Ankara ile Şam İlişkileri Normalleşir mi?

Bu soruya cevap vermek epey zordur. Önümüzde birçok olasılık mevcut. Elbette ki evet ya da hayır deyince cevaplanmış sayılabilecek bir soru da değildir.

Cenevre’de denendi, Astana’da denendi. Olmadı. Şimdi yeniden deneniyor.

Çok da net yargılar olmadan cevap vermeyi deneyelim.

“Evet”, politik arenada süreç normalleşmeye zorlanıyor. Rusya zorluyor. İki taraf da kimi tavizler verebilir.

Ya da “Hayır,” ABD, Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonundan memnun. Uyarısını da çekti zaten. Ayrıca Türkiye’nin ulus devlet kodlarında iki temel şey vardır. Birincisi militarizm ikincisi ise Kürt sorunudur. Bu iki kod, Türkiye’yi Suriye’de kalmaya zorlamaktadır. 

Hem evet hem hayır demiş olduk. Şimdi daha cesur olalım. Ankara ile Şam ilişkileri normalleşir mi? TSK Suriye’den çekilir mi? Zor!

Peki, neden?

***

1980’li yılların sonunu ve 1990’lı yılların başlarını kapsayan süreçte ABD politikasına bakılırsa, SSCB’nin tasfiye sürecini denetlemenin birincil gündem olduğu anlaşılır. Bir yandan SSCB sonrası dünyayı örgütlemek, diğer yandan da oldukça büyük bir krizde olan ABD ekonomisini toparlamak gerekliydi. Bu süreçte dünya ekonomisinin yeniden örgütlenmesinin yanı sıra küreselleşmenin yayılması gibi bir strateji izlenilmiştir. Dünyanın genelini kuşatan emperyalist birikim süreci, ABD’nin Orta Doğu’da da politik yönelimlerinin pusulası olagelmiştir.

Küreselleşmenin bir sonucu olarak birbiriyle ilişkili yerel piyasalardan oluşan küresel mali ağ içerisindeki spekülasyon kaynaklı küresel istikrarsızlık, emperyalist ülkelerde dünyayı yönetme ihtiyacını da arttırmıştır. Emperyalist müdahaleler bu bağlamda daha da artmak zorunda kalmıştır.

Irak’ın işgali bu bağlamda atılmış ve ABD Irak’ta batağa saplanmıştı. Irak işgal edilmiş ama denetim altında tutulamamıştı. İşgal sürdürülememiş öngörülen çıkış yakalanamamıştı. Bir güç olarak zor yeterince iş görmüş ama meşruiyet, Gramsci diliyle konuşursak “moral yönetimi”, bir türlü sağlanamamıştı.

2011 Arap İsyanlarını bastırmak onun için önemli bir adım idi. Takip eden süreçte Çin’in ve Rusya’nın rahatsız edici yükselişi, hegemonya mücadelesini aralayan ve kızıştıran bir sürece doğru bizleri götürmektedir. Bu hegemonya mücadelesindeki yenişememe durumu bir hegemonya boşluğu yaratmakta ve kimi ülkelere manevra kabiliyeti tanımaktadır.

***

İkinci Paylaşım Savaşı sonrası birikimsiz Türk burjuvazisinin, ABD ile kurduğu karşılıklı pragmatik/rasyonel ekonomik ilişki, iki tarafın da çıkarlarınca dizayn ediliyordu. Militarizm, tetikçilik ve bunun karşılığında ABD’den gelen para sermaye. Türkiye, ABD’ye başta Orta Doğu olmak üzere askeri hizmet sunuyor, bir bakıma bölgedeki jandarması oluyor, bunun karşılığında da ABD’den diplomatik, bürokratik ve ekonomik yardım alıyordu. Türk burjuvazisi de bu para sermayeden nemalanıyordu. Burjuvazi, ordu ve iktidar birbiri ile iç içe geçen ilişkiler bütününde kenetleniyordu. Artan militarizm dış politikayla sınırlı kalmıyor, rejim “içeride” de bu bağlamda kendini inşa ediyordu. Ülke de ancak böyle ekonomik olarak ayakta kalıyor ve ancak böyle yönetilebiliyordu.

