Umudun ve Mücadelenin Toprakları

Gece leylak ve tomurcuk kokuyor…

Bütün gecelerin leylak ve tomurcuk kokmasını isterdik. Fakat mevcut sistemin bize “kazandırdığı” bir kokuyu çekiyoruz içimize bugünlerde: Ceset kokusu.

Ölülerimize söz verdik. Ve yıkılan şehrimize, hesap soracağız diye. Fakat öncelikle süreci bütünlüklü olarak değerlendirmeli ve anlamlandırmalıyız.

Antakya, Asi Nehri kıyısına kurulmuş bir antik kenttir. Tarih boyunca birçok kültürü barındırmıştır ve bir arada yaşama kültürüne sahiptir. Şehrin kozmopolit yapısı ve kolektif yaşamın oluşturduğu doku, Antakya’nın egemenlerin hiçbir zaman “haz etmediği” ve kendilerine tehdit olarak gördüğü bir bölge olmasına sebep olmuştur. Bu durumun yansımalarını Gezi’de de görebiliriz. Gezi direnişinin en güçlü olduğu yerlerden biri olan Armutlu sokaklarının her bir köşesinde Ali İsmail Korkmaz’ın, Abdullah Cömert’in, Ahmet Atakan’ın mücadelesini hissederiz. Sokaklarımız direniş kokar, umut kokar. Ve en önemlisi hâlâ Gezi kokar Armutlu sokakları, yıkılmış olmasına rağmen… İşte bu yüzdendir, iktidarın Armutlu’dan korkması. Ve yine bu yüzdendir depremden sonra Armutlu halkını enkaz altından gelen “Yaşıyorum” sesleriyle baş başa bırakması.

Mehmet Latifecilerin, Halil Aksakalların memleketidir Antakya ve aynı zamanda umudun, mücadelenin topraklarıdır. Şimdi bu toprakların 6 Şubat depremiyle beraber nasıl ölüme terk edildiğinden bahsetmek gerekir.

6 Şubat 2023, saat 04.16. Uyanığım ve video izliyorum. Gülüyorum, bir yandan da içimde bir sıkıntı… Her şey normal ama bir o kadar da anormal. Derken saat 04.17. Ve birden sallanmaya başlıyoruz. Nasılsa biter düşüncesi aklımdan geçse de bitmeyeceğini anlıyorum çünkü sarsıntı güçlenmeye başlıyor ve evdekilere sesleniyorum. O anın şokuyla zor da olsa kalkıyoruz, sadece telefonlarımızı alabiliyoruz ve evin girişinde buluştuğumuzda hepimiz yere düşüyoruz. O andan sonra zihnimizde tek bir kelime yankılanıyor: Ölüm. Çünkü kafalarımızda evin tavanından düşen betonları hissediyoruz -günlerce kafa derimizden beton kazımamız unutamayacağımız bir şey- ve duvarların yıkılma sesleri kulaklarımızı sağır ediyor. “Sakin, sakin” çığlıklarıyla ailemi sakinleştirebileceğimi sanıyorum fakat daha kendi aklımı bile koruyamıyorum. Yaşadığımız şeyin şoku, şiddetli sarsıntı ve evimizin başımıza yıkılması ile birleşince inanılmaz bir tablo oluşuyor. Ve biz o tabloya bugünlerden bakınca “Biz o anları nasıl atlatmışız, daha doğrusu nasıl atlatacağız?” diyoruz.

O anlar aşağı yukarı çoğu kişide benzer olabilir; sarsıntı, korku, şok, acı. Fakat sonrası herkes için farklı bir hikaye. Kimisi sonrasını göremeden ölüyor, kimisi enkaz altında kalıyor. Bizim gibi şansa hayatta kalan kişilerse bir şekilde kendini dışarı atıyor. Bizler kapı sıkışıp açılmadığı için balkondan atlayarak dışarı çıkabilengillerdeniz. Dışarı çıktıktan sonrası ayrı bir azap değilmiş gibi, kendimizi şanslı diye nitelendiriyoruz…

