüm halkın üzerinde yer alan, koruyan kollayan bir “baba” olarak düşünülmesi sosyalist hareketin önündeki temel engellerden bir tanesi. Tüm bu kitlesel isyan sürecinde dahi, polisin kutsallığı anlatısı, aslında devletin değil AKP’nin kötü olduğu iddiaları varlığını sürdürmeye devam etti. Saraçhane’de Özgür Özel polisle karşı karşıya gelen kitleleri açıkça eleştirdi, kitlenin içerisinde dâhi polise çiçek verme, polise iyi davranma refleksleri dönem dönem kendini açığa çıkardı. Ancak gün geçtikçe, polisin halk düşmanlığının da açığa çıkmasıyla beraber, kitlelerin gözünde polis sorgulanır hale gelmeye başlamıştı.

Boykot çağrısı ise çok daha temel bir gerçeği daha açığa çıkardı. Vatandaşının açlığını, yoksulluğunu önemsemeyen, deprem anında dâhi seferber olma refleksi gösteremeyen devlet bürokrasisi, EspressoLab dükkanlarında sıra oldu. Sermayenin kârına zeval gelmesin diye savcılar göreve çağrıldı. Boykot çağrısı yapan yurttaşlar, ünlü oyuncular da dâhil olmak üzere gözaltına alındırlar. Bazı eylem anlarında polisin, vatandaş ile sermaye arasında bizzat hat çektiği, açıkça dükkanları koruduğu görüntüler de oluştu. Bu görüntüler, özellikle de AKP’ye muhalif olan, ya da şu an yaşanan eylemlerin haklı olduğunu düşünen insanların zihninde yer edecektir.

Sosyalistlerin teorik olarak ifade etmeye çalıştığı sermaye devleti anlatısı, devletin aslında kitlelerin yararına ve onları temsilen var olan bir yapı olmadığı, aksine sermayenin sömürü düzenini sürdürmek için kitleleri ezmenin bir aracı olduğu iddiası bu süreçte hiç olmadığı kadar açık ve net hale geldi. Yaşananlar adeta bin tane devlet dersine bedeldi. Kutsal olan “devlet baba” vatandaşının karşısında kahve içme seferberliği yaparken, kadın cinayetleri karşısında kılını kıpırdatmayan polisin gözaltındaki kadınları bizzat taciz ettiği ortaya çıktı. Üstelik bu sefer sokaktaki grup kolayca terörize edilemeyecek kadar geniş ve “makbul” vatandaşlardan oluşuyor. Tüm bunlar saatler sürecek teorik tartışmanın ve ikna çabasının bile başaramayacağı bir sorgulamaya ön ayak olma potansiyelini beraberinde taşıyor. Tüketimden gelen güç tartışmaları bir yana, devletin kendisini düşürdüğü gülünç ve rezil durum bile tek başına büyük bir fırsat. Kendi kendisini açıkça teşhir eden, sermayenin kârlarının bekçiliği dışında bir varoluş gayesi olmadığını açık eden bir devlet var karşımızda.

Ancak devlet bürokrasinin ve iktidarın açıkça ve kendini rezil edercesine çırpınışı da açıklanmayı gerektiriyor. Tüketimden gelen güce yönelik eleştirel bakış, devletin boykota karşı bu kadar sert tepki vermesini açıklamakta zorlanacaktır. Yazının başlarında ifade ettiğim gibi, tüketimden gelen güç kavramına şüphe ile yaklaşmam sebebiyle ben de açıkçası böyle bir tepki beklemiyordum. Ancak bu tepkinin varlığı aslında boykotun devleti zor bir duruma düşürdüğünü açık ediyor. Özellikle bir günlük (ve haftada bir gibi bir sürekliliğe ulaşmamış) genel boykot çağrısının açığa çıkaracağı gücün, sermayenin kârlılığı için iflasa varabilecek tehdit yaratacağını hâlâ düşünmüyorum. Ancak sermaye devlet ilişkisinin iyice açığa çıktığı bu günlerde, tüketimden gelen gücü de bu bağlamda değerlendirmek gerek.

