8 Aralık Şam’ın düşüşü ardından Suriye’de inşa olan yeni rejimin hangi karakterde olduğu üzerine düşünecek olursak sanıyorum iktisadi analiz ve tarihsel analizlerin yanında bir dizi aktüel gelişmeye de bakmak gerekecektir. Geçiş Hükümeti Cumhurbaşkanlığı’nın kurulması, Ulusal Diyalog Konferansı’nın gerçekleşmesi, SDG ve Dürziler ile Colani yönetimi arasındaki anlaşmalar ve geçici anayasanın onaylanması gibi diplomatik süreçlerin yanında 6 Mart’ta başlayan sahil şeridindeki Alevi katliamlarının gerçekleşmesi şüphesiz ki değerlendirilmesi gereken süreçler olarak önümüzde duruyor.
Kıvılcımlı “doğulu kent”i incelerken, özel ticaret yapan kişilerin yavaş yavaş ilk sosyal sınıfı teşkil ettiklerini ifade eder. Ona göre ilk ana medeniyet, sümüklü böceğinin bezirgân boynuzları nerelere dek uzandıysa, oralarda medeniyet ilişkilerinin benzerleri gelişmişti. Ancak daha bezirgân karakterde olan kentlerde daha farklı toplum biçimleri gelişmişti.[1]
Engels’in “Dış ticaret de devlet de medeniyet ile birlikte doğmuştur” tezini bu bağlamıyla düşündüğümüz zaman görürüz ki, devletlerin inşa süreçleri tarihte farklı biçimlerde olabilmiş, toplum biçimleri de bu bağlamıyla değişkenlik gösterebilmiştir.
Suriye özelinde 8 Aralık için elbette ki önceki altmış seneden farklı olarak sınıf ve devlet analizlerinde değişiklikler olduğunu söylemek mümkün değil. Fakat rejimin rengi için ülkenin kendi tarihinden arta kalan bir dizi kodların devrede olduğunu söylemek sanıyorum mümkündür. Peki nedir bu kodlar?
Kıvılcımlı “şark despotizmi” kavramını açıklamaya girişirken bürokrasi ve ordunun iktidarın temel dayanağı olduğu durumların sonucu olarak veya siyasal karşılığı olarak despotik rejimlerin şekillenebileceğini ifade ediyor. Tabi bu kavram mülkiyet ilişkilerini aslında kapsıyor. Biz analojimizde ordu-bürokrasi-iktidar üçlüğünün iç içe geçmesi temelinde yaklaşalım.
Sermaye birikimin gerçekleşmesi için bir dizi koşulların oluşmasına ihtiyaç vardır. Marx’ın Kapital II’de uzun uzadıya anlattığı üzere önemli koşullardan biri sanayi sermayesinin oluşmuş olmasıdır. Sanayi sermayesi para sermayeyi, üretken sermayeyi ve meta sermayeyi ayrıca da bunların devresel süreçlerinin tamamını kapsar. Eğer ortada sanayi sermayesi oluşmamışsa peki ne olur? Geç kapitalistleşmiş ve hayli savaşın içerisinde olan ülkelerde ne olduysa o olur. Mevcut ülkenin dış politika tarihinde muhtemeldir ki şekillenmiş, ordusunu emperyalist devletlere satarak gelen para sermayeye bağımlı kılınan ekonomiler, bunun sonucu olarak içeride ve dışarıda düşman yaratarak sürekli savaş denkleminde militarizme bağımlı iktidarlar!
Paraşütle indirilen HTŞ, ki arkasında ABD/Batı emperyalizmine bağımlı ilişkiler, Suriye’de klasik piyasa ekonomilerine benzemeyen bir yapının üzerine indi. Suriye iç savaşı sırasınca eski yapının tarım kapitalizmine bağımlı yapısı çözüldü, özerk ve kooperatiflere benzer yapılar inşa oldu ve petrol ve benzeri ilksel ürünler dolayısıyla bezirgân sermaye kendini sürdürmüştü. Haliyle üretimin de olmadığı görülürse elde sadece bezirgân yapı ve birikimsiz burjuvazi kalıyor. Ordu iktidarda oluyor, sermaye militarizme bağımlı kılınıp ordu ile iç içe geçiyor.