İşte tam o noktadan; dışarı çıktığımız ve herkesin çığlıklarla, yağmurdan sırılsıklam olmuş ve soğuktan donmuş bir şekilde etrafta koşuşturduğu, yıkıntılar arasında sığınacak bir yer aradığı dakikalardan başladı dayanışmamız. Üstündeki tek battaniyeyi bebekli ailelere veren kişilerden insanların balkondan atlamasına yardımcı olan kişilere kadar, yaşlıları arabasına alan kişilerden birbirine telefon veren kişilere kadar… Hatta ilerleyen saatlerde, bir grup insanın omuz omuza vererek “insandan çadır” oluşturduğuna şahit olduk. Çember şeklinde dizilip birbirlerini omuzlarından kavradılar ve şemsiyeli kişiler şemsiye tutarak, bir iki battaniyeyi de üstlerine geçirerek soğuktan ve yağmurdan korunmaya çalıştılar. Halkın parasını kendi milyonlarıymışçasına havalarda uçuşturanların bölgeyi haftalarca çadırsız bıraktığı bu ülkede “insandan çadır” diye tanımlayabileceğimiz bir dayanışma biçimi oluşmuş oldu.

Tabi ki o anlarda bu halk dayanışmasının ne denli büyüyeceğini bilmiyorduk henüz.

Geçip gitti dakikalar, saatler, günler. Etrafta ne devlete dair bir iz vardı ne de “yetkili” herhangi biri… Etrafta enkaz altında ölümle burun buruna gelmiş, bir dakika sonrasına sağ çıkıp çıkmayacağı belli olmayan insanlardan gelen sesler, etrafta yakınlarından haber alamayan, enkaz başında sevdiğinin çığlığını duyan fakat bir şey yapamadığı için çaresizlikten çılgına dönmüş insanlardan gelen feryatlar, etrafta hayatının şokunu yaşayan, korkudan ne yapacağını bilemez hâlde etrafa bakınan ve ağlayan, kimisi kaybolmuş ve ailesini arayan, belki de ailesini bir daha hiç göremeyecek olan çocuklar, etrafta yaralı ve oradan oraya koşan depremzede hayvanlar, etrafta hiçbir şekilde çekmeyen, işe yaramayan telefonlarla birilerine ulaşmaya çalışan insanlar, etrafta “Devlet nerede?” diye düşünen insanlar, devletin gelmeyeceğini bilen insanlar, ve ülkenin dört bir yanında hızlıca dayanışma ağlarını kurup bölgeye dayanışmaya gelen devrimciler… Yan yana gelebilen bu kadar kelimeye rağmen o zamanları yazmak da anlatmak da mümkün değil. O anlar, depremzedelerin ve ilk günden itibaren bölgeye gelip bölge halklarıyla dayanışan devrimcilerin zihninde asla tam olarak kelimelere dökülemeyecek kareler olarak kalacak.

Devletin Antakya’ya hiçbir şekilde yardım götürmemesinin ve bölgeye gelen, bölgede oluşan dayanışmayı engellemeye çalışmasının bir sebebi Antakya’nın yerel halkının büyük çoğunluğunun Arap Alevi olmasıdır. Türkiye’de, Nusayri de denen Arap Alevilerin nüfusunun en kalabalık olduğu şehir Antakya’dır. Arap Aleviler tarih boyunca mevcut iktidarlara boyun eğmeyen, dayanışmacı ve komünal yaşama önem veren bir halk olmuştur. Bu yönüyle devletlerin odak noktası ve hedefi hâline gelmiştir. Depremle birlikte bu halkın uğradığı yıkım, devletin asimilasyon ve yok sayma politikalarını güçlendirmesi için çeşitli fırsatlar oluşturmuştur.

