2025 Bütçesi ve IMF Rejimi

Bütçe görüşmeleri başladı. İlk elden bütçeye dair öne çıkanlara bakacak olursak, Cevdet Yılmaz’ın açıklamalarına göre, 2025 yılı bütçe giderleri 14 trilyon 731 milyar lira, bütçe gelirleri ise 12 trilyon 800 milyar lira olarak öngörülüyor.

Bütçede ilk göze çarpan önemli artışın -Savunma Sanayii Destekleme Fonu için ayrılan kaynak da dâhil edildiğinde- toplamda 1 trilyon 608 milyar lira ile savunma sanayisine ayrılan pay olduğu görülüyor. Bu oran bir önceki yılla kıyaslandığında yüzde 120’lik bir artışa tekabül ediyor.

Bölgedeki gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde, savunma sanayisine ayrılan bütçenin iktidarın bölgedeki gelişmelere nasıl yaklaştığına dair ip uçlarını vermesi bakımından önemli bir projeksiyon tutuyor. Erdoğan’ın bölgede olası maceracı heveslerinin bedelinin Türkiye halkları açısından ağır olacağını not etmekte fayda var.

İktidar koalisyonunun 2025 bütçesinden sermayeye aktaracağı rakam ise 1 trilyon 569 milyar lira. Bu meblağ 2025 yılı bütçesinin yüzde 10,7’sine denk gelmektedir. Bütçenin kara deliği ise faizlere ayrılan pay olan 1 trilyon 950 milyar. Bu rakam, sosyal yardım ve desteklere ayrılan 651 milyar liralık bütçenin neredeyse üç katı. Faizler ve sermayeye aktırılan tutarla birlikte düşündüğümüzde 3 trilyon 519 milyar lira tutarında rakamın doğrudan sermayeye aktarılacağı görülüyor. Göründüğü gibi bütçenin önemli bir kısmı sermayeye transfer ediliyor.

Dolayısıyla 2025 bütçesi, 2025 yılının nasıl bir yıl olacağı ve ekonomi yönetiminin ne yönde gideceğine dair bizlere önemli veriler sunuyor. 2025 bütçesi gösteriyor ki, gelir adaletsizliği daha da büyüyecek. Kısacası sermaye adına çok büyük bir servet transferi hedefleyen bir bütçeyle karşı karşıyayız.

Bütçe Gelirlerinde Bir Değişiklik Yok

Bütçenin önemli bir kısmı 3 trilyon 599 milyar lira ile KDV’lerden oluşuyor. Bu vergi vatandaşın ekmekten, peynirden kısacası yapılan tüm harcamalardan kesilen bir vergi türüdür. KDV, geliri ne olursa olsun herkesin aynı oranda ödediği ama sonuçlarından aynı oranda etkilenmediği bir vergidir. Bu vergi yükünün önemli bir kısmı ücretli emekçilerin omuzlarına binmiş durumda.

Gelir vergisi ise 2 trilyon 130 milyar olarak öngörülmüş. Bu vergi ise ücretlilerin, yani işçilerin, aldıkları ücret oranında kesilen vergilerden oluşuyor. Bu dolaylı vergilerin toplamı toplanan bütçenin yüzde 70’ini oluşturuyor. Bütçenin sadece yüzde 15’lik kısmı patronların ödediği vergilerden oluşuyor. Ancak o da ağırlıklı olarak orta ve küçük işletmelerin ödedikleri kurumlar vergisini kapsıyor. Sermayenin büyük bir kısmı herhangi bir vergi ödemediği gibi bütçeden önemli oranda pay sahibi oluyor.

Türkiye’nin dolaylı-dolaysız vergileme tercihine, gelir, servet ve tüketim vergilerinin gelişimine, çıkarılan vergi aflarına, uzlaşma sonuçlarına ve kayıt dışı ekonominin boyutuna   baktığımızda Türkiye’de uygulanan vergi sistemi vergi adaletinin sağlanması bir yana, servet ve sermaye sahiplerini önceleyen bir sistem görüyoruz. Öyle ki sermaye sınıfına önemli oranda kaynak transferi sağlayan bir vergi düzeninden bahsediyoruz. Sermayenin büyük bir kısmının ödemesi gereken vergilerden vazgeçen, hatta onları teşvik ve destekle ayakta tutmaya çalışan devlet işçi ve emekçilerin sırtına asalak karakterli sermaye sınıfının yükünü yüklemektedir.