Sermayenin Devletinin Görevleri

Devletin kendini teşhirinden bahsederken, sermaye ve devlet arasındaki ilişkinin görünür hale geldiğini de vurgulamaya çalışmıştım. Tek başına bunun bile çok büyük bir fırsat olduğunu tekrardan vurgulamak gerek. Bu yazının kapsamı ise devlet sermaye ilişkisine dair teorik bir tartışma yapmak için yeterli değil. Ancak devlet bürokrasisi ile sermaye arasındaki bütünlüğü de vurgulamalıyız. Bu yönüyle devlet ve sermayeyi birbirlerinden tümüyle ayrık iki özne olarak düşünmek de hatalı olacaktır. Fakat devlet araçlarının kontrolünün sermayenin kârlılığını gözetecek şekilde kullanıldığı bir ilişkiden bahsetmek mümkün, bu yönüyle (bu yazının kapsamı içerisinde) yüzeysel bir şekilde devletin, kendi içindeki mücadeleleri şimdilik soyutlayarak, sermayenin kârlılığını gözetme sorumluluğuna odaklanabiliriz.

Ekonomik boykotun da aslında tam da bu ilişkiyi tehdit etme potansiyeli üzerine düşünmek gerekiyor. Ekonomik boykot, genel grev benzeri bir şekilde, sermayeyi iflasa sürükleyecek bir güç açığa çıkarmıyor olabilir. Bu yönüyle, kapitalizmi yıkıma götürecek devrimci bir araç olarak boykot söylemi gerçekten de absürt kaçacaktır. Gerçekten de kapitalizm karşısındaki gücümüz asıl olarak tüketim değil, üretimden geliyor. Ancak kapitalizmi yıkıma götürecek bir araç değil de AKP’yi yıkıma götürecek bir araç olarak boykot çok daha anlamlı bir zemine oturuyor.

Zaten sokak hareketinin ve onun devamı olarak kurgulanan boykotun da hedefinin aslında AKP iktidarı üzerinde cisimleştiği bir durum içerisindeyiz. Bu durumda, boykotun sermaye karşısında yarattığı bütün tehdit ve ekonomik kayıpların AKP’ye yazdığını söylemek mümkün. Dolayısı ile, boykot doğrudan sermaye rejimini tehdit eden bir araç olmasa da aslında şu anki devlet iktidarının sermayeyi koruma ve kollama becerisini tehdit eden bir nitelik kazanıyor. Sonuçta en yandaş sermayenin bile iktidar ile karşılıklı bir ilişkisi olduğunu hatırlamalıyız. İktidar destekleniyor, karşılığında da devasa rantlar belirli gruplara peşkeş çekiliyor. Ancak iktidarın sermaye için en karlı ve en güvenli rejimi yaratma becerisi ortadan kalkarsa, ki boykot içerisinde böyle bir potansiyeli barındırıyor, en yandaş gözüken sermaye gruplarının bile farklı alternatiflere yönelmesi işten bile olmayacaktır.

Üstelik AKP-MHP iktidarının halkta olan meşruiyetini de kaybetmeye başlaması ile beraber iktidar neredeyse tümüyle rantın yandaşlara dağıtılması yoluyla ayakta kalan bir çete rejimine dönüşmüş durumda. Bu rantın tehdit edilmesinin iktidarda yaratacağı korku İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerine 2019 yılında yapılmaya çalışılan müdahale ile açığa çıkmıştı. Bu yönüyle de boykot iktidarın rant elde etme ve yandaşlarına dağıtarak onların sadakatini satın alma becerisini tehdit eden bir araçtır.

Bu noktada bir kez daha hareketin hedefi ve sınırlılıklarını hatırlamak gerek. Her ne kadar İmamoğlu’nu aştığını vurgulasak da hâlâ hedefin genel olarak sermaye düzeni olmadığı açık. Aksine hedef AKP-MHP iktidarının baskıcı ve faşizan uygulamaları üzerinde odaklanmakta. Bu hedef üzerinden bakıldığında, boykot sermaye ve iktidar arasında bir kopuş yaratma potansiyeline sahip. Üstelik İmamoğlu şahsında sermaye düzeni kendisine yeni bir alternatifi de oluşturmakta. Tam da bu noktada bir kez daha boykotun desteklenmesi gerektiğini vurgulamak gerek. Boykot doğrudan sermaye düzenini hedef almıyor olabilir. Hatta egemen sınıf içi mücadelelerde bir araç konumunda olduğunu söyleyebiliriz, ancak tam da bu yönüyle Türkiye’de demokratik bir cumhuriyet mücadelesi bağlamında çok önemli bir araç. Çünkü boykot egemen sınıf içi mücadelelere kitlelerin doğrudan müdahalesine imkân sağlıyor.