Bölgenin günlerce ölümle baş başa bırakılması ve medyada Antakya’dan günlerce hiç bahsedilmemesi, bahsedildiğinde de yıkımın gerçek boyutunun gösterilmemesi bu politikaların yansımasıdır. Bir başka yansıma ise yerel halkın ve sosyalist örgütlerin Sevgi Parkı’nda ilk günden itibaren büyük bir emekle kurduğu kolektif yaşam alanının devletin kuklaları olan vali yardımcısı, kolluk kuvvetleri ve AFAD tarafından halk sağlığı ve asbest tehlikesi bahane edilerek boşaltılmak istenmesi, Sevgi Parkı’nda konumlanan ve çoğunluğu Arap Alevi olan halkın kendi kültürlerini ve yaşam biçimlerini bir arada yaşadıkları yaşam alanlarından uzak ve kendi inanç kimlikleri konusunda baskı yaşayabilecekleri bölgelere, henüz oralardaki yaşam alanlarına dair herhangi bir planlama yapılmamasına rağmen gönderilmeye çalışılmasıdır. Bu hem halkın güvenliğini tehlikeye atan hem de Arap Alevileri asimile etmeye yönelik olan bir hamledir. Tabi ki halk bu dayatmayı kabul etmemiştir. Sevgi Parkı çevresinde asbest tehlikesi olduğu ve halk sağlığının tehlikede olduğu doğrudur fakat devlet halkın sağlığını gerçekten düşündüğü için değil, oradaki dayanışma ortamını ve özellikle de sosyalist örgütlerin varlığını kendine tehdit olarak gördüğü için halk sağlığını bahane olarak kullanmıştır. Deprem bölgesini günlerce kendi hâline bırakan ve insanları ölüme terk eden egemenlerin halkın sağlığını umursamadığı çok açık.

Sonrasında yapılan görüşmelerle Sevgi Parkı’ndaki halkın Dursunlu denen bir başka Arap Alevi bölgesine geçmesinde ortaklaşılmıştır. Bu, halkın ve sosyalist örgütlerin kazanımıdır. Yoldaşlarımızın son aile alandan çıkana kadar Sevgi Parkı’nda kalması da direncimizin ve kararlılığımızın göstergesidir.

Biz sosyalistler, biz kadınlar, biz LGBTİ+lar, biz doğa ve yaşam savunucuları, biz işçiler, biz emekçiler bu tablonun tam olarak neresindeyiz? Tabi ki “Sorulacak bir hesap, kurulacak bir yaşam var!” diye haykıran taraftayız. Kurulacak yeni yaşamın tohumlarını eken, sorulacak hesapların kıvılcımını ateşleyenleriz biz. Bu haykırışı Harbiye’deki dayanışma ve koordinasyon merkezimizden, Serinyol’daki çocuk çadırımızdan, Samandağ’daki kadın çadırımızdan yükseltiyoruz. Depremde yitirdiğimiz arkadaşlarımızın adına kuracağımız gençlik kütüphanelerinden yükseltiyoruz bu sesi. Halk buluşmasında devletin baskı mekanizmaları tarafından işkenceye uğrayarak fiilî gözaltına alınan yoldaşlarımızın direncinde görüyoruz sorulacak hesapların kıvılcımını. Ülkenin dört bir yanından bölgeye gelen dayanışma tırlarına sahip olduğu iki ceketin birini vererek destek olan halkımızın gücünde ve umudunda görüyoruz kurulacak yaşamın tohumlarını. Bu kararlılıkla Antakya’nın üç bölgesinde; Harbiye, Serinyol ve Samandağ’da kurduğumuz dayanışma ve koordinasyon merkezlerimizde yeni bir yaşam kurma çabamızı sürdürüyoruz. Bu çabamız, merkezlerimizin halkın büyük çoğunluğu tarafından sahiplenilmesi ve dayanışmanın büyümesi ile birleşiyor. 

