Şehirlerin üzerine çöken gri, sadece betonun, asfaltın rengi değil artık. O gri, hukukun çözüldüğü, adaletin buharlaştığı, etik değerlerin köreldiği bir çağın rengi. Türkiye’de siyaset, artık yalnızca seçim sandıklarına sıkıştırılmış bir formalite değil; iktidarın kendi bekası için hukuku kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdiği, adaletin sadece bir silah gibi kullanıldığı bir düzen inşasına dönüştü. Bugün Erdoğan (AKP-MHP) faşizmi, yalnızca bir baskı rejimi değil, adaletin ruhunu boğan, hukuku kendi çıkarlarına göre eğip büken, toplumsal sözleşmeyi tek taraflı fesheden bir mekanizmadır.
Baskı arttıkça, korku duvarları yükseliyor. Ama o duvarların gölgesi uzadıkça, bir yerlerde yeni çatlaklar açılıyor. O çatlaklardan sızan ışık, yalnızca bir öfkenin değil, yeni bir yaşamın da habercisi. Direniş, artık sadece bir tepki değil; aynı zamanda bir yaratım süreci. Geçmişin, bugünün ve geleceğin iç içe geçtiği o yerde, sokaklarda, meydanlarda, fabrikalarda, üniversitelerde, buharlaşan adaletin yerine yeni bir toplumsal sözleşme yazılıyor.
Türkiye’de toplumsal muhalefet hâlâ sandıkta bir çözüm arayışında. Ana muhalefet partisi ve çevresindeki odaklar, halkın taleplerini seçim süreçlerine hapsederek, toplumu kendini tekrar eden bir döngüye sıkıştırıyor. Ama insanlar artık oy pusulalarına sığamayacak kadar büyük isteklerle dolu. Çünkü mesele yalnızca kimin yöneteceği değil, nasıl bir yaşam kurulacağıdır. Mesele, eskiyen bir düzenin yerine, halkın kendi kaderini tayin ettiği bir düzenin inşasıdır.
Adaletin Çözülüşü, Meşruiyetin Yeniden Kuruluşu
Ekrem İmamoğlu’nun üniversite diplomasının iptal edilmesi ve sabah saatlerinde evine yapılan baskınlar, artık hukukun yalnızca bir yönetim aracı olarak kullanıldığının göstergesi. İktidar, hukuku bir kılıç gibi sallıyor, muhalifleri sindirmek için adaleti araçsallaştırıyor. İmamoğlu ve beraberindeki yüzlerce kişinin gözaltına alınması, iktidarın faşizmi kurumsallaştırma sürecinde yeni bir eşiğe geldiğini gösteriyor. Artık kimse güvence altında değil. Çünkü mesele yalnızca bireylerin cezalandırılması değil; topluma, “Siz de sıraya girebilirsiniz” mesajının verilmesi.
Ama baskının en kör olduğu an, bazen onu aşan bir dalganın da ilk işaretidir. Korku duvarları yükseldikçe, o duvarları aşan cesaret de yankılanır. İnsanlar artık sadece direnmek istemiyor; yeni bir yaşam istiyorlar. O yaşamın temelleri, ancak bugünü aşan bir tahayyülle atılabilir.
Demokratik Cumhuriyet Göz Kırpıyor
Türkiye’de artık mevcut anayasal düzen, halkın ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Bugün ihtiyacımız olan şey, yalnızca bir seçim kazanmak değil; halkın kendi kaderini tayin edeceği bir düzeni kurmaktır. Demokratik Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda yeni bir toplumsal sözleşmedir. Halkın taleplerinin yalnızca temsili mekanizmalara sıkıştırılmadığı, bizzat halkın kendisinin sürecin öznesi olduğu bir sistemdir.
Bu perspektif, seçim süreçlerine indirgenemeyecek kadar büyük bir dönüşümü ifade ediyor. Çünkü halkın adalet talebi, sadece yargı reformlarıyla değil, hukuk sisteminin topyekûn yeniden inşasıyla karşılanabilir. Halkın ekonomik talepleri, yalnızca piyasa düzenlemeleriyle değil, mülkiyet ilişkilerinin yeniden tanımlanmasıyla güvence altına alınabilir. Halkın yaşam hakkı, yalnızca güvenlik politikalarıyla değil, ekolojik dengeyi ve sosyal adaleti gözeten bir yeniden yapılanmayla korunabilir.
Bu yüzden mücadele, yalnızca bir karşı koyuş değil; yeni bir toplumsal düzenin inşasıdır. Sadece sokaklarda haykırmak değil, o haykırışın içinde yeni bir dünya kurmaktır.
Yaşam Alanlarına Müdahale: Hukukun ve Etiğin Ölümü
İktidarın politikaları artık yalnızca muhaliflere yönelik baskılarla sınırlı değil; toplumun yaşam alanlarına doğrudan müdahale edilerek, insanların en temel hakları çiğneniyor. Kentsel dönüşüm projeleriyle mahalleler yok ediliyor, doğa talan ediliyor, barınma hakkı bir ayrıcalığa dönüştürülüyor. Barınamayanlar, geçinemeyenler, nefes alamayanlar artık yalnızca ekonomik sıkıntılar içinde değil, doğrudan bir yaşam hakkı ihlaliyle karşı karşıya.
Ekonomik kriz, sadece rakamlarla ifade edilen bir çöküş değil; her geçen gün biraz daha daralan hayatlar demek. Enflasyon düşse bile, fiyatlar yükselmeye devam ediyor. İşsizlik, yalnızca istatistiklere yansıyan bir veri değil; her sabah umutla iş arayan gençlerin, emeğinin karşılığını alamayan işçilerin gerçeği. Kriz, yalnızca ekonomik bir çöküş değil; bir düzenin insanları boğduğu, nefessiz bıraktığı, her geçen gün daha fazla yok ettiği bir süreç.
Bu yüzden mesele sadece ekonomik iyileşme değil; yeni bir yaşam biçiminin kurulmasıdır. Gezi’nin ruhu, bugün ekolojik mücadelede, kent hakkı mücadelesinde, kadın hareketinde, işçi direnişlerinde yeniden doğuyor. O ruh, yalnızca bir isyanın değil, yeni bir dünyanın habercisi.
Korkunun Ötesine Geçmek: Devrimci Neşe
Faşizmin en büyük dayanağı, insanları korkuyla teslim almaktır. Ama biliyoruz ki, korku bir kez yarıldığında, içinden başka bir yaşam fışkırır. Devrim, sadece eskiyi yıkmak değil, aynı zamanda yeni bir dünyayı kurma cesaretidir. İşte bu yüzden, mücadele yalnızca öfkeyle değil, neşeyle de sürmelidir. Çünkü gülen insanlar, korkunun en büyük düşmanıdır. Çünkü şarkılar, en sert duvarları bile çatlatır. Çünkü umut, sadece direnmek değil, yaşamak, yeniden inşa etmektir.
Ve biz, artık sadece eski düzenin çöküşüne tanıklık etmiyoruz. Aynı zamanda yeni bir yaşamı, yeni bir toplumu, yeni bir umudu kuruyoruz. Korkunun duvarlarını aşarken, gülüşlerimizde yeni bir dünyayı taşıyoruz.