Devlet-sermaye ilişkilerinin Türkiye özgünlüğündeki tarihsel gelişiminin önemli unsurlarından biri devlet eliyle sermayedar yaratma süreci olurken, “sanayi sermayesi” de bu ilişkinin başat ögesi rolünü hiç kaybetmemiştir. 1950’li yıllara kadar burjuvazinin varlığı tarım ve ticaret dışında sınırlı kalsa da sanayi sermayesinin sıçraması için 1945-60 dönemini beklemek gerekiyordu. İthal ikameye bağlı içe dönük birikim, sıçramaya uygun zemin sağladı. 1960 sonrasında ithal ikame sermaye birikimiyle birlikte büyümenin devletin fideliğinde yetişen ilk sermaye gruplarına dayanması tesadüf değildi.
Bu sermaye grupları Türkiye’de ayrıcalıklı konumunu sürekli korudu. Sermaye; sanayi, ticari, mali kesimler olarak ayrılmaktan ziyade, bu alanların tümünde faaliyet gösteren, ama ağırlıklı olarak sanayi sermayesine dayanan finans kapital idi. Büyük sermayenin Türkiye ölçeğinde boy göstermeye başlayacağı süreç de böylece başladı.
Özgür Öztürk’ün belirtiği gibi “1970 sonrasında Türkiye, finans kapitalin egemenliğinin belirginlik kazandığı yıllardır.” Nitekim TÜSİAD’ın kuruluşu 12 Mart 1971 muhtırasından hemen sonra gerçekleşmiştir.
TÜSİAD’ın kuruluşu döneminde Yaşar Grubu’nun sahibi Selçuk Yaşar şu sözlerle belki de TÜSİAD’ın aynı zamanda misyonunu tarifliyordu:
“O yıllarda ülkemiz son derece çalkantılı, belirsiz ve tehlikeli bir süreçten geçiyordu. Bu nedenle 1971 de Türkiye Sanayiciler ve İş adamları Derneği’ni kurmaya karar verdik. O tarihlerde İstanbul, İzmir başta olmak üzere ülkemizin her yerinde işçi grevleri vardı. Biz de aşırı sola karşı TÜSİAD kurduk.”
Büyük sermayenin örgütü TÜSİAD, işte o günlerden beri, Türkiye siyasal sürecinin önemli bir parçası ve belirleyeni olageldi.
Bugün itibariyle kendi sitelerinde yer alan bilgilere göre, TÜSİAD üyeleri 4 bin 500’e yakın şirketi temsil ederken, kamu dışı milli gelirin yüzde 50’sini, Türkiye’nin dış ticaretinin yüzde 85’ini, kamu ve tarım hariç kayıtlı istihdamının yüzde 50’sini oluşturuyor. Yine aynı kaynağa göre TÜSİAD üyeleri tüm ülkede toplanan kurumlar vergisinin yüzde 80’ini ödeyen bir yapı konumunda. Bu veriler, TÜSİAD’ın Türkiye sermayesinin ağırlığını oluşturduğuna ve sermayenin amiral gemisi olma konumlarına işaret ediyor.
TÜSİAD’ın Çıkışları
TÜSİAD’ın Nisan 1979’da Ecevit Hükümeti döneminde, “Gerçekçi Çıkış Yolu” başlıklı gazete ilanıyla aslında Türkiye’nin büyük sermayesi yeni bir birikim rejimi talep ediyordu. 24 Ocak Kararları adıyla bilinen ve 24 Ocak 1980’de kabul edilen, ihracata bağlı büyüme ve dalgalı kur sistemine geçişi de içeren neoliberal düzenlemeler, sermayenin talepleri doğrultusunda Turgut Özal ile hayat bulacaktı. TÜSİAD ve iktidarlar bu düzey bir sertlikte uzun süre bir daha karşı karşıya gelmeyecekti.
Erdoğan’la ile TÜSİAD’ın ilk gerilimi Eylül 2012’ye rastlıyor. Dönemin TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in, Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısında Uludere’de 34 sivilin öldürülmesi ve Afyon’da askeri mühimmat deposundaki patlamada 25 askerin hayatını kaybetmesine değinmesiyle ilk gerilim yaşandı. Boyner, “Uludere’de ne olduğunu anlamak, Afyon’daki patlamanın sebeplerini öğrenmek, sorumlularını bilmek ister vatandaş” demişti. O dönem başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan, Boyner’in eleştirilerine sert çıkmış, “Öğrenmek hakkımızdır falan… Kimin hakkı nedir, nereye kadardır? Onun ölçüsünü Ümit Boyner belirlemeyecek. O, işine baksın” yanıtını vermişti.
Ümit Akçay’ın belirtiği gibi yakın dönemde ise Erdoğan yönetimi ile TÜSİAD arasında iki kritik gerilim daha yaşandı. Bunlardan ilki 2019 baharında, ikincisi de 2021’in sonbaharında gerçekleşti. 2019’daki gerginlik yine bir TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) açıklaması üzerine yaşandı. Dönemin YİK başkanı Özilhan, Berat Albayrak’ı sermayenin talep ettiği dönüşümleri ve mali disiplin dediği kemer sıkma programını yerine getirmemekle suçluyordu. Buna cevaben Erdoğan ise sermayeyi hükümetin başlattığı istihdam seferberliğine katılmamakla suçluyordu.