Bir süre faaliyet yürüttüğüm Harbiye dayanışma ve koordinasyon merkezimizden birkaç aktarım yapmak isterim. Harbiye’de büyük bir dayanışma ağı oluşmuş durumda. Dayanışma merkezimizde bir çadır kent mevcut ve oradaki aileler bu dayanışma ağının bir parçası. Herkes, genç yaşlı kadın erkek demeden herkes elinden gelenin fazlasını yaparak oradaki yaşam alanını geliştiriyor ve Antakya’da yaşamın halk tarafından yeniden kurulabileceğinin sinyallerini veriyor. Orada işleyiş, kolektif bir şekilde kararlaştırılıyor. Her gün yapılan planlama ve değerlendirme toplantılarıyla Harbiye halkı kendi yaşamında söz sahibi oluyor. Yemek, kıyafet ve hijyen ürünlerinin adil bir şekilde dağıtımıyla, geceleri ateş başında çay ve sıcak bir sohbet eşliğinde tutulan nöbetlerle, çocuk çalışmalarında oynanan oyunlarla, gençlerin gençlik buluşmalarıyla, belli aralıklarla çeşitli konularda yapılan halk buluşmalarıyla, kadın çadırlarından büyüyen kadın dayanışmasıyla ve kadınların gerçekleştirdiği buluşmalarla bu yaşam alanı Arap Alevi halkının alışık olduğu komünal yaşam pratiğini çağrıştırıyor. Bu komünal yaşam pratiği eşitliğin, özgürlüğün zorunluluk olduğunu ve başka bir yaşamın mümkün olduğunu bize gösteriyor. Ayrıca Antakya halkının yeni bir yaşam kurma konusundaki kararlılığına da bir kez daha şahit oluyoruz. 

Bu kararlılığı Antakya’daki kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, Uğur Mumcu Meydanı’ndan yükselen “Mara, Haya, Hürriya!” sloganlarında görebiliriz. Oluşturduğumuz kadın yaşam zincirindeki mor kurdelede görebiliriz bu kararlılığı. Yıkıntılar arasında “Antakya, Samandağ, Harbiye, Serinyol, İskenderun, Reyhanlı, Arsuz bizim!” diye bağıran kadınların gözyaşlarındaki dirençte görebiliriz…

Bu kararlılığı gören sadece bizler değiliz. Düşmanımız, yani “Neredeydiniz?” sorusuna alerjisi olan ve bu soruyu her duyduğunda korkudan ne yapacağını şaşırıp mültecilere, LGBTİ+lara, devrimcilere saldıran devlet de görüyor bu kararlılığı. Biriken öfkenin ve oluşan dayanışma ağlarının, güçlenen halk hareketinin ziyadesiyle farkında. Bundandır Harbiye’de sosyalistlerin hemen yanındaki alanda konumlanıp günde üç öğün yemek dağıtması, bundandır askerini çocuklarla resim yapması, gençlerle futbol oynaması için görevlendirmesi, bundandır günlerce yalnız bıraktığı halkın gözüne iki kahvaltı kumanyasıyla girmeye çalışması…

Peki biz bu kötü yazılmış ve kötü oynanan tiyatro oyununa karşı ne yapacağız? Aslında bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Dayanışmayı ve mücadeleyi büyüteceğiz. Örgütleneceğiz, örgütleyeceğiz. Unutmayacağız bizleri sevdiklerimizin ceset kokusunu içimize çekmeye mecbur bıraktıklarını, unutmayacağız bizleri sevdiklerimizi kefen bulamadığımız için battaniyeye sarmaya mecbur bıraktıklarını, unutmayacağız “yüreği” beş para etmez insanlar 250 milyonu 300 milyona yuvarlayıp şov yaparken çadır çadır diye haykıran insanların soğuktan donarak öldüğünü, unutmayacağız açlıktan ölmemek için marketlerden ekmek kamulaştıran halkı yağmacı diye hedef gösteren iktidarı, unutmayacağız iki çikolata bir parfüm aldı diye insanlara işkence edip yağmacı devlet karşısında düğme ilikleyenleri, unutmayacağız OHAL’i fırsat bilip önüne geleni döven ve taciz eden kolluk kuvvetlerini…

Daha unutmayacağımız o kadar şey var ki. Kendi katliamlarını örtmek için kullandıkları “asrın felaketi” tamlaması aslında kendi iktidarlarını tanımlıyor. Bunu da unutmayacağız. Hesap soracağız. Sorumluların her biri tek tek yargılanana kadar, kaybettiğimiz her bir arkadaşımızın, kaybettiğimiz her bir şehrimizin hesabını sorana kadar mücadele etmeye devam edeceğiz. Mutlaka kazanacağız. And olsun ki kazanacağız.