Öcalan’ın 27 Şubat barış metninin, “Demokratik Toplum” çağrı metninin Kürt sorununda yeni bir dönemini açtığı kuşku götürmez. Sorunun çözümü konusunda Türkiye cephesinde pek bir adım atılmasa da KÖH yetkilileri çözüm için Öcalan’ın yönelimini desteklediklerini açıkladılar. Açıklama Türkiye’deki Kürt illerini kapsayan bir içerikte olsa da en büyük hareketlenmenin Suriye Kürt Bölgesi’nde olduğunu da söylemeliyiz. Özellikle Mazlum Abdi(SDG) ve Colani(HTŞ) arasında 10 Mart’ta yapılan anlaşma(Mazlum Abdi, “Öcalan’ın çağrısı” çerçevesine uygun vurgusunu özellikle yapmıştı) bölgedeki gelişmeler açısında köklü bir anlama sahip. 8 Aralık Esad iktidarının devrilmesinden sonra en önemli ikinci olay olduğunu söyleyebiliriz.
10 Mart Mutabakatı
Yerel ve dünya basınında yankı bulan Mutabakat’ın 2. Maddesi gereği; Kürt toplumu Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak tanınıyor ve vatandaş olma hakları dahil tüm anayasal hakları garanti altına alınıyor; bu madde Kürtlerin hanesine “pozitif” yansısa da 5. Madde, (ki devletin güvenliği ve birliğini tehdit eden “Esad artıklarına” karşı ortak mücadele etme) şeklinde geçiyor; bu haliyle de Kürtlerin bölgedeki pozisyonları açısından “negatif” olarak değerlendiriliyor. Bir bütün olarak anlaşmanın kendisi HTŞ’nin Lazkiye bölgesinde Alevi katliamları gerçekleştirirken “resmileşmesi” karmaşıklığı bol bir politik süreci ifade ediyor. Bu hamleyle katliamlarla eli kirlenen HTŞ için yeni bir uluslararası meşruiyet kazanış niteliğinde olduğunu da saptayabiliriz, her ne kadar HTŞ’nin Suriye içinde bir meşruluğu olmasa da.
Türkiye “Mutabakat’a” karşı çıkmadı, zaten işin içinde ABD olmazsa olmayacağı da biliniyor.
Hemen arkasında Türkiye üçlüsü (Dışişleri, Ordu, MİT) Suriye’deydi. Yeni bir hamle yapılarak, Suriye Arap Cumhuriyeti “Anayasal” güvenceyle kurulmuş oldu; Colani ise kendini Geçiş Hükümeti Cumhurbaşkanı ilan etti ve beş yıl diye ön görülen görevini kendi elleriyle biçti; iç ve dış “istikrarı” sağlayabilirse eğer.
Tüm bu gelişmeler, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin ilanı, Arap-Sünni temelli Anayasa, SDG-HTŞ anlaşmasına “gölge” düşürse de; tekçi, mezhepçi, milliyetçi içerikte de olsa Mazlum Abdi, Colani’nin Cumhurbaşkanlığını tebrik ederek tanıdı. Anlaşmayı destekleyen Dürziler ise itiraz ettiler.
Kürtler Bölgesel Önderliğe mi Gidiyor?
Meseleyi sadece Suriye’nin yeni iktidarı HTŞ’nin “özne” olduğu bir anlaşma ya da “HTŞ anlaştı” olarak değil; aynı zamanda SDG’nin de anlaşmanın bağımsız, iradi bir tarafı olduğunu da belirtmeliyiz. Üstelik kendi bağımsız öz gücüne dayanan bir hareket olarak SDG daha etkili ve güçlü olabilmektedir. Bu anlamda Kürtlerin gücü ve aldığı inisiyatif küçümsenmemelidir. On binleri bulan askeri gücüyle Kürtler denkleme girebilen denge kurucu bir siyasi güç olduğunu görebiliyoruz.
Kürtlerin bölgesel güç ilişkilerinde kendini yeni risklere atıp kendine yeni inisiyatifler kazanmak istediğini yerel kaynaklardan anlıyoruz.