Bu durum TC’nin kuruluş öyküsüyle bir hayli örtüşüyor. Osmanlı’dan devralınan ordu merkezli devlet yapısının ana mimarisini bozulmadan bir modernleşme hamlesi yapılmış, ortaya ordu fideliğinde yetişmiş cılız bir burjuvazi ile onu himaye eden ama kendi ayrıcalıklı konumunu da yeniden üreten bir ordu gerçekliği çıkmıştır. Üstelik bezirgân karakterli sermaye de korunmuş, o da iktidar bloğu içerisinde yerini almıştır. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası birikimsiz Türk burjuvazisinin, ABD ile kurduğu karşılıklı pragmatik/rasyonel ekonomik ilişki, iki tarafın da çıkarlarınca dizayn ediliyordu. Militarizm, tetikçilik ve bunun karşılığında ABD’den gelen para sermaye… Türkiye, ABD’ye başta Orta Doğu olmak üzere askeri hizmet sunuyor, bir bakıma bölgedeki jandarması oluyor, bunun karşılığında da ABD’den diplomatik, bürokratik ve ekonomik yardım alıyordu. Türk burjuvazisi de bu para sermayeden nemalanıyordu. Burjuvazi, ordu ve iktidar birbiri ile iç içe geçen ilişkiler bütününde kenetleniyordu. Artan militarizm dış politikayla sınırlı kalmıyor, rejim “içeride” de bu bağlamda kendini inşa ediyordu. Ülke de ancak böyle ekonomik olarak ayakta kalıyor ve ancak böyle yönetilebiliyordu.
Türkiye’nin tercih edilişi jeopolitik konumu ile ilişkiliydi. Bu konum onu militarizm üretmeye bağımlı kılıyor, ürettikçe de Türk burjuvazisinin birikim süreçlerini yapısal bir yeniden yapılanmaya götürüyordu. Burada yeniden yapılanma jeopolitiğin ihraç malı olarak para sermaye getirmesidir ve burjuva düzeni bu yalpalanmaya bağımlı hale gelmiştir. Türk ve Müslüman kimliğini içeren ve bu kimlikler dışındaki ulusal ya da inançsal toplulukları dışlayan ve onların varlığını inkâr eden bir rejim daha cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren belirmişti. Düşman üretmek, örneğin Kürtler ve Aleviler gibi ve militarizm satmak Türk burjuvazisini onlarsız yaşayamaz hale sokmuştu.
Oluşan denklem içerisinde önü en çok açılan yapı -zaten ülkenin kurucu unsuru olan- TSK olmuştu. En nihayetinde hizmeti üreten oydu. Sahibi de oydu. Emperyalizm ve Türk burjuvazisi arasındaki ilişkide askeri süreçler önem kazandığına göre, stratejik önem TSK’ya aitti.
Suriye’de de bugün olan budur!
Colani yönetimi piyasa ekonomisi içerisinde olmayan bir yapının üzerine inerek ordusu HTŞ’nin stratejik önem kazanmasıyla militarizme bağımlı bir hale geliyor. “Şark despotizmi” bu bağlamda diriliyor ve yeni rejim Alevi katliamlarının üzerine inşa ediliyor. İçeride ve dışarıda düşman, tekçilik, mezhepçilik ve inkârcılık bu bağlamda iktisadi temelden geliyor. Üstelik bu inkârcı politikaları Suriye’ye öneren akıllardan bir tanesi de Suriye’de Arap Sünni bir devlet kurulmasını salık veren Hakan Fidan öncülüğündeki Türk egemenleridir.
