Evrendeki varlıkların davranışlarını az buçuk gözlersek kimi kuvvetlerin birbirleri arasındaki mücadelelerini görürüz. Bu mücadeleler dinamiktirler ve içerisinde hareketi barındırırlar. Var oluş muhtemeldir ki bir kuvvetin galip gelmesiyle olmuştur ama bu koşul bitmiş bir süreci ifade etmez. Mücadele süreklidir.
Sermaye denilen toplumsal ilişkinin davranışı da yukarıda varlık olarak ifade ettiğimiz şeyin davranışına benzer. Sermaye, aşırı birikim sorunlarıyla karşı karşıya kaldığı anda kimi kuvvetlerce etkilenmeye başlıyor ve akacak yeni kanallar bulmak durumunda kalıyor. Spekülatif ve istikrarsız olan bu karakter bir dizi krizlerle de tetikleniyor. Mücadele sürekli bir hal alıyor.
Dünyanın politik örgütlenişi de evvela bu süreçle örtüşür.
Kautsky, emperyalizmi ve onun yarattığı savaşları kapitalizmin rasyonalitesi açısından oldukça zararlı bulmuştu. Bununla kalmamış, kapitalistlerin kendi sonlarını getirecek savaşlardan vazgeçeceklerini umut etmişti. Emperyalistlerin, birbirleriyle savaşmadan, dünyayı ortaklaşa yöneteceği bir düzeni yaratmaya muktedir olduklarını da iddia etmişti. Lenin, Kautsky’nin aksine, emperyalistler arasında dünya pazarlarının yeniden paylaşımının ve paylaşım savaşlarının kaçınılmaz bir sonuç olduğunu vurgulamıştı.
Kapitalizmin eşitsiz birleşik gelişimi emperyalist özneler arasında mücadeleyi tetikler. Bu mücadele de dinamik ve hareketlidir. Bazı emperyalist özneler kimi zaman öne çıkar, kimi zaman geriye düşer. Yani güç dengeleri ve devletler arasındaki egemenlik hiyerarşileri değişken de bir süreçtir.
Emperyalist özneler arasındaki rekabette öne çıkan şeylerden bir tanesi ABD-Batı ekseninde yaşanan gerileyiştir. Bu gerileyişin karakterine bakacak olursak üç önemli özellik kendini gösterir. Birincisi bu süreç yavaş bir süreçtir. Yükseliş süreci aşağı yukarı dört yüz seneyi almıştır, gerileyiş süreci belki de daha uzun sürebilecektir. İkincisi, gerileyiş lineer bir çizgide ilerlememektedir. Güçte duraksamalar, yeniden yola koyuluşlar ve tersine dönüşler gibi süreçlerle epey düzensiz bir süreç söz konusudur. Üçüncüsü, güç bir grubun bir diğer grubu etkileme yeteneğidir. Bu doğrultuda ABD-Batı diğer emperyalist öznelere kıyasla gerileme eğilimindedir.
Dolayısıyla pürüzsüz bir zeminde dünyayı yönetme zaten mümkün olamamaktadır. Zamanında imparatorluk hamlesi diye parlatılan, Orta Doğu’da birkaç ülkeye aynı anda müdahale etme raconu, gücün sınırlarını görme ile sonuçlanmıştı. Bir yandan bölgedeki mutlak hakimiyet sağlanamazken diğer taraftan Latin Amerika’da solcu iktidarların önü alınamamıştı. Aslında bakarsak sürekli savaş konseptleri yaratılabilmiş ama yerine yeni düzenler kurulamamıştı.
Bugün gelinen aşamaya bakarsak, Ukrayna Savaşı ve Filistin genosidi emperyalist savaşın ön cepheleri olarak öne çıkmaktadır. Afrika kıtasında görülen askeri darbeler, bölgesel güç dengelerinde kırılmaları göstermektedir. Orta Doğu, Kuzey Avrupa, Kafkaslar, Doğu Asya ve Pasifik gerilim hatları olarak var olmaktadır.