Erdoğan yönetimi ile TÜSİAD arasındaki ikinci gerilim Eylül 2021’de başlayan faiz indirimleri sırasında yaşandı. Mart 2022’de TÜSİAD başkanlığına seçilen Orhan Turan ise, başkanlık koltuğuna oturduktan kısa bir süre sonra, art arda yaptığı birkaç açıklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan ve damadı Berat Albayrak’ın yürüttüğü “faiz neden-enflasyon sonuç” politikasını eleştirdi.
Erdoğan’dan yanıt gecikmedi. 30 Nisan 2022’de Suudi Arabistan dönüşü uçaktaki gazetecilere açıklamalarda bulunan Erdoğan, “TÜSİAD’ın ‘Acaba ülkenin geleceğine nasıl katkı veririz?’ diye bir derdi yok. Tam aksine ‘Mevcut iktidarı nasıl götürürüz? Rahat rahat kullanabileceğimiz bir iktidarı nasıl getirebiliriz?’ diye bir dertleri var” ifadelerini kullandı.
Bu örneklerden, dönemsel olarak girilen gerilimlerde devlet ve sermaye ilişkisini akıbeti hiç değişmeden devam ettiğini unutmamak gerekli. Erdoğan’ın TÜSİAD’ı hedef aldığı bir konuşmasında sermaye teşviklerini de ve grev yasaklarının hatırlatarak “Türkiye ekonomisine müspet katkı vermek istediğinizde ayrımcılık yapmadan hepinize destek olduk” sözleri aslında AKP döneminin temel özelliğine yönelikti. AKP’li yıllarda dönemsel olarak sermayenin farklı fraksiyonları öne çıksa da sermayenin tamamının çıkarlarının gözetildiği bir gerçek.
TÜSİAD Sesini Neden Yükselti?
TÜSİAD’ın son genel kurul toplantısında iktidara yöneltilen eleştirilerinde öne çıkan şey “sistem çöktü” ifadesiydi. Erdoğan bu eleştirileri sert bir üslupla cevaplayarak örgütü siyasete dizayn vermekle suçlamış ve “Eski Türkiye’yi özlüyor olabilirsiniz, yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz” diye de eklemişti. Belki de tarihte ilk defa sermaye örgütünün iki yöneticisi adli kontrol talebiyle ifadeye çağırıldı.
TÜSİAD’ın Türkiye kapitalizminin yapısal krizine dair çıkış önerisi olan birikim modeli, yüksek katma değer yaratan, teknoloji yoğun üretimle birikimi mümkün kılacak dönüşümlerin gerçekleşmesi idi. Ancak uygulanan kalkınma programı TÜSİAD’ın beklediği dönüşümleri sağlamamış, program tıkanmıştır. TÜSİAD istikrarın sağlanamıyor olmasının gerilimini taşıyor olabilir.
Ancak konuyu salt birikim krizine bağlı değerlendirmek eksik olur. Bu yüzden TÜSİAD “Sistem çöktü” derken neyi kast ediyor olabilir diye daha detaylı düşünmeye ihtiyaç var. Bu sorunun cevabını Erdoğan’ın Yeni Türkiye vurgusunda aramakta fayda var. Yeni Türkiye’nin paradigmasını iktidar bloğunun Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın ikbali çerçevesinde konsolide edildiğini unutmayalım. Dolayısıyla sermayenin bu paradigmaya mutlak itaat etmesi isteniyor. TÜSİAD’ın çıkışından sonra, TÜSİAD içerisindeki kimi sermaye gruplarının yeni Türkiye ile uyum sağlamaya yönelik hareket ettiğini de ifade edebiliriz.
Yeni Türkiye’de güçler ayrılığının tasfiye edilerek monolitik bir yapıya dönüşmesinin, yargının ve yasamanın yürütmede erimesinin yaratmış olduğu durum Erdoğan ve iktidar güçlerine karşılarına çıkacak olası engelleri aşmak için önemli hareket alanı yaratıyor.
Bu hareket alanı iktidar koalisyonuna, muhalefet güçlerinin tamamını dağıtarak olası rakip veya adayları devre dışı bırakma olanağı sağlıyor. Somut olarak ifade edecek olursak İmamoğlu seçeneğini elemek için her yolu mübah sayan bir iktidar gerçekliğiyle ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla sermayenin İmamoğlu eliyle gerçekleştirmek istediği olası restorasyon süreci de şu anki TÜSİAD-Erdoğan geriliminde pay sahibidir.
Diğer yandan TMSF yasasının yürürlüğe girmesi ile birlikte mülkiyet ilişkilerini kimin nasıl belirleyeceği muğlaklaşmıştır. Yeni Türkiye’de servet transferi artık herhangi bir hukuksal norm aranmadan çökme, el koyma, çeşitli yapılar aracılığıyla ele geçirme şeklinde genel bir norm haline gelmiştir. Dolayısıyla yaşanan sermaye ve iktidar gerilimini yeni Türkiye’nin kodları içerisinde aramakta fayda var.
Bunlarla birlikte uygulanan programın faturasını ödeyenlerin programa olan öfkesi her geçen gün artarak devam ediyor. Aynı zamanda egemenleri korkutan işçi direnişlerinin sayısının artmasıyla birlikte toplumsal itirazın sınıf bileşeni öne çıkıyor. Toplumsal itirazın siyasallaşması için koşulların oluşuyor olması da gerginliği arttıran bir diğer etmen.
serkannar@elyazmalari.com