Tam da bu yüzden bütçe döneminde vergide adaletin sağlanması için servet ve sermaye sahiplerinin artan oranda vergilendirilmesi, emekçilerin sırtındaki dolaylı vergilerin kaldırılması ve kurumlar vergisinin istisnasız kazanç oranında uygulanması önemli talep ve mücadele alanlarından bir tanesi olarak öne çıkıyor.

2025 – 2027 OVP Stratejisi

2025-2027 yılları arasında ekonomi yönetiminin yol haritası olan OVP 2025-2027 stratejisi geçtiğimiz günlerde açıklandı. Açıklamada “On İkinci Kalkınma Planı 2025 -2027 hedefi olarak makroekonomik ve finansal istikrarı güçlendirmeyi, mali disiplini korumayı, orta vadede enflasyonu tek haneye düşürerek fiyat istikrarını sağlamayı, yeşil ve dijital ekonomiye geçiş odağında teknolojik dönüşümü sağlamayı, beşerî sermayeyi güçlendirmeyi, işgücü piyasasını daha da etkinleştirmeyi, iş ve yatırım ortamını iyileştirmeyi ve ekonomide kayıt dışılığı azaltmayı ön plana alan sürdürülebilir büyümeyi hedeflemektedir.” Denilmekte.  Oysaki    ekonomi yönetiminin sınıfsal tercihleri de zihinsel haritasının ne olduğu da sürecin nasıl yürütüldüğü de çok açık. Uygulanan program, ima ettiği gibi bir “program” olarak işlemekten ziyade, sermayenin istikrarını sağlamak için emekçi haklara dayattığı kemer sıkma programından fazlası değildir.

İşsizlik Artacak

OVP’ye göre, istihdam açısından ise durum daha da kötü. Ekonomi yönetimine göre, 2024’teki yüksek faize rağmen işsizlik 2023 yılına göre düşecek ve yüzde 9,3 olarak gerçekleşecek. 2025 yılındaki düşük büyüme nedeniyle işsizlik 9.6’ya çıkacak. Ancak gerçekliğin bu verilerin çok üstünde olduğu biliyoruz. Sanayi ve imalat sektöründeki daralma ve sermaye çıkışlarının etkileri ile düşündüğümüzde bu oranın daha da yüksek olacağını biliyoruz. Yerli ve milli sermaye sahibi Koç Holding’in Mısır ve Bangladeş yatırımlarına baktığımızda yerli ve yabancı sermayenin uygun koşullar oluştuğunda tercihlerinin ucuz iş gücü sağlayacak bölgeler olduğunu net olarak görüyoruz. Sermayenin yerli ve milli hikâyeleri sadece emek sömürüsünün dolayısıyla sermaye birikiminin koşullarının tesis edilmesine kadardır.

OVP’nin ekonominin geleceğine dair herhangi bir projeksiyonu da yok. Dolayısıyla OVP’in iddialı hedeflerinin gerçekleşmesi için gerekli olan tek seçenek, emeğe daha fazla baskı yapılmasıdır. Önümüzdeki süreçte emek ve sermaye kavgasının daha da sertleşeceği bir dönemin kapılarının aralandığını ve koşullarının oluştuğunu söyleyebiliriz.

Kişisel Borçlar Daha da Artacak

Yoksulluk, işsizlik ve ekonomik belirsizlik nedeniyle temel ihtiyaçlarını karşılamakta ve yaşamını sürdürmekte güçlük çeken milyonlar, en temel ihtiyaçları arasında seçim yapmak zorunda bırakılıyorlar. Yıllar içinde reel kazançları düşen, gelirleri azalan geniş kitleler, zaman içinde oluşan tüketim alışkanlıklarını bireysel kredi ve kredi kartı kullanımıyla sürdürüyor. Bireysel kredi ve kredi kartı borçları 21,9 milyar lira artarak toplamda 3 trilyon 597 milyar lirayı buldu. Bu dönemde bireysel kredilerin bakiyesi 15,4 milyar lira artışla 1 trilyon 917 milyar liraya yükselirken, kredi kartı borç bakiyesi ise 6,5 milyar lira artarak 1 trilyon 680 milyar lira oldu. Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir aile, kira, fatura ve temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırken; bu yükün altına bir de yüksek kredi kartı faiz oranları ve bankalara olan kredi borçları ekleniyor. Türkiye’de hane halklarının borçlanma oranı, uygulanan OVP ile birlikte hızla yükselmiş, kredi kartı borçluları sayısı 40 milyonu geçmiştir.

Bu durum 2025 bütçesi ile birlikte düşünüldüğün de bireysel borçlanmanın daha da artacağı gün gibi ortada.

