Şebnem Oğuz: Savaş Karşıtı Hareketin Toplumsallaşmasını Sağlamalıyız

ElYazmaları’nın notu: Savaşlar giderek daha da yayılırken onun karşısında konumlanacak olan barış hareketleri de önem kazanıyor. 18 Aralık’ta İstanbul’da yapılacak olan “Savaşa Karşı Hayat” Konferansı’nın da çağrıcılarından olan Prof. Dr. Şebnem Oğuz ile şiddet, siyaset, devlet ilişkisi; savaşların değişen yüzü ve barış hareketi üzerine söyleştik. Okuyucularımızın ilgisine sunarız.

Biraz geriden başlayalım istiyoruz. Güncele, geçmişin içinden geçerek gelebiliriz. Öncelikle şiddet, siyaset, devlet ve bunlar arasındaki ilişki üzerine genel anlamda neler söylersiniz? Bunlar, bugünü daha açık kavramamız için de anahtarlar sunacaktır diye düşünüyoruz.

Şiddet ile siyaset arasındaki ilişkiden başlayacak olursak, gündelik tartışmalarda genellikle şiddet ile siyasetin birbirine dışsal iki kavram olarak kullanıldığını görürüz. Bu yaklaşım siyaseti dar anlamda partiler, dernekler, parlamento gibi kurumlarla, şiddeti ise silahlı güçlerle özdeşleştiren liberal siyaset kuramlarına dayanır. Oysa şiddet, modern siyasetin kurucu unsurudur. Carl von Clausewitz’in 1832’de kullandığı “savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir” ifadesi şiddet ile modern siyaset arasındaki bu içsel ilişkiye işaret eder.[1]

Şiddet ile devlet arasındaki ilişkiyi anlamak için ise şiddetin kapitalizm öncesinde ve sonrasında nasıl örgütlendiğine bakmak gerekir. Feodal toplumlarda egemen sınıflar (toprak sahipleri) üretim sürecinde askeri gücü kullanma yetkisini ellerinde bulundururken, kapitalizmin gelişimiyle birlikte bu yetkiyi merkezi devlete devretmişlerdir. Ekonomi ile politikanın biçimsel/kurumsal olarak ayrılması olarak adlandırılan bu süreçte şiddet tekeli devlet aygıtında toplanmıştır.[2] Max Weber’in 1919’da kullandığı ifadeyle devlet, “belirli bir toprakta meşru şiddet kullanma tekeline sahip olan insan topluluğu” haline gelmiştir.[3]

Şiddetin devlet tekelinde toplanmasıyla birlikte kapitalizmin olağan işleyişinde ekonomi alanında artı değerin zora başvurmadan elde edilmesi, kimi kuramcılarca kapitalizmin gelişmesiyle birlikte savaşların son bulacağı şeklinde yorumlanmıştır. Buradan yola çıkan kimi liberal yaklaşımlar kapitalizmde süregiden savaşları liderlerin keyfi tercihlerinden kaynaklanan istisnai durumlar olarak ele alırlar. Oysa kapitalizmde ekonomi ile politika arasındaki ayrışma, sermaye birikim sürecinin her zaman zor dışı ya da barışçıl olduğu anlamına gelmez. Kapitalist devlet, kendi tekelinde topladığı şiddeti tam da sermaye birikiminin yeniden üretiminde ortaya çıkan krizleri aşmak üzere kullanır. Bu anlamda savaş olgusunun başından beri kapitalizme içkin olduğunu belirtmek gerekir.[4]

Kapitalizmle birlikte şiddet, ordu, polis ve devlette neler, nasıl değişti? Burada özellikle de devletin “meşru” şiddetinin dönüşümünü açmanızı istiyoruz.