Türkiye’nin tercih edilişi jeopolitik konumu ile ilişkiliydi. Bu konum onu militarizm üretmeye bağımlı kılıyor, ürettikçe de Türk burjuvazisinin birikim süreçlerini yapısal bir yeniden yapılanmaya götürüyordu. Burada yeniden yapılanma jeopolitiğin ihraç malı olarak para sermaye getirmesidir ve burjuva düzeni bu yalpalanmaya bağımlı hale gelmiştir. Düşman üretmek ve militarizm satmak, Türk burjuvazisini onlarsız yaşayamaz hale sokmuştur.

Oluşan denklem içerisinde önü en çok açılan yapı -zaten ülkenin kurucu unsuru olan- TSK olmuştur. En nihayetinde hizmeti üreten odur. Sahibi de odur. Emperyalizm ve Türk burjuvazisi arasındaki ilişkide askeri süreçler önem kazandığına göre, stratejik önem TSK’ya aittir. Burada altını çizmek istediğimiz şey, burjuvazinin emperyalizmle olan ilişkisinde aygıt olarak ulus devlet ve onun görünür hali TSK, özel ve belirleyicidir.

ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte oluşan yeni durum, bağımlı ve militarist rejimi büyük bir krize sokmuştur. ABD ve Türkiye ilişkilerini de! Bu ilişkide yer yer kırılmalar olmuş, Türkiye’de rejim sarsılmıştır. Ki bu sancılar bugün de izlerini korumaktadır. Türkiye, tam da bir ekonomik kriz içerisinde sarsılırken Irak’ta istediği pozisyonu alamamış, savaşta görece devre dışı kalmıştı. İncirlik üslerini kullandırıp karşılığında diğer seçeneğe göre çok daha cüzi ekonomik yardım almak dışında. Ayrıca önemli pozisyon alamamasının önemli bir nedeni de ulus devletin kanayan yarası Kürtler olmuştur. ABD ile ilişkiler nezdinde yaşanan kriz bu bağlamıyla daha da fazla derinleşmiştir.

Geç kapitalistleşen bir ülke olarak Türkiye, 1970’lerde başlayan bir süreç olarak, sermaye birikiminin küresel çapta dünya pazarına entegrasyonunun yaşadığı pürüzler sebebiyle, yeni bir dönüşüme zorlanıyordu. TSK da tekelci burjuvazinin küresel düzene entegrasyonunun önünde pürüzler yaratıyordu. Sermaye birikiminin, dışa yayılmayı zorunlu kıldığı bir dönem açıldı ve bu süreç TSK iktidarına son verilmesine bakışımlı olarak yaşandı.

1950’li ve 60’lı yıllar Türkiye açısından içeride burjuvazinin gelişiminin sıçrama yaptığı yıllardır. Sermaye birikiminin içeride görece gelişkin ve üretime dayalı dayalı bir biçimde gelişeceği ve uluslararasılaşacağı, yeni sermaye fraksiyonlarının da gün yüzüne çıkacağı bir dönemdi bu. Hemen akabinde de kendisini 24 Ocak kararlarıyla ileriye sıçratarak ihracata dayalı bir büyüme modelini ortaya koyacaklardı. Sermaye grupları emperyalist ülkelerle ortaklıklarını daha da derinleştirerek birlikte dış pazara yönelmeye başladı.

24 Ocak 1980 neoliberal kararları sonrasında ivmesini alan özel birikim modelini hızlandırıp yoğunlaştırarak ve özelleştirme politikalarıyla adeta şirketleşen Türkiye gerçeğini yaratacak olan AKP, neoliberalizmin sözcüsü olarak 2002’de iktidara gelecekti. AKP, Türkiye’nin sermayesinin dünya emperyalist sistemine daha derin entegrasyonunu piyasacı ve günden güne kuralsızlaşan politikalarla oluşturacaktı.

