“Grev mi dediniz? Dehşet!”

El Yazmaları’nın Notu: Bu yazı, Gazeteci-yazar Mazlum Vesek’in, Toplumsal Özgürlük Partisi İzmir İl Örgütü’nün düzenlediği ‘Zamanımız ve Biz’ söyleşisi kapsamında yaptığı ‘Edebiyatımızda İşçi Sınıfı’ başlıklı konuşmasının bir bölümünün, Mazlum Vesek tarafından, tartışmaları yaygınlaştırmak için kaleme alınmış halidir.

Orhan Kemal, Türkiye’nin toplumsal sorunları konusunda öncü bir yazar olarak dikkat çeken bir isimdir. Onun, işçi ve emekçilerin yaşantısını ilk eserinden son eserine kadar ısrarla anlatma çabası altı çizilmesi gereken önemli bir özelliğidir. Bu konuda Türkiye’nin koşullarına rağmen cesaretle işçi sınıfını yazmış olması ayrı bir değer taşımaktadır.

Orhan Kemal’in ilk olarak 1954 yılında Seçilmiş Hikâyeler Dergisi Kitapları tarafından basılan ‘Grev’ adlı öykü kitabında 18 öykü bulunuyor. Kitaptaki öykülerin çoğu neredeyse birebir işçi öyküleri. Öyküleri okurken yazarın ‘küçük insanlar’ın dünyasını ne kadar iyi tanıdığını görüyoruz. Yazar öte yandan ‘küçük insanlar’ın kaygılarından uzak olan insanların bakışını da çok iyi vermiştir. Öykülerinin başkahramanları ise genellikle işçilerdir. Sınıf eksenine dayalı partilerin kurulmasının yasak olduğu bir dönemde, 1947 yılında yazılan ‘Grev’ öyküsünü ele alırken bu gözle değerlendirmek gerek.

Adını işçilerin hak elde etme ve direniş eyleminden alan ‘Grev’ öyküsü Türkiye’de işçi, işveren ve devlet otoritesi arasındaki ilişki ve bu grupların ufkuna dair bize önemli ipuçları veriyor.

İlk Grevler

Cumhuriyet Türkiye’sinin henüz bir sosyalist parti ile tanışmadığı yıllarda sol, kendini en çok edebiyatla ve sanat dergileri ile var etmiştir. Türkiye’nin çalışanları ise yasal olarak bazı haklara sahip olmalarına rağmen bunun bilincini taşımadıkları için seslerini çok da yükseltmemişlerdir.

1908’deki 2. Meşrutiyet’in ilanından önce, özellikle İstanbul’da çeşitli işkollarında çalışan işçilerin yaptığı grevlerden haberdarız, ki peşi sıra İstanbul’da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası ve Halk İştirakiyun Fırkası’nda da bunun etkisinden söz edilebilir.

1923’te Cumhuriyet’in kurulmasından sonra işçilerin ‘Amele’ bayramını kutlama hakkının olduğunu biliyoruz. Bu dönemde yapılan ilk önemli grevlerden biri de, 1927 yılında Adana’da yapılan şimendifer grevidir (bkz. Orhan Kemal – Kanlı Topraklar, Nurer Uğurlu – Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi).

Sonrasında, 1930’lardan 1960’lara kadar ciddi bir suskunluk dönemi görüyoruz. Bu yıllardaki tek parti rejimi, 2. Dünya Savaşı, Demokrat Parti iktidarı ne surette olursa olsun işçilerin kendilerinden olan bir yapı ortaya koymalarını engellemiştir. Türkiye’de çalışanlar ancak 1961 Anayasası ile soluk almıştır.

Çalışan Makineler Çalışmayan İşçiler: Grev Öyküsü

Orhan Kemal’in ‘Grev’ öyküsü bu dönemin fotoğrafını çeker niteliktedir. Öykü bize grevin kanunen yasak olduğu yıllarda olduğumuz bilgisini verirken, dokumahane işçileri, ilginç bir yöntemle İtalyan usulü bir grev gerçekleştirirler. Makineler çalışır vaziyettedir; ancak üretim yoktur. İşçiler, çalışma saatinin 8 saate indirilmesini ve ücretlerinin artmasını istemektedirler. Fabrika sahibinin oğlunun işyerine gelmesiyle olaylar gelişir. İşçi, patron ve polis arasındaki diyaloglar Türkiye’deki işçi hareketinin sosyolojik arka planını göstermektedir.