Kapitalizmle birlikte savaş yerel silahlı güçler yerine merkezi ulus-devletler arasında gerçekleşen bir olgu haline geldi. Şiddet ticari olmaktan çıkarak “kamusallaştı”. Barış dönemlerinde yapılan sistemli savaş hazırlıkları kapitalist devletlerin idari kapasitesini artırdı. Charles Tilly’nin deyişiyle “Savaş devleti, devlet de savaşı yarattı”.[5] Devletlerin kendi sınırları içinde ve dışında şiddet farklılaştı. İçeride devlet dışı şiddet suç olarak tanımlanırken, savaş sınır dışı alana dair bir pratik haline geldi.

Buna paralel olarak devletin zor aygıtlarında iç güvenlikten sorumlu polis ile dış güvenlikten sorumlu ordu arasındaki iş bölümü belirginleşti. Polis erki iç güvenliği sağlarken aynı zamanda kimin potansiyel suçlu olarak tanımlandığına bağlı olarak toplumsal düzenin inşa edilmesinde aktif rol aldı.[6] Örneğin 19. yüzyılın başından itibaren kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kentlerde sayıları hızla artan yoksullar potansiyel suçlu olarak tanımlandı ve polisin zapt etme pratiklerinin nesnesi haline geldi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise refah devletinin gelişimiyle birlikte yoksulluğun denetiminde sosyal güvenlik kurumları öne çıktı, polisin yetkileri sınırlandırıldı. 1970’lerden itibaren neoliberal politikaların yaygınlaşması yoksulların zapt edilmesinde polisi yeniden öne çıkardı.[7]

Polisin dönüşümünde bir diğer kritik dönüm noktası ise 11 Eylül 2001’den sonra terörle mücadele kapsamında ortaya çıkan “önleyici güvenlik” anlayışı oldu. İşlenmiş suçların cezalandırılmasından çok suçun önlenmesine dayanan bu anlayışla birlikte polis yetkileri artarak çeşitlendi. Hukuk devletinin yerini polisin sınırsız ve keyfi şiddet kullanımının meşrulaştığı polis devleti aldı. Bu süreçte polisin potansiyel terörist olarak tanımladığı kesimlere iç düşmandan çok dış düşman muamelesi yapmasıyla birlikte polis-ordu ayrımı muğlaklaşmaya başladı, başka bir deyişle polis askerleşti.

Bütün bunlar savaşları nasıl etkiledi? Özellikle kapitalizm sonrası devletlerle birlikte savaşlar nasıl şekillendiler?

Savaşın toplumsal-sınıfsal güç ilişkileri tarafından şekillenen ve aynı zamanda bu ilişkileri dönüştüren bir olgu olduğunu anımsayacak olursak, kapitalizm sonrasında savaşın değişen biçimlerini anlamak için kapitalizmin farklı evrelerinde sömürgecilik ve emperyalizmin aldığı özgün biçimlere bakmak gerekir.

16. yüzyıldan itibaren Marx’ın “ilkel birikim” olarak tanımladığı süreçte kapitalizmin pre-kapitalist toplumlara yayılma süreci başladı. 19. yüzyıl sonuna kadar süren bu dönemin savaşları modern sömürgeciliğe özgü bir biçimde kapitalist devletlerin pre-kapitalist toplumları mülksüzleştirmek ve siyasi denetimlerine almak üzere doğrudan işgal etmelerine dayanıyordu.[8] 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde ise sanayileşmiş kapitalist devletler kendi ulusal sermayelerine yeni pazar ve yatırım alanları bulmak üzere kıran kırana rekabete girişti ve bu rekabet iki dünya savaşına mal oldu. Bu dönemde savaş belirli bir toprak ve toplum adına egemen devletler arası topyekûn çatışma biçimini aldı. Top, tüfek kullanan, hiyerarşik olarak örgütlenmiş büyük bir insan gücü gerektiren bu savaşların temel aktörleri zorunlu askerlik politikasıyla devşirilen “yurttaş ordular” oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Amerikan hegemonyası altında kontrollü serbest ticaret ve üretken sermayenin uluslararasılaşması ile birlikte doğrudan işgale daha az gerek duyan, şiddet yerine ekonomik araçları kullanan emperyalizm dönemi başladı. “Pax Americana” olarak bilinen bu dönem kapitalizmin 1970’lerin başındaki büyük krizi ile sona erdi. ABD karşısında Avrupa Birliği ve Japonya gibi rakiplerin ortaya çıktığı ve yeniden emperyalistler arası rekabetin öne çıktığı bu dönemde aynı zamanda sermayenin yeniden üretim krizini ekonomi-dışı zor kullanımıyla aşmaya çalıştığı, David Harvey’in deyişiyle “mülksüzleştirme yoluyla birikim” mekanizmasının işlediği bir süreç başladı.[9]1989’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bu süreç yeni boyutlar kazandı. Avrupa Birliği, Doğu ve Orta Avrupa’ya doğru genişlemesi sayesinde ABD’den daha yüksek bir gayrisafi milli hasılaya ulaştı, ama ABD, AB genişlemesini NATO’ya bağlayarak ve Avro-Atlantik güçlerin Avrasya’ya doğru yayılması ile ilişkilendirerek AB içinde hegemonyasını sürdürmeye devam etti. Böylelikle ABD ile AB terörizmle savaş adı altında Avrasya’ya doğru yayılırken yeni yükselen Rusya ve Çin karşısında rekabet yerine iş birliğine yöneldi.