TSK iktidarına son verilip sermayenin mutlak iktidarına yürünüyordu. Hem meta sermaye hem para sermaye politikalarının işletileceği bir yeni dönem açıldı. Özellikle meta ihracı için Orta Doğu ve Afrika pazarına yönelim gerekliydi. Bu yönelim Türkiye rejiminin zaten kodlarında vardı ve militarist damar kışkırtılıyordu. Suriye Savaşı da bunun için iyi bir fırsattı.

 ***

Emperyalist güçler arasındaki yeni mücadeleler bir hegemonya boşluğu yaratıyordu. Bu boşluktan yararlanıp kimi güçlerin hareket alanları oluşuyor ve alt emperyalist bir pozisyon almalarına olanak sağlamış oluyordu. Nitekim Türkiye de bunlardan biriydi. Burada alt emperyalist derken mutlak bir gücü kastetmiyoruz elbette. Yerel kapitalizmin gelişme düzeyinin dayattığı bölgede hegemon sermaye olma ihtiyacı, küresel hegemonya boşluğundan yararlanıp alt emperyalist bir bölgesel yönelimle giderilmek isteniyordu.

Türkiye, büyük emperyalist güçler arasındaki boşluktan faydalanabilmek için onlara kimi hizmetler sunmalıydı. En önemli hizmeti de uluslararası sisteme tam entegre olamayan ülkelerin sisteme entegrasyonunu sağlamak olacaktı.

Ama şunu da unutmamak gerekir ki, ABD emperyalizmi kapitalizmin çarpık bir gelişim seyrinde ilerlediği ülkelerde, ki Türkiye de bunlardan biridir, dışsal bir faktör değil, içkin bir ögedir. Sadece yerel sermaye ile kaynaşarak değil, devlet içindeki hakimiyetini de özel bağlarla kendine bağladığı kişiler ve kurumlar üzerinden sürdürmektedir. Organik bir hakimiyeti vardır, siyasal yaşamın her yerine sinmiştir. Bu bağlamıyla ABD’den gelecek her uyarı, Türkiye açısından ciddiye alması gereken bir şey olarak hala ağırlığını korumaktadır.

***

Türkiye’de senelerdir birçok krizin temelinde Kürt sorunu yatar. Ulus devlet senelerdir Kürtlere yaklaşımını inkâr, asimilasyon, yok sayma ve şiddet üzerine kurmuştur. Bu durumun temel gerekçelerinden biri de Türkiye rejiminin gelişim seyrinde dış politikanın kendisine yüklediği militarizm kodudur.

Barış senelerdir bütünüyle reddedilmiş, Kürt sorunu da bu bağlamla çözülememiştir.

O, ulus devletin yapısına içkin bir konudur. Her politik hamleye sinmiş, arkada her zaman bir sebep-sonuç olarak kendisini sürdürmüştür. Şoven dalgalarla ve militarizmi de kullanarak, küreselleşme rüzgarının estirdiği anafora kapılınmış, karanlığa ve topyekûn bir halkın reddiyesine kadar bu süreç derinleşmiştir. Halka karşı savaşan devlet geleneği, kendisini “ordulaşmış millet” olarak göstermektedir.

Kürt sorunu, Türkiye’de özellikle 1990’ları kapsayan süreçte neoliberalizmin gelişimine bizatihi engel olmuş, bunu kapsayan on beş sene boyunca iktidar ilişkileri bu sorunu çözmek üzere seferber olmuş, süreç iktidar değişimine kadar gitmiştir.

Militarizmin, sermaye döngüsü dışında kalan alanların sermaye döngüsü içerisine çekilerek sermayenin hizmetine koşullanması olarak yeni sermaye birikim alanları açmasının bir yöntemi olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu süreç aynı zamanda kapitalizmin krizlerini aştığı da bir süreçtir. Türkiye’de bu süreç tarih boyunca içeride ve dışarıda kendisine bir düşman yaratıp onun üzerinden savaşı sürekli tetiklemesi olarak kendisini göstermiştir.

Yine hatırlayalım; Türkiye, ABD’nin Irak’ı işgali sürecinde savaşa doğrudan katılmak istemesi bile bu sebepleydi. Irak’ta Kürtlere doğrudan saldıracak, bu noktada ABD’yi onun kendi sorunu Kürtler ile savaşında yanına çekerek savaşı harlayacaktı.

