Türk Kapitalizminin “Yeşil Dönüşümü” (1) – Cemil Aksu

El Yazmalarının Notu: İklim krizi büyük bir hızla gezegeni felakete sürüklerken sermayenin yeşil dönüşüm adıyla başlattığı sözde karbonsuzlaşma stratejisi sürekli gündemde. Yeşil dönüşüm tartışmalarına Marksist bir bakış açısı sunan Cemil Aksu bu yazı dizisinde Türkiye sermaye sınıfının yeşil dönüşüm stratejisini inceliyor. Üç bölümde yayımlanacak olan yazıların ilkini okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Küresel iklim değişikliği, gıda ve su krizlerinden aşırı hava olaylarının şiddet, sıklık ve etki olarak artışına ve kitlesel göçlere kadar birçok ekolojik, toplumsal ve ekonomik sonuç yaratıyor. Doğal ya da toplumsal her sorunu piyasalaştırmada mahir olan sermaye, bilimsel bir olgu olarak önümüzde duran iklim değişikliği “sorununu” da üretimin reorganizasyonundan emperyalist rekabet ve sömürü ilişkilerinin reorganizasyonuna kadar bir dizi değişiklik için araçsallaştırmada aynı maharetini göstermektedir. Yeşil Yeni Düzen (ya da anlaşma, mutabakat; kullananın meşrebine göre), Yeşil Dönüşüm gibi başlıklarla sundukları “dönüşüm” programları, sadece ekonomik ya da teknolojik bir dönüşüm olarak değil, aynı zamanda “fosil kapitalizmi”nin neden olduğu ileri sürülen halihazırdaki bir dizi eşitsizlik ve adaletsizliğin çözümü olarak, bir kurtuluş ethosu olarak da sunulmaktadır.

Birleşmiş Milletler ve bir dizi emperyalist yönetişim kurumları ve bunlara bağlı binlerce “sivil toplum kuruluşu” ağı ile ekolojik yıkımın ve iklim değişikliğinin mağduru olan sömürge ve yerli halklara, işçi sınıfına ve bütün ezilenlere “yeşil dönüşüm” ile daha adil ve eşitlikçi, “doğa ile uyumlu” bir yaşam vadedilmektedir. Sermayenin bu vaatlerinin yaşanan “kriz”in aciliyeti karşısında alternatifsiz kalan bütün bu kesimler için “yetmez ama evet”çi bir yaklaşımla karşılandığını görmekteyiz. Dolayısıyla “yeşil dönüşüm” programlarının sermaye açısından, özellikle 2000’lerin başından beri yaşadığı krizleri aşmasını sağlayan bir hegemonya stratejisi olarak da tedavüle sokulduğunu söyleyebiliriz. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra ilan edilen “tek kutuplu” Yeni Dünya Düzeni’nden Yeşil Yeni Düzen’e geçişi bu bakımdan ekonomik, politik ve ideolojik boyutları olan bir dönüşüm olarak ele almak gerekmektedir.[1]

Bu çalışmada ise, “yeşil dönüşüm”ün bu boyutlarına kısaca değinip, esas olarak Türk burjuvazisinin bu sürece entegre olmak için hangi programa sahip olduğunu inceleyeceğiz.

Artık medyada, sokak panolarında, metrolarda, sosyal medya uygulamalarında şirketlerin “doğa dostu”, “iklim dostu” olduklarını, bunun için “ellerinden geleni” yaptıklarını anlatan reklamlara çokça maruz kalıyoruz. Şirketler sadece kendilerinin ne kadar doğa dostu olduklarını, normalde hiçbir zaman göz önüne getirmedikleri sömürü, yani üretim alanlarını “çevre dostu” özellikleriyle gözümüze sokmakla kalmıyorlar; ayrıca biz “yurttaşları” da kâğıttan dijital faturaya geçerek, düşük su ve enerji tüketimli ürünler kullanarak, geri dönüştürülebilir giysiler alarak, naylon poşet yerine bez çantalara geçerek “doğa dostu” olmaya teşvik ediyorlar ve böyle olmamızı talep ediyorlar! Arz eden de talep eden de onlar!

Yeşil Dönüşüm Nedir, Hangi Dönüşümleri İçermektedir?