Türk edebiyatının ilk işçi öykülerinden olan ‘Grev’, yazarın diyaloglarla oluşturduğu akışla, bize, o yıllarda Türkiye’deki işçi hareketi hakkında önemli fikirler veriyor.

Fabrika sahibi, grevi haberini duyduğunda aldığı karar kesindir: “(…) İcap ederse atölyeyi bağla, koğ gitsinler! Amele mamele… Aç itleri başımıza çıkardılar bre herif… Hökümet hökümet değil ki… Sallandırıver bir ikisini…” Fabrika sahibi bu sözlerle işçileri ne pahasına olursa olsun kendisine çalışmaya zorunlu varlıklar olarak görür. Hükümet de (devlet) bu olayları engellemeye görevli aygıttır. Bunu yapmadığı için hükümetliğini yapmamaktadır. Fabrika sahibinin bir hak alma biçimi olan greve biçtiği ceza da düşündürücüdür: “Sallandırıver bir ikisini…”

Öyküde işverenin kanunları uygulamadığını da görüyoruz. Bunu, işçilerin içinde ön plana çıkan ve haklarının bilincinde olan Sarı Memet’in şu sözlerinden anlıyoruz: “Harp biteli beş sene oluyor!”, “İş Kanunu’nun hükümlerini yerine getirmenizi istiyoruz!”

İşçilerin kararlılığı karşısında fabrika sahibinin oğlu şarteli indirir ve işçilerden fabrikayı boşaltmalarını ister. İşçiler, asıl kanunsuzluğun bu olduğunu söyleyerek, fabrikayı terk etmezler. Az sonra fabrikaya gelecek polislerin ve Başkomiser’in bazı kavramlara ne kadar yabancı olduğunu görüyoruz.

Sarı Memet’le arkadaşları ileri atılıp, “Komiser Bey,” dediler, “fabrika sahibi lokavt yaptı, ifadelerimiz alınsın!”

Her kafadan bir ses çıkıyordur. Başkomiser şaşırmıştır. “Lokavt ne demek?” diye sorar.

Vali muavini ile konuşan ‘Büyük Ağa’ ise demokrasiden şikâyetçidir! “Nirden icad oldu bu demirkırasi? Irgat, maraba güruhuna kabahatli olduk bayağı. Paramızla irezil oluyok!”

Parası olmak bir ‘güruha’ istediğini yapmak için yeterlidir ‘Büyük Ağa’ya göre. Demokrasi ise kendilerine zarar vermiştir.

Vali muavini ise ‘tehlike’nin olmadığını söyler: “Olur efendim,”, “Ufak tefek meseleler bunlar. Maazallah Evropa’daki gibi olsalar.”

Öyle ki vali muavini Türkiye’deki işçilerle Avrupa’dakiler arasındaki farktan dolayı işçileri de dinlemek gerektiğini söyler. Devlete de hakem rolü verir.

“Burası Avrupa değil Beyefendi!”

“Olabilirdi. Aralarında yüz, yüz elli senelik fark var bereket versin ama asrımız uçak asrı, atom asrı… Bu yol belki hızla kapanacak… Bilinmez ki.”

Ancak bu tutum işverenin hoşuna gitmemektedir: “Sallandırıver bir ikisini…”

‘Elebaşı’ işçilerin sevk edileceği savcının ‘grev’ sözcüğünü duyduğunda gösterdiği tavır otoritenin işçi hareketine bakışını anlamak için önemlidir: “(..) Grev mi dediniz? Dehşet! (…)”

Savcı ile işverenin aynı fikirde olması dikkat çekicidir: “Burayı İtalya yahut Fransa sanmış köpoolları”

Yine savcıya göre nasıl böyle bir şeye cesaret edebilirler, bu cesaretin neye mal olacağını anlamamışlar mı? Ama ziyanı yok kendileri bunu anlatacaklardır işçilere: “… Mamafih, anlatacağız elbette.”

Türkiye, grev sözcüğü duyulduğunda ‘dehşet’e düşülen bir ülke iken 15-16 Haziran’ı, 1 Mayıs 1977’yi gördü. Ancak işçi sınıfının hak arama mücadelesinin gerçek bir serbestî içinde olmadığı da bir olgu olarak belirgindir. İşçi sınıfının hakkını tamamen aldığı, eşit ve özgür bir dünyanın kurulması için elbette işçi sınıfını ısrarla yazan kalemlere ihtiyaç var. Orhan Kemal ve yazdıkları bu gayretin önünü aydınlatacak bir ışık olmaya devam ediyor.