“Kürtler kendilerini biliyor ve bölgesel önderlik için hamleler yapıyor” değerlendirmesi bir gerçeklik olsa gerek. Nasrullah’ın öldürülmesinden sonra “Hizbullah”ın siyasi gücünün zayıflaması emperyalizme direniş gücü olarak SDG’yi bir adım daha öne çıkarıyor. Bölge halklarının, ezilen, katledilen mazlum toplulukların umudu olmaya aday görünüyor.
İşte tam da bu noktalar görülmüş olmalı ki Türkiye’nin “iç cephe güçlendirmesi” hamlesinin bir sonucu olarak “Öcalan Çağrısı”nın hem Türkiye hem KÖH açısında çok ince hesapladığını gösteriyor. Herkes kendi hesabını yapmış görünüyor.
Türkiye, Kürtlerle çatışmasızlık oluşturup Suriye’de yoğunlaşarak bölgesel önder ülke olmaya, var gücüyle çalışıp hedefini “Yeni Osmanlı” imparatorluk hamlesiyle taçlandırmak istiyor. KÖH ise “Rojava Özerk Bölgesi” kazanımında elde ettiği askeri ve siyasi gücünü koruyarak “500 yıllık” özlemini sürdüğü “Kürtlerin birliği” hamlesiyle sonuçlandırmaya niyetli. Hangisi başarılı olacak?
İran-Türkiye İlişkileri
Türkiye-İran ilişkileri giderek bozuluyor. Bunda genel olarak Orta Doğu’da, özelinde Suriye’de inisiyatif kaybeden İran’ın yeni güç alanları oluşturma çabasının oldukça payı var. İki bölgesel rakip ülkenin Kürtlerle ve bölge milisleriyle kurulan dengeler üzerinden “çatışma” düğümlenmeleri oluştuğunu görüyoruz; şimdilik bu durum diplomatik gerilim olarak yansıyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 26 Şubat’ta Al Jazeera televizyonuna verdiği mülakatta, İran’ın bölge ülkelerindeki milisleri üzerinden dış politika yapmasını eleştirmişti. İran da buna sert tepki verdi. Fidan, İran’ın bölgede inisiyatifi yeniden kazanmak için “SDG’yi destekleme ihtimalinden bahsediliyor” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Eğer siz başka bir ülkedeki bir grubu destekleyerek orada rahatsızlık oluşturmak isterseniz, başka bir ülke de sizdeki başka bir grubu destekleyerek size rahatsızlık oluşturmak ister.Sizde olan yetenekler başkasında da var. Dolayısıyla camınıza taş atılmasını istemiyorsanız başkasının camına taş atmayacaksınız.”
Mart ayı boyunca karşılıklı elçilikler çağrıldı, gerekli uyarılar yapıldı. Gerilim sürüyor.
Filistin, Suriye derken sırada İran savaşı görülüyor, herkesçe de biliniyor. Emperyalizmin yeni hesaplaşma noktası İran olacağı söylentisi gerçekleşmeye doğru gidiyor. Fidan sözlerinin tonunu, İran’ın tepkisinin dozunu bu rota dizayn ediyor olsa gerek.
Kısacası sarsıcı dengeler içindeyiz; gayet-siz ve nihayetsiz.
Kürtler kendi iç cephesini güçlendirmek için Bahçeli’nin uzattığı “süreç-barış” elini tuttular ve oradan ilerliyorlar. Buradan hareketle SDG ve bir bütün olarak KÖH, mücadelesini Suriye’ye odaklamış görünüyor, Mücadele merkezinin Rojava’ya kayma hesaplarının bile yapıldığı söyleniyor. Bu Kürtler açısından aynı zamanda büyük riskler taşıyor. Güçsüz düşme, dağılma ihtimalleri de var. Ama onlar da tıpkı büyük devletler gibi dengeler kurarak riskler alıp hamleler yaparak ilerliyor. Zaten siyasetin temel yasası da bu değil mi?