25 Şubat günü gerçekleşen Ulusal Diyalog Konferansı ve sonrasında imzalanan geçici Anayasa’nın Suriye halklarının bütün bileşenlerini kapsamayan bir biçimde gerçekleşmesi tekçi ve inkârcı politikaların kurumsallaşma eğilimini ifade ediyor. Suriye halkları birdir sloganı Suriye’nin bütününde yankılanırken statü taleplerinin görmezden gelinmesi bu despotik yapının kurumsallaşma arayışlarını gösteriyor.
Geçici Anayasa, Suriye Devlet Başkanı’nın Müslüman olması zorunluluğu getirirken, Suriye’nin adının Suriye Arap Cumhuriyeti olarak tanımlayacağını vurguluyor. İslam kanunlarının yasamanın dayanağı olacağı bir kapsam çiziliyor. Haliyle 10 Mart Mutabakatları’na rağmen Kürt yönetimleri geçici anayasayı eleştirip reddettiler.
Geçici anayasa aynı zamanda radikal cihatçılar tarafından da eleştirilip kabul görmüyor. İslam’ın “ana” yasama olacağı yönündeki madde eleştirilip İslam kanunlarının “tek” yasama olması gerektiğine dair talepler var. Radikal cihatçıların aynı zamanda HTŞ karşıtları olduğunu da vurgulamakta fayda var. Takım elbiseler ağır gelmiş olmalı ki zaten halihazırda kurumsallaşmakta olan tekçi yapı onlar için yeterli bulunmamış. Zannederiz vurgulanması gereken sadece halklar mevcut yönetime karşı değiller, dışarıdan yüzeysel bakılırsa kendi müttefikleri de Colani yönetimi tarafından kapsanabilmiş değil.
10 Mart Mutabakatları’nı bu bağlamda durgun bir halde ele almamak, melez durumların içerisinde, birçok olasılığa gebe bir politik atmosferde, mücadelenin sürekli olacağını da görerek despotik ve tekçi yapıyı çözmek üzere hareket eden bir stratejik hamle olarak ele almak gerekir. Aslında bakılırsa senelerce bu Mutabakat’ın bir benzerini Esad rejimi ile yapmaya çalışan Kürtlerin statülerinin kabulünün bir kazanım olduğu açıktır. Dolayısıyla “şark despotizmi”nin tekçi ve inkârcı yapı olduğu da düşünülürse Mutabakat’ın bu despotizmi çözmek üzere yola çıkacağı ve mücadelenin sürekli devam edeceği de açıktır.
Diğer yandan 6 Mart katliamları bugün de kendini sürdürüyor. Katliamların ilk günlerinde Kamışlı bölgesinde on binlerce kişinin katıldığı sahil bölgesindeki Alevi katliamlarının durdurulması talebiyle gerçekleşen yürüyüşler ve SDG’nin Mutabakatın Alevilere de güvence olacağı yönündeki açıklamaları bir dayanışma göstergesi olsa da geçici Anayasa’yla birlikte Aleviler için henüz net bir güvence olmadığı da görülüyor.
Sonuç olarak Suriye’de sadece siyah veya beyaz gibi olasılıklar yok. Birçok olasılık aynı anda devrede. Mücadele sürekli devam eden bir seyirde. Bir yanıyla “şark despotizmi” kendine akacak kanallar arıyor. Diğer taraftan halklar despotizmi çözecek ve kalıcı statüler kazanacak imkanlar yakalıyor. Bu imkanların olumlu sonuçlarına rağmen katliamlar sürüyor ve Anayasa ve Diyalog Konferansı kapsamındaki bürokratik alandan halklar itiliyor. Gelecekte de bu tarz ikiliklerin devam edeceğini görmek zor değil. Süreç mücadele seyrinde şekillenecektir.
[1] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, Köxüz Yay, Sy. 72 (Dijital Ed.)