1970’lerin başındaki krize tepki olarak ortaya çıkan neoliberal politikaların uzun vadede devletin zor aygıtları üzerindeki en belirgin etkisi ise güvenliğin de başka sektörler gibi metalaştırılması, özel askeri şirketlerin ve orduların ortaya çıkması oldu. 2000’li yıllardan itibaren hızlanan bu süreç, Batıda yurttaşların “Vietnam sendromu” olarak bilinen bir tepkiyle savaşa katılmayı reddetmesi ve savaş teknolojisindeki dönüşümün büyük orduları gereksiz hale getirmesi ile birleşince birçok ülkede zorunlu askerlik kaldırıldı, “yurttaş ordular”dan “profesyonel ordular”a geçildi. Bütün bu gelişmeler aynı zamanda devletin şiddet tekelinin ortadan kalkması anlamına geliyordu.

Günümüze biraz daha yaklaşabiliriz şimdi. Emperyalist savaşlar, kapitalizmin kriz döneminde birikim sağlamıştı. Bugün farklı biçimlerde ve artarak devam eden savaşlar, yeni silah ve yöntemlerle sürdürülüyor. Şiddetin ve savaşların değişen yapısına dair neleri görmek gerekir?

Günümüze özgü yeni savaşların prototipi sayılabilecek ilk savaş 1990’da ABD öncülüğünde Irak’a karşı düzenlenenBirinci Körfez Savaşı’ydı. Büyük orduların yerini çevik orduların aldığı ve hedefin düşmanı fiziksel olarak yok etmekten psikolojik üstünlüğe yöneldiği bu savaşla birlikte yurttaşlardan beklenen rol de dönüşüme uğradı. Artık devletlerin yurttaşlarından beklentileri savaşa katılmaları değil savaşın iyi ve sadık izleyicileri olmalarıydı.[10]

Körfez Savaşı’nın televizyondan canlı olarak yayınlanması bu beklentinin bir yansımasıydı. Jean Baudrillard, 1991’de yayınlanan “Körfez Savaşı Aslında Hiç Olmadı” kitabında tam da bu süreci anlatır. Savaşı televizyondan izleyen kitleler açısından savaşın nasıl seyirlik bir gösteri haline geldiğini vurgulamak üzere “savaşın pornografisi” kavramını kullanır. Günümüzde sosyal medyanın bu süreci daha da derinleştiğini söyleyebiliriz.