Enflasyon Azalmayacak

IMF ile yapılan görüşmede enflasyon tahminleri tutmayınca tahminler yeniden revize edildi. 2024 enflasyon hedefi yüzde 33 olarak tahmin edilirken bu tahmin daha sonra 41,5 olarak revize edildi. 2025-2027 OVP’de 2025 yılına ait enflasyon yüzde 15,2 olarak hedeflenmişken daha sonra 2025 enflasyonu da yüzde 17,5 olarak revize edildi. Şimşek’in programının çalışmadığını, gerçek enflasyonun açıklananın çok üstünde olduğunu ENAG açıklamalarından biliyoruz. Net olarak söyleyebiliriz ki ekonomi yönetimi açısından sürekli revize edilen OVP işlevini yitirmiş, iflas etmiştir.

Gerçek enflasyonun açıklananın çok üzerinde olmasına rağmen uluslararası sermayeye 2025 emekli ve asgari ücret zamları tutmayan tahmin üzerinden yani yüzde 20 üzerinden belirleneceği sözü verildi.

2025 bütçe gelirlerinin önemli bir kısmı dolaylı vergilerden oluşmasına rağmen 2025 -2027 OVP stratejisi sıkılaşmış para politikalarının devamı konusunda IMF ve iktidar bloğunun üzerinde uzlaştığı bir stratejidir. Hedeflenen bütçe geliriyle uygulanan ekonomi politikası arasındaki tutarsızlık emekçi halklara saldırının hangi boyutlara taşınacağını net olarak gösteriyor. Örneğin   iç talebi baskılayarak vergi gelirlerinde bir artış sağlanması olanaksızdır. Bunu sağlamak için yeni ek vergiler çıkartılması, emeğin daha fazla baskılanması, borçlanmanın daha fazla artması gerekecek. Türkiye’nin uzun yıllardır yaşadığı krizlerin arkasında yatan gerçek tam olarak yukarıda söz ettiğimiz adı konulmamış bir IMF rejimidir.

Yeşil Dönüşüm Masalı

AB, Avrupa Yeşil Mutabakatı adı ile “2050 yılına kadar AB’yi sera gazı salımların olmadığı ve ekonomik büyümenin kaynak kullanımından ayrıştırıldığı, modern, kaynak açısından verimli ve rekabetçi bir ekonomiye sahip adil ve müreffeh bir topluma dönüştürmeyi amaçlayan yeni bir büyüme stratejisi” programını devreye soktu. Bu program aynı zaman da Türkiye’nin de imzacısı olduğu bir programdır.

Aykut Çoban’ın saptamalarından hareketle söyleyecek olursak iklim sorunsalı, kapsamı, nedenleri ve sonuçlarıyla ideolojik, iktisadi, sınıfsal, siyasal bir sorundur. Dünyaya bu projeksiyonundan bakacak olursak; günümüz dünyasında, bir yanda, dünyanın kaynakları ve doğanın varlıkları, kapitalizmin körüklediği çılgın bir tüketim temposu ile fütursuzca, toplumsal yaşamın gereklerinin çok üzerinde tüketiliyor, diğer yanda ise dünyanın önemli bir nüfusu günlük ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak koşullar içinde yaşamlarını sürdürüyor.

Birleşmiş milletler verilerine bakıldığında hâlâ 3 milyar insanın evinde ellerini yıkayacağı bir lavabo, 2,7 milyar insanın da yemek pişirmek için düzenli bir mutfağı bulunmuyor. 1 milyar insanın ise elektriğe sağlıklı bir şekilde erişimi yok ya da hiçbir erişimi yok.

Merkezi kapitalist ülkeler istikrarlı büyüme sağlayamadıkları ve kriz halini aşamadıkları için iklimle ilgili sorunları yıllarca reddettiler.  Sermaye sınıfları ve grupları, şimdilerde artık gizlenemeyen iklim krizi için kendilerine vazife çıkararak, politika değişikliğine yöneliyorlar.

İklim Krizi Gölgesinde Kâr Hırsı

Kapitalizm, sermaye birikimi sürekliliğini sağlamak için zamana, mekâna ve belirli bir ölçeğe ihtiyaç duyar. Dünya artık ekolojik olarak bu imkânları sağlamanın sınırlarına dayandı. İklim kaynaklı sorunlarla beraber kapitalizmin eşitsiz gelişim eğiliminin yaratmış olduğu tüm sancılarını yaşayan ulus ve ulus ötesi finans ve sermaye grupları ve/veya bir bütün olarak sermaye, kendi krizlerini aşmayı ve kapitalist yeniden üretim için yeni faaliyet ve kazanç alanları yaratmayı hedefliyor.