Bu durum, yani boykotun kitlelerin burjuva siyasetine müdahale edebilmesinin çok etkili bir aracı olduğu, iktidarın tepkilerinden açıkça görülmektedir. Bu müdahale üzerinden sermaye ve AKP-MHP iktidarı içerisinde yaratılacak bir kırılma unutmayalım ki bizzat halka ve ezilen sınıflara iktidara açıkça müdahale edebilme imkânları yaratacaktır. Sermayenin zorlanacağı İmamoğlu tercihi ise zorunlu olarak sokaktaki, İmamoğlu’nu açıkça aşan talepleri tanımak ve cevaplamak durumunda kalacaktır. Bu yönüyle boykotu egemen sınıflar arası mücadelenin bir aracı olarak değerlendirip mahkûm etmemeliyiz, egemen sınıflar arası mücadeleyi kendi çıkarlarımıza kullanmalı ve buradan devrimci bir durum yaratma mücadelesini sürdürmeliyiz. Unutmamalıyız ki, kitlelerin şu anda hedefi AKP-MHP iktidarında cisimleşmiş baskıcı ve faşizan rejim. Bunun kitlesel mücadele tarafından yıkılması ise, doğrudan sermaye düzenini tehdit etmese dâhi, kitlelere kendi gücünü hatırlatarak demokratik cumhuriyete kadar uzanacak bir kazanım potansiyelini beraberinde taşıyor.

Sonuç Yerine

Daha ileri adımların gerekliliği bahane edilerek boykotun mahkûm edilmesi, aslında boykottan çok daha geride kalınması riskini beraberinde getiriyor. Ekonomik boykotun anlamlı olmadığı, bunun yerine genel grev olması gerektiğine yönelik eleştiriler de tam da bu hataya düşüyor. Genel grev çağrısının yükseltilmesi ve boykotun ötesine geçilme mücadelesine devam edilmesi gerekliliği, boykotun reddi biçimini almamalı. Çünkü boykotun ötesinde bir alternatifin örülemediği durumda, boykotun reddi kitlelerin ilerisinde ve genel grev safında yer alındığı anlamına gelmiyor. Aksine kitlelerin gerisinde ve hiçbir şey yapmama saflarında yer alınması anlamına geliyor. Boykot yerine genel grevi örgütleyebilecek maddi gücümüzün açıkça olmadığı koşullarda, boykotun reddi siyasetsizlik savunusuna dönüşmekte. Boykot ve genel grev/genel direniş arasında bir tezatlık yok. Boykottan genel greve giden bir mücadele silsilesi pekâlâ kurulabilir. Üstelik boykotun devlette yarattığı dehşet ve endişe üzerinden, boykotun yarattığı fırsatların da görünür hale geldiği bir durumdayız.

Kutsal addedilen devletin kendini teşhiri bile tek başına çok büyük bir kazanım olacakken, iktidarın tepkileri bize boykotun kitlelerin burjuva siyasetine doğrudan müdahale edebilmesinin çok etkili bir aracı olduğunu göstermekte. Varlığını artık neredeyse en alttan en üste, rantın yeniden dağıtımına borçlu olan AKP-MHP iktidarının, sermaye için en kârlı alternatif olma becerisine boykot yoluyla müdahale etme imkânı ile karşı karşıyayız. Bu imkânı yükselttiğimiz noktada kitlelerin elde edeceği bir zaferin sınırlarını tahmin etmek güç. Kendi gücünü fark etmiş ve sokağın meşruiyetini geri kazanmış kitlelerin AKP-MHP iktidarı sonrasında çok daha büyük hedeflere yönelebilme imkânı kazanması için boykotun arkasında durmalı ve bir yandan da daha ileri adımların örülmesi için mücadele etmeliyiz.

Scroll to Top