Yeni savaşlar, kapitalizmin giderek derinleşen yapısal krizine tepki olarak zor yoluyla mülksüzleştirmenin ön plana çıktığı yeni emperyalizm tarafından şekillenmektedir.[11] Bu süreçte özellikle Orta Doğu’da işgaller, insanların zor yoluyla toprağından edilmesi, müştereklerin ortadan kaldırılması; doğal kaynaklara el konması gibi süreçlerin aracı olarak kullanılmaktadır. Savaş yoluyla mülksüzleştirme ve küresel zorunlu göç, sermayedarlar açısından hem yeni artı değer üretimi hem de küresel yedek işgücü ordusunda artış yoluyla ücretlerin baskılanması işlevi görmektedir.

Yeni savaşları meşrulaştırmak üzere kullanılan temel söylem ise terörle mücadeledir. Bu söylemde temel güvenlik tehdidi başka devletler değil terördür. Tehdit bu şekilde tanımlandığında her an her yerdedir, dolayısıyla eski savaşlarda olduğu gibi nihai bir muharebe ve sonrasında barış dönemi yoktur. Devletler arası savaşın yerini kitlelere dönük sınırsız şiddet alır.[12] Bu süreçte “barışın alanı olarak içerisi”/ “savaşın alanı olarak dışarısı” ayrımı muğlaklaşır, ordu ile polisin fonksiyonları iç içe geçer ve bu iki alanı koordine eden istihbarat aygıtı öne çıkar.[13]

Günümüzün bu sınırsız ve yönsüz savaşlarının teknolojik simgesi ise “dron” ya da sık kullanılan deyişle SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı)dır.[14] Gregoire Chamayou, Dron Teorisi (2013) kitabında dron kullanımının karşılıklı çarpışma yerine “takip eden avcı ve takip edilen av” arasında tek yönlü bir öldürme ilişkisi kurduğunu, böylece savaşın polis eylemine dönüştüğünü vurgular. Silahlı çatışma hukukunun aşınması, aynı zamanda dronun işleyeceği savaş suçunun failinin belirsizliği anlamına gelir. Dron kullanan devlet açısından kendi askerinin ölmesini göze almadan kendinde başkalarını öldürme hakkı görme durumunu meşrulaştırıcı söylem ise “iyi ile kötü arasındaki savaş”tır.

Böylelikle savaş politik olmaktan çıkarak ahlaki içerik kazanır. Dron aynı zamanda “kanatlı ve silahlı panoptikon”dur, her yeri gözetler ve insanları kategorik nesneler haline getirir. Savaşın insandan makineye havale edilmesi şiddetin yeni ve ön­görülemez biçimlerini örgütler, politik ilişki­lerin dilini güç eksenine kaydırır. Dron füzesinin patlama anında oluşturduğu 15-20 metre çapındaki öldürücü etkisi “tali hasarlar” (colleteral damage) olarak tarif edilen sivil ölümlerine neden olur. Tam da bu nedenle Chamayou’ya göre dron, terörizmle mücadeleden çok devlet terörizmini inşa eden sistemli bir kolonyal stratejidir; sivil kayıplarla birlikte daha fazla nefreti ortaya çıkaran bir kısır döngüye dönüşür.

1950’lerde Cezayir’de Fransa’ya, 1920’lerde Pakistan ve Afganistan’da Britanya’ya karşı gerçekleştirilen ayaklanmalarda havadan bombalamaların rolünü hatırlatan Chamayou’nun şu ifadeleri bu anlamda çok çarpıcıdır: “Dron hafızasını kaybetmiş post-kolonyal şiddetin silahıdır” ve “kazanılmayan savaşları sürdüren dokunulmaz bir iktidarın paradoksu sürekli savaşlara doğru yol almaktır”.[15]

Soğuk Savaş döneminde başlayıp hala süren vekalet savaşlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden tercih ediliyor ve başka nelere yol açıyor?