***

Güncel gelişmelere biraz bakalım.

Kayseri’de başlayıp Türkiye’nin güney illerine yayılan pogromun hemen ardından, Suriye’nin kuzeyindeki TSK ile cihatçı-selefi örgütlerin birlikte kontrol ettikleri kimi bölgelerde bizzat bu iki yapının çatışmalarına tanıklık ettik. Tek sebebi elbette ki Kayseri’de başlayan pogrom değildir. Bu gelişmelerin bizatihi Erdoğan’ın Esad ile diyaloğa hazırız demeçlerinin ardına gelmesi asla tesadüf değildir. Görünen o ki Batı Erdoğan’a bir mesaj vermektedir.

Hemen belirtelim, elbette ki Erdoğan’ın “görüşme” istediğini belirttiği demeçleri vermesi bile büyük bir olaydır. Görüşmenin gerçekleşmesi Rusya’nın meşruiyetine yarayacaktır. Rusya’nın zorlaması tam da bunun içindir.

Peki Erdoğan’ı Esad ile görüşmeye götürecek sebepler neler olabilir? Tabii ki bu konuda net konuşamayız ama birkaç yorum yapmayı deneyelim.

1) ABD’nin mutlak hegemonya sağlayamadığı yerde, alt emperyalist rolünü almaya uğraşan Türkiye bölgede manevra kabiliyeti buluyor. Sıkıştığı ya da ihtiyacı olduğu zamanlarda Rusya ile de görüşüp ortamı yumuşatarak en azından zaman kazanacağı süreçleri kovalayabiliyor.

2) Şam yönetiminin Arap Birliği içerisine yeniden dahil edildiği, özellikle Suudi Arabistan ile Esad arasında görüşmelerin yaygınlaştığı bir politik ortamda, bölgesel ilişkilerde Türkiye’nin zor durumda kalacağı bir politik ortam oluşuyor.

3) Erdoğan’ın Bağdat’ı ziyaretinde Türkiye, Irak, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında imzalanan Kalkınma Yolu Projesi, Türkiye açısından Orta Doğu’ya ticari ilişkilerin başlayabileceği bir süreci ifade ediyor. Ama gelin görün ki bu yol boylu boyunca sayısız silahlı örgütün konumlandığı alandan geçiyor. Bu açıdan biraz olsun yumuşama ve en azından diyaloğun sürmesi bile Türkiye açısından iyi olacak bir süreci ifade ediyor.

4) İsrail’in Lübnan’a cephe açması ihtimalinde Güney Kıbrıs savaşın içerisine girebilir. Böyle bir durumun gerçekleşmesi Yunanistan’ı ve Kıbrıs’ta üsleri olan garantör ülke İngiltere’yi de bağlar. Hizbullah’a saldırı Yunanistan ve İngiltere’nin katılımı ile güçlenirse, İran’ın müdahale etme olasılığı ortaya çıkar. Bu olası durum hızla Suriye’yi de kapsar. Türkiye’nin bulunduğu Suriye ve milyonlarca Suriyelinin bulunduğu Türkiye büyük bir kaosun içerisine çekilir.

5) Erdoğan seçim yenilgisinin hemen ardından kendi ülkesinde de yumuşama demeçlerini verdi. CHP ile seneler sonra tekrardan görüştü. Bu bir nabzı yoklama idi, muhalefetle “yumuşama” ve bir zaman kazanma söz konusuydu. Esad ile diyalog da sanki buna benzer bir “yumuşama” gibi. Olası bir yumuşama üzerinden zaman kazanma arayışları söz konusu olabilir.

Biraz olasılıklar hakkında konuşalım.

Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde cihatçı-selefi örgütlerle birlikte yönettiği bölgelerden çekildiği durumda bu örgütlere ne olacak? Sayıları toplam iki yüz bin civarında olan bu örgüt mensupları Şam yönetimi ile uzlaşmaya mı gidecekler? Zor. Burada kastettiğimiz bölgelerin başında İdlip geliyor. Bu bölgeye de HTŞ hükmediyor. Bölgenin sınır kapılarını dahi o kontrol ediyor. Bu örgüte ne olacağı hakkında Türkiye ne öngörüyor?