“Yeşil dönüşüm”, fosil enerjiden yenilenebilir enerjiye geçişi, bu enerjiye uygun şekilde dönüştürülecek elektrik dağıtım, ulaşım, sanayi altyapısını, bina yalıtımından yapay zekaya enerji verimliliği uygulamalarını, atıkların “geri dönüştürülmesi”ni içeren yeni bir ekonomik pazarın gelişimini ifade etmektedir. “Yeşil dönüşüm” hidroelektrik, jeotermal, rüzgâr, biyokütle ve güneş enerji santralleri (HES, JES, RES, BES ve GES) gibi yenilenebilir enerji santrallerini, enerji depolama sistemleri için pil üretimini, elektrikli ulaşım araçlarını ve bunların üretiminin dayandığı ekstraktivizmi içermektedir.[2] Bu “dönüşüm”ün esasını üretimde ve tüketimde kullanılan enerjinin fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji (su, rüzgâr, güneş, jeotermal, nükleer, biyoenerji, yeşil hidrojen) kaynaklarından temin edilmesi oluşturmaktadır. Yani ürettiğiniz metanın ne olduğundan bağımsız olarak enerji kaynağınız yenilenebilir enerji türlerinden birinden geliyorsa siz “yeşil” oluyorsunuz. Çimento fabrikanızın, hatta termik santralinizin çalışması için tesisinizin yanına bir GES yaptırdığınız anda “yeşil dönüşüm”ü gerçekleştirmiş oluyorsunuz. Zira, tüm bu dönüşüm ihtiyacı iklim değişikliğinin “acil” çözüm ihtiyacı ile temellendirilirken iklim değişikliğinin sebebi olarak bir bütün olarak üretim ve meta dolaşım süreci değil, ancak bir halkası olan sera gazı emisyonları olarak gösteriliyor. Sorun sadece emisyon olunca da emisyonu “azaltmak” ya da “dengelemek” (yapılan emisyon kadar ağaç dikmek, vb.) yeterli oluyor. Üstelik bu azaltım için kurulan yeni enerji altyapısının kendisi için harcanan enerji ve malzeme bahsedilen aciliyeti daha da yakınlaştırıyor. Ayrıca, o çimentonun bir orman alanını yok edecek AVM ya da yol inşaatında kullanılması artık o fabrikanın sorunu değil. Ve bu kez de daha “yeşil” AVM ve yol yapmanın yollarına bakıyorsunuz ya da zaten malınız bir ihraç ürünüyse bu başka bir ülkenin sorunu.

“Yeşil dönüşüm”ün ikinci bir ayağı ise, planlı eskitmeyle hızla “atık” haline gelen ürünlerin “geri dönüştürülmesi”, dolayısıyla üretilirken “geri dönüşüm”e uygun olarak tasarlanması ve buna uygun şekilde hammadde kullanılması oluşturuyor. “Kullan-at”, “fast food”, “hızlı moda” yaklaşımları sadece bu sektörlerin değil, kapitalist rekabet ilkelerine göre işleyen bütün sektörlerin davranışlarına yön verir. Kapitalistler, hangi sektörde olursa olsun, kâr oranını ya da bir süre için kâr kütlesini en yüksek düzeyde tutmak amacıyla meta döngüsünün en hızlı şekilde tamamlanmasını sağlayacak bir düzeni isterler; piyasada rekabet gücünü kaybetmemek için maliyetleri düşürerek en çok miktarda üretip pazardaki payını arttırmaya çalışırlar; bu kısa vadeli “akılsız” düşünüş kaba güce dayanan varlık zeminlerinden ileri gelir. Amansız rekabette üstün gelmek uğruna sürekli yenilikler geliştirmek, yeni ürünler piyasaya sürmek için biteviye bir yarış içindedirler. Ama üretilen ürünlerin bir kısmı satılamaz ve “atık” hale gelir, satılanların atıklarına eklenir. Kapitalist üretim tarzında üretilen kullanım değeri, kullanılmadan değersizleşir, sistem tedarikten çok atık üretir. “Kaynak israfı” anlamına gelen bu durumun gerçek yüzünü ise azgın emek sömürüsü ve ekolojik yıkım oluşturuyor. Fakat kapitalistler için “kaynak israfı” kâr-zarar bakımından muhasebeleştirilir. “Geri dönüşüm” ya da “döngüsel ekonomi”, kullanılan enerji türü ile birlikte kapitalist tarafından parası ödenmiş “kaynağın” tekrar tekrar kullanılarak “israf”ın yani kaybın azaltılmasını ifade ediyor. Bu yolla hem bir niş pazar üretilmiş oluyor hem de bunun küresel pazarlara giriş için şart koşulması ile “çöp emperyalizmi” denebilecek bir bağımlılık dizgesi kurulmuş oluyor.