Bu soruyu yanıtlarken öncelikle vekalet savaşlarının tanımını hatırlamakta yarar vardır. Vekalet savaşları “Üçüncü bir tarafın, tercih ettiği taraf lehine stratejik sonucu etkilemek için önceden var olan bir savaşa dolaylı olarak müdahale ettiği çatışmalar” olarak tanımlanır.[16] Günümüzde devletlerin doğrudan çatışmalara girmek yerine vekalet savaşlarıyla sahadaki grupları kullanmasının üç temel nedeni vardır. Birincisi, vekalet savaşları konvansiyonel ordudan daha az maliyetlidir ve kara para aklama (kontrol dışı gelir) alanı sağlar. İkincisi, vekil güçlerin kullanılması çatışmalara dâhil olan üçüncü tarafı hukuki sorumluluktan uzak tutar. Üçüncüsü de devletler vekalet savaşları yoluyla sahada ideolojik olarak kendilerine yakın grupları destekleme imkânı bulur.[17] Vekalet savaşlarının politik açıdan en önemli yanı ise resmi askeri birliklerin, paralı ve gönüllü vekil grupların ve paramiliter grupların iç içe kullanılmasıdır.[18] İç savaşlarda muhalif gruplara karşı kullanılan paramiliter grupların sınır dışına da ihraç edilerek vekil gruplarla birlikte hareket etmesi ve paralı askerlerden farklı olarak ekonomik çıkar elde etseler de ideolojik motivasyonlu olmaları, küresel ölçekte yükselen yeni faşizmin savaş konsepti ile de uyumludur.

Tam da bu noktada içinden geçtiğimiz ara dönemde, dünya çapında yükselen bu “yeni” faşizmin devletin zor aygıtları ve emperyalistler arası hegemonya savaşına yansımaları üzerine neler söylersiniz?

Faşizm kapitalizmin krizine verilen özgün bir yanıttır.

Klasik faşizm 1929 krizine, yeni faşizm ise 1970’lerde başlayan ve 2008’de derinleşen kapitalist krize verilen özgün bir yanıttır. Günümüzde kapitalizm hem sermaye birikiminin yeniden üretimi hem de hegemonyayı sağlama açısından organik bir kriz içindedir.[19] Yeni faşizm sermayeyi bu organik krizden kurtarma projesidir. Bu noktada William Robinson’un klasik faşizm ile yeni faşizm arasında saptadığı üç farkın çok önemli olduğunu düşünüyorum: Birincisi, klasik faşizm gerici siyasal iktidarların ulusal sermaye ile birleşmesine dayanırken; yeni faşizm gerici siyasal iktidarların ulusötesi sermaye ile birleşmesine dayanır. Bu nedenle yeni faşizm, devletlerin ulusüstü şirketlere savaşın imalini ve yürütülmesini ihale etmesi aracılığıyla, sermaye birikimi için yeni olanaklar yaratılmasına dayanır. Robinson bu durumu tanımlamak üzere “askerileştirilmiş birikim” kavramını kullanır. Bu süreçte çatışmaların yaratılması siyasal hedeflerin ötesinde bir birikim stratejisi haline gelir. Ayrıca dijitalleşme yoluyla her hareketin izlenmesine ve kontrol edilmesine olanak sağlayan küresel elektronik gözetim, dünyadaki çatışma alanlarını aktif savaş bölgelerinden askerileştirilmiş şehirlere ve kırsal bölgelere yayar.

İkincisi, klasik faşizmde amaç güçlü işçi sınıfı hareketlerini bastırmak iken, yeni faşizm Robinson’un deyişiyle “küresel bir polis devleti”nin genişlemesi aracılığıyla işçi sınıfı hareketlerinin güçlenmesini baştan önlemeyi amaçlar. Üçüncüsü klasik faşizm, korporatist düzenlemelerle işçi sınıfının bir kısmına maddi faydalar sağlarken yeni faşizm bunu yapamayacağı için tümüyle güvenliğin ve istikrarın sağlanması sözüne dayanır.[20] Bütün bu nedenlerle yeni faşizm ile “askerileştilimiş birikim” stratejisi arasında içsel bir bağ vardır.

Faşizmin kurumsallaşma sürecinde seçime giden Türkiye’deki şiddet ve savaş politikalarını değerlendirebilir misiniz? Giderek derinleşen devlet krizi, ekonomik kriz, dış politikada “yeni