Ukrayna Savaşı öncesinde, Rusya, Batı sermayesi ile bozuşunca bu açığı Çin sermayesi ile doldurmuştu. Son süreçte Rusya’nın kendi ekonomisinde ve özellikle de savaş sanayi ekonomisinde Kuzey Kore ve İran ile yaptığı askeri ve ticari anlaşmalar ile kendisine uygulanan yaptırımları aşmayı hedeflemektedir. Çin’in ekonomisi ve Rusya’nın silah sanayisi bir arada birleşince Ukrayna Savaşı, emperyalist öznelerin doğrudan karşı karşıya gelebilecekleri bir olasılığın arttığı bir tabloyu resmetmektedir.
Filistin genosidi, önüne ABD’nin bölge hakimiyeti vesilesiyle gerçekleşen hamleleri de alarak ama elbette ki ali cengiz oyunları tadında ekonomi politik süreçlerle birlikte işliyor. Filistin, spekülatif sermayenin ölüm kampları yarattığı özel bir alan olarak önümüzde duruyor. İnsanlığın yitimi şeklinde yaşanan bu süreç namertçe ve kuralsız bir biçimde örgütleniyor. Yeni teknolojik savaş atılımları ve istihbarat açısından önümüzde yaşanacak savaşların nasıl bir karaktere ve tekniğe sahip olacağı noktasına bize kimi parametreler veriyor.
7 Ekim Aksa Tufanı ardında yaşanan işgal devletinin yayılmacılığının tamamında olan bir özellik göze çarpıyor. O özellik ABD emperyalizmini de arkasına alarak, stratejik bir hamle olarak, bölgeyi insansızlaştırma davası gütmesidir. Beynelmilel sermaye için kan gölü yaratmanın bir sermaye davranışı olduğunu vurgulamakta fayda var. Siviller hedef alınarak, savaş kurallarını geçersiz kılarak, okul ve hastaneleri hedefleyerek halklar göçe zorlanıyor, insansızlaşan bölgelerde “A örgütünü hedef alıyoruz” gibi manipülatif söylemlerle askeri ilerleyişin meşruiyet zeminleri aranıyor.
Orta Doğu’ya emperyalist müdahalelerin yakın tarihine bakarsak; Irak, Yemen, Libya, Suriye, Filistin ve Lübnan’ı incelemek gerekir. Bu ülkeler sürekli savaş ve iç savaş konseptleri yaratılarak emperyalizmin hedefleri olmuşturlar. Vekalet savaşları biçiminde yürütülen bu süreç son süreçte Filistin’de yaşanan gelişmeler ile birlikte her an başka bir aşamaya sıçrama potansiyeli ile yüklenmektedir.
Nasrallah’ın ölümü sonrası Lübnan’da savaş ahvali kalıcılaşmış görünüyor. Güney Lübnan, Sur, Sayda, Dahiye, Beyrut şehirleri günde en az yedi kere kadar yoğun bir biçimde hava saldırılarına uğruyor. Kara harekâtı güney sınırdan Litani Nehri’ne kadar 30 km “güvenlik koridoru” olacak şekilde ara ara deneniyor. Henüz işgal devletinin ordusunun kapsamlı bir kara ilerleyişi görünmüyor. 2006’da da benzeri bir süreç yaşanmış, Hizbullah, işgal devletinin kara ordularını yenilgiye uğratmayı başarmıştı.
Lübnan’da Kırılma
İşgal devleti Lübnan’da neden yeni biçimlere ihtiyaç duyuyor sorusu önemli.
İşgal devletinin kendi açıklamalarına bakılırsa hem Hizbullah’la hem Hamas’la savaş uzadıkça uzuyor. Bu uzamanın ana sebebini de “lojistik hattın” hala çalışıyor olmasından kaynaklandığı iddia ediyor. Eğer bu lojistik hat kesilirse savaşın seyri işgal devleti tarafından kontrol edilebilir hala gelecektir diye de yorumlanıyor. Lojistik hat, İran sınırından başlayarak Irak’a oradan Suriye’ye oradan da Lübnan’a uzanıyor. İşgal devleti bu hattın Suriye’den kesilmesi gerektiğini açıklıyor.