Bu yıl yayımlanan Döngüsellik Açığı Raporu 2024 (Circularity Gap Report 2024), düşük gelirli ülkelerin döngüsel kalkınmayı önceliklendirmesi, orta gelirli ülkelerin endüstriyel süreçlerde döngüselliği teşvik etmesi ve yüksek gelirli ülkelerin tüketim alışkanlıklarını değiştirmesi gerektiğini belirtiyor. Rapor, şirketlerin dayanıklı, geri dönüştürülebilir ürünler tasarlayarak marka değerini korumak ve düşük maliyet gibi nedenlerle artan stoklarını imha etmelerini yasaklamak gibi önerilerde bulunuyor. Özellikle elektronik aletlerin tamir edilmeye, uygulama sürümlerinin yükseltilmesine uygun şekilde tasarlanması gerektiği ve tüketicilerin davranışlarının buna uygun olarak teşvik edilmesi gerektiği savunuluyor.[3]

“Yeşil dönüşüm” bu bakımlardan hem petrol şirketleri ile yenilenebilir enerji şirketleri – dolayısıyla bu şirketlerle ilişkili finans sermayesi ve siyasi güçler – arasında, hem dünya sisteminin başını tutan emperyalist ülkeler arasında ve hem de bu emperyalist ülkeler (gelişmiş ülkeler) ile bağımlı, yeni/yarı sömürge (“gelişmekte olan ülkeler” ya da “azgelişmiş” ülkeler) ülkeler arasındaki malî, teknik, siyasî ve askerî ilişkileri etkileyen bir araçtır.

Enerjide fosil yakıtların kullanımını azaltmayı ya da yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını en az onlar kadar artırmayı hedefleyen “yeşil dönüşüm”, enerjinin daha “verimli”, hızlı ve kârlı üretilmesini; daha verimli, yani kârlı bir şekilde taşınmasını, depolanmasını ve son kullanıcılara istikrarlı bir biçimde sunulmasını sağlayacak teknolojilerin geliştirilmesini öngörmektedir. Bu süreç, özellikle lityum ve kobalt gibi “kritik mineraller” ile “nadir toprak elementleri”nin madenciliğinin daha fazla artmasını gerektirmektedir.Dolayısıyla “yeşil dönüşüm” dünya pazarında rekabet eden güçler için rekabette üstünlük sağlama aracı olduğu kadar yeni bir kaynak ve pazar paylaşımı arayışını da ifade etmektedir.

Dünya pazarında ekonomik üstünlük elde etmek, ne sadece eski-yeni enerji kaynakları ve diğer hammaddeler üzerinde söz sahibi olmak ne de sadece bu kaynakları ve maden yataklarını işleyebilecek teknolojiye sahip olmakla mümkündür. Dünya pazarında güç sahibi olmak son tahlilde ancak askerî güçle mümkündür. Bugünkü dünya sistemi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında kuruldu. İlk kez bu savaşta Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılan “atom bombaları”, yani nükleer silahlar (bunlara artık biyolojik silahlar, İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’ın ve Suriye’nin generallerinin kullandığı çağrı cihazlarını, cep telefonlarını birer bomba gibi kullanması, SİHA’lar ve otonom robotik teknolojiler de ekleniyor) bu dünya sisteminin temelidir. Askerî güçle desteklenmedikten sonra hiçbir ekonomik üstünlük elde edilemez, sürdürülemez. Nitekim ABD’nin zorlamasıyla NATO yeni bir savaş konsepti ilan ederek Rusya ve Çin’e ve bu iki ülkenin nüfuzunda olan Suriye, İran gibi ülkelere karşı yeni bir savaş hazırlığını yoğunlaştırması, savaşı kışkırtması, dünyanın ekonomik ve siyasî olarak yeniden paylaşımı için atılan adımlardır.

“Yeşil dönüşüm”de de bu bağlamda üç temel alan belirleyici olmaktadır. Birincisi, bu yeni teknolojiler için gerekli yeni madenlere kimin nasıl sahip olduğu; ikincisi, bu teknolojilerin pazarlanması ve üçüncüsü, “dönüşüm”ün finansmanı.