Dolayısıyla bugüne değin, enerji yatırımlarında yalnız azami kâr dürtüsü ile hareket eden, doğayı tahrip etmekte beis görmeyen sermayenin temsilcileri, “enerjide yeni düzen, yeşil enerji, yeşil dönüşüm’’ slogan ve önermelerini dillerinden düşürmeyerek, kapitalizmin içinde bulunmuş olduğu yapısal sınırları aşma arayışları içerisindeler. Ancak yeşil dönüşümü sermayenin, üretici güçlerin gelişiminin yaratmış olduğu sürecin bir tezahürü olarak da yeniden birikim imkânını yaratmak açısından aynı zamanda zorunlu kılıyor.

Türkiye’de Yeşil Dönüşüm

2025-2027 OVP ‘de “Sürdürülebilir büyüme için yeşil dönüşüm sürecinin hızlandırılmasına yönelik politikalar hayata geçirilerek uluslararası düzenlemelere uyum güçlendirilecek, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ve enerji verimliliği artırılacaktır.” deniliyor.

Öte yandan bütçe sunumunda Cevdet Yılmaz, 2025 bütçesinde çevresel sürdürülebilirliğin yeşil ve dijital ekonomiye geçiş yönünde teknolojik dönüşüme odaklandıklarını da söyledi. Ancak bu dönüşümü sağlayacak herhangi bir bütçe ayrılmadı.

Oysaki, Türkiye’nin AKP-MHP oylarıyla meclisten geçirilen Enerji Kanunu’nda ve Maden Yasası’nda yapılan değişiklikler ile hedeflenen HES’lerin sayısını arttırmak ile bu hedefler pek bağdaşmıyor. “Yeşil dönüşüm” olarak pazarlanan şey aslında HES’lerin su kaynaklarının üstüne kurulup, su kıtlığına yol açması, fabrikalardan, tesislerden akan kimyasallar nedeniyle kullanılmaz hale gelen akarsuların sayısının artması. Yasal değişiklikler ve kararnamelerle çalışma alanı sınırları içerisindeki orman alanlarının yüzde 50’si madenler için ruhsatlandırıldı. Yine aynı şekilde orman alanlarının yüzde 35’i ihale, yüzde 13’ü arama, yüzde 2’si işleme ruhsat safhasındaki maden ruhsat alanları ile ruhsatlandırıldı. Arazi kullanım niteliğine göre çalışma alanında tarım ve mera alanı olarak tanımlanan alanların yüzde 63’ü madenler için ruhsatlandırıldı. Milli parkların yüzde 54’ü ihale ile ruhsat alanlarına alındı.

Yeşil dönüşümden kastın daha fazla HES yapmak ve daha fazla maden alanı açarak doğayı sermaye birikimine açmak olduğu anlaşılıyor. Dünya ticaretinde payı artan yüksek teknolojili ve katma değerli ürünlerin hammaddelerin yurt içinde üretimine yönelik uluslararası tedarik sürecine eklemlenme arzusuyla doğanın tahribinin yeşil dönüşüm başlığı altında yapılması sermayenin ironisi olsa gerek.

Sınıf Hareketli

Türkiye’nin dört bir yanında işçiler, haklarını savunmak amacıyla iş bırakıyorlar veya protesto eylemleri (yürüyüş, basın açıklaması, oturma eylemleri vb.) düzenliyorlar. Özellikle büyük şehirlerde, belediye işçilerinden maden işçilerine kadar geniş bir yelpazede işçiler, düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarına karşı tepkilerini gösteriyorlar. Yapılan işçi eylemleri, sadece ücret artışı taleplerini değil, aynı zamanda çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sosyal güvencelerin sağlanması ve iş güvenliğinin artırılması taleplerini içeriyor.

Siyasal atmosferin daha da ısındığı bu dönemde sınıfın içinde bulunmuş olduğu yoksulluğun yarattığı hoşnutsuzluk ve öfke siyasal iktidarın ekonomi yönetimi temsilci Mehmet Şimşek’e yöneltiliyor. Eylemlerin, siyasal muhataplık arayışı barındırmasının göstergelerinden biri de o eylemlerin yönünü tayin ediyor. Ankara bu anlamada protestoların önemli çekim merkezi haline gelmiş oluyor. Şimdi sınıfın biraz daha hareketlendiği dönemde siyasal söylemi ve muhataplığın doğru yere kanalize edilmesi ve önemi bir kez daha açığa çıkıyor. Bu anlamda “Hükümet istifa” söyleminin siyasal hedef açısından doğru yere oturacağını görmek gerekiyor.

Scroll to Top