İkinci mesele, Kuzey cephesinin sonlanması için Hizbullah’ın ateşkes koşulu Gazze’de ateşkes idi. Son birkaç haftadır, İsrail, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’yı bombalamayı epey şiddetlendirdi. Yüzlerce ölü var. Gerekçe ise, Mahmut Abbas yönetiminin Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te meşruiyetinin epey zayıfladığı ve oradaki Filistinlilerin Hamas’a ve İslami Cihad’a destek verdiği; 3. İntifadanın Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten çıkabileceği riski. Hizbullah da İsrail ateşkesine Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te ateşkes şartı koymuş oldu. Ve bu durum bu cephenin kalıcılaşması anlamını taşıyor.
Üçüncü mesele, ABD’de gerçekleşecek Kasım seçimleri. Trump ya da Kamala Harris’in hangisi seçilirse seçilsin bölgede bir durağanlık yaşanmayacaktır. Fakat mevcut Biden yönetimi ile Netanyahu arasındaki uyum olsa gerek Kasım seçimlerine kadar savaşı sertleştirmeye çalıştıkları görülüyor. Bu sertleşme aynı zamanda Netanyahu’nun kendi iktidarını koruması için de yaşanıyor. Dışarıda savaş konsepti yaratılarak içeride bir sertleşme ve iç konsolidasyon süreci Netanyahu yönetimi tarafından hedefleniyor.
Lojistik hat üzerinden süren gerilim, bu hattın Suriye’den kesilmesi gerektiği üzerine yapılan bir dizi hamle ve Suriye’ye yönelik işgal devletinin hava saldırıları, Şam’ın da işgal edilmek üzere hedeflendiği yorumunu doğuruyor. Henüz Lübnan’da bile ilerlenememişken bu yorum için erken olsa da Suriye’nin de gerilimin içerisinde olduğunu görmekte fayda var. Sonuçta Suriye demek bir boyutuyla Rusya demektir. 2011 sonrası Rusya’nın Suriye’deki müdahaleleri eğer boşuna değilse, şimdi de aynı müdahalenin olacağı ve bu işin o kadar da kolay olmayacağı görülmelidir.
Bütün bu bölgesel gerilim İran’ı da tetiklemektedir. Yaşanan onlarca itibar suikastı ve işgal devletinin sınır tanımaz hamleleri İran’ı da savaşın içerisine çekmektedir. Bu olasılığın gerçekleşmesi demek, iki ülke arasındaki ülkeler olan Irak, Suriye ve Ürdün’ün savaş bölgesi olması anlamını taşır. Türkiye ve Azerbaycan’ın da bölgeye müdahalesinin önünü açar. Bölgede yaşanan pivot devletler arasındaki rekabette, Direniş Ekseni’nde yaşanacak olası bir zayıflama, İran’ın müdahale etmesini bölgesel hakimiyette geri düşmemesi gerekliliği üzerinden zorunlu kılar.
Sonuç olarak, Ukrayna Savaşı ve Filistin genosidi, emperyalist savaşın ön cepheleri olarak öne çıkıyor. Gerilim yükseliyor. Cepheleşme sürekli savaş coğrafyaları yarattıkça yaratıyor. Vekalet savaşları üzerinden yaşanan bu süreç, vekalet güçler üzerinden yürütülmeyi aşarak emperyalist güçlerin birbiri arasındaki savaşa evirilmesi potansiyeli artıyor. Bütün bu analitik tablo; Orta Doğu, Kuzey Avrupa, Afrika, Kafkaslar, Doğu Asya ve Pasifik üzerindeki gerilimler, özelinde Orta Doğu’daki Filistin, Lübnan, Suriye, İran gerilimi, emperyalist savaşın gerçekleşme olasılığının az da olmadığı bir tabloyu resmediyor. ABD-Batı ekseninin gerileyiş seyri de göz önünde bulundurulursa, hegemonya mücadelesinin epey sancılı yaşanacağı görülüyor.