“Yeşil dönüşüm” emperyalist Batı ülkelerinde geliştirilen bir programdır. Bu program bazı ülkelerde devlet politikası haline gelmiştir, yani o ülkedeki egemen şirketlerin ortak programı haline gelmiştir. ABD gibi ülkelerde ise “yeşil dönüşüm” üzerine, örneğin petrol şirketleri ile yenilenebilir enerji şirketleri arasında, ama bunu aşan bir biçimde yeni birikim rejiminin hangi sektörlere ve nasıl bir emek rejimine dayanacağına ilişkin rekabet devam etmektedir. Yeniden başkan seçilen Trump’ın ilk başkanlığı döneminde Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi, “yeşil yeni düzen” programını açıklayan ve ülkedeki iklim ve çevre hareketlerinin desteğini alan Biden’ın fosil yakıtlarda Rusya’ya bağımlı olan Avrupa ülkelerinin ambargo uygulamaları için dev fosil yakıt rezervlerini kullanıma sokarak birçok fosil yakıt projesine onay ve destek vermesi örneğinde olduğu gibi. Burada fosil yakıt ve yenilenebilir enerji sermayesinin giderek daha fazla uzlaşmasını sağlayan şey özellikle salgın sonrası “istihdam” sihirli kelimesiyle ABD işçi sınıfını giderek daha ağır sömürü koşullarına razı edebilme kapasitesi oldu. Dijital platform tekellerinden fosil sermayesine işleri olduğu gibi devam ettirirken “yeşil” adımlarını da atabilecek alanı bu sağladı. Keza Fransa’nın da nükleer santrallerin bir süre daha devrede kalması için Avrupa Yeşil Mutabakatında nükleer enerjiyi “yenilenebilir enerji” kategorisine aldırmasını sağlaması da başka bir örnek.

Bu emperyalist ülkeler kendi tekellerinin çıkarlarını korumak için her türlü aracı kullanırken ticarî, malî, askerî bakımlardan kendilerine bağımlı ülkelere “dönüşüm”ü zorunlu tutmaya çalışır. Örneğin Avrupa Birliği’nin 2019 yılında AB Yeşil Mutabakatı’nı açıklayarak karbon vergisi gibi bazı yeni gümrük tarifeleri getirdi. AB, sanayinin yeşil dönüşüm programının “kalbini” oluşturan “Döngüsel Ekonomi Eylem Planı” kapsamında, “kritik öneme sahip bazı ürünlerin değer zincirlerine odaklanmıştır. Piller, akümülatörler, ambalaj ve plastik, elektrikli ve elektronik eşya, tekstil, inşaat ve binalar ile gıda, su ve besin maddeleri odaklanılan kritik ürün değer zincirleridir.”[4]

Bu “yeşil mutabakat”ların, buna uygun hazırlanan “stratejik eylem planlarının” ve yönetmeliklerin işlevi, “kamu kaynakları”nın şirketlere nasıl aktarılacağını belirleyen direktifler olmasıdır. Hükümetler, fosil ve yenilenebilir enerji şirketlerine çok değişik kalemlerde destekler sunmaktadır. Bu destekler, kamu fonları, garantiler, vergi indirimleri, düşük fiyatlandırma, mevzuat değişikliklerinden doğan malî indirimler biçiminde olabildiği gibi yatırım süreçlerinde arazi tahsisi, ÇED yönetmeliği gibi bürokratik işlemlerin kolaylaştırılması, halk muhalefetinin bastırılması gibi garantörlükleri de içerir. Böylece “dönüşüm”, “kamu kaynakları” ile sağlanarak (hem bütçe hem arazi temini gibi orman, mera ya da tarım alanlarının genellikle “acele kamulaştırma” ve “orman alanı dışına çıkarma” yoluyla tahsisi hem de “ucuz iş gücü” temininin garanti edilmesi, vb.) şirketlere kârlarını koruma ve büyütme fırsatı sunulmaktadır.


[1] Ümit Akçay, bu dönüşümün ekonomik boyutlarını “sanayi politikalarının geri dönüşü” teması etrafında ele aldı. Akçay, daha sonraki yazılarında Şimşek Programı- OVP’yi de bu bağlamda inceledi. https://www.gazeteduvar.com.tr/sanayi-politikalarinin-geri-donusu-makale-1696524

[2] Aykut Çoban, “İklim Krizinde Sermayenin Kaldıracı Olarak Yeşil Dönüşüm,” H. Yurdanur (Der.) Siyasi Ekoloji, Ankara, İmge, 2022, s.217-252.

[3] https://www.isoyesilblog.com/dongusellik-bosluk-raporu-2024-yayimlandi/

[4] TÜSİAD (2021), Avrupa Yeşil Mutabakatı Döngüsel Ekonomi Eylem Planı Türk İş Dünyasına Neler Getirecek? Haz. DİLEK EMİL, ANIL BAYÜLKER, TÜSİAD-T/2021-06/621. s. 6-8, https://tusiad.org/tr/tum/item/download/9618_8410a8068c43278dcebc8b2c254ef35d

Scroll to Top