El-Bab, Afrin ve İdlip gibi bölgelerde iç çatışmaların artması Şam yönetiminin ittifak yapacağı güçlerden en önemlisinin Kürtler olacağı anlamına gelir. Ki Afrin’de toplumun büyük bir kesiminin (Kürtler) Kamışlı yönetimi ile ilişkili olduğu bilindiğine göre, bu sorun Türkiye açısından aşılması zor bir konudur.

İşin özü şu ki, TSK’nin Suriye’den çekilmesi, bölgede Kürtlerin önünü açar.

Burada Şam yönetimiyle normalleşme ile TSK’nin bölgeden çekilmesinin aynı olmadığını belirtmek gerekir. Kimi olguları pek de esnetmeden, ABD ile olan ilişkileri pek de zorlamadan, kimi çıkarlarınca uygun biçimde bazı tavizler Türkiye açısından mümkün olabilir. Örneğin, ticari ilişkilerin başlaması için kimi küçük tavizler gibi.

***

Türkiye’nin Suriye’deki varlığı, sadece askeri değil, sermaye ilişkilerini de kapsamaktadır. Türkiye sermayesinin ulaştığı sermaye birikim düzeyi, emperyalist çapta hegemonya mücadelesinin de yarattığı boşlukları kullanarak bölgesel yayılımı hayata sokmuştur. Bu açıdan bakıldığında Erdoğan bir “maceraperest” değil, yayılmacı politikalara önderlik etmeye çalışan bir liderdir.

Türk dış politikasının tarih içerisinde seyrine, yeterli birikimi olmayan burjuvazinin ontolojisi göz önünde bulundurulursa, “militarizm” kodlamıştır. Bu karakter ona içeride ve dışarıda sürekli düşman yaratma zorunluluğu biçmektedir.

Türkiye dış politikada “militarizm” satarak dışarıdan gelecek para sermayeye bir nevi bağlanmış, pozisyonunu sürekli bu biçimde yeniden örgütlemeye bağımlılık kazanmıştır. İslami sermayenin iktidarında meta sermaye ihracı bölgesel yayılımı yeniden farklı biçimde örgütlemeyi gerekli kılsa da “militarizm” satmak yine de varlığını sürdüren bir durum söz konusudur.

Emperyalist arenada büyük güçler arasındaki hegemonya mücadelesinin yarattığı boşluktan Türkiye, AKP iktidarında, alt emperyalist bir ülke olma süreci içinde yaptığı hamlelerle, Orta Doğu’da (ve Afrika’da) manevra alanları sağlamış, bölgesel yayılım sermaye birikim düzeyi doğrultusunda yeniden örgütlenmiştir.

Kürt sorunu, Türkiye’de siyasal rejimin başlı başına tarihsel bir krizidir. Suriye işgalinin meşruiyeti de bir yanıyla Kürt düşmanlığı ile sağlanmaktadır. Kürtlerle savaş, özellikle de Suriye’deki Kürtlerle savaş, onun Suriye’de varlığının başlıca sebeplerinden bir tanesidir. Türkiye’nin Kürtlerin önünü açacak bir pozisyon alabilmesi gerçekleşmesi muhtemel bir durum değildir. Ama, tam da bu yüzden, çözümsüz bıraktığı Kürt sorunu yüzünden bölgesel açılım aynı zamanda inmelenmektedir.

Güncel politikada, Erdoğan’ın bir yanıyla oradaki konumunu rahatlatma girişimleri, pek de tarihsel olgularla bezeli olmayan taktik hamleleridir. Evet olaylar oraya doğru akıyor ama kalıcı nitelik kazanmış bir durum şu anlık görünmüyor. ABD uyarısını çekti bile!

Şam yönetimi ile normalleşme, hepimizin anladığı anlamda bir normalleşme olarak değil. Bir yumuşama olarak ise, yukarıda belirttiğimiz kimi sebeplerce bazı tavizleri iki taraf da verebilir. Ama TSK’nin askerlerini çekmesi gibi bir durum çok zordur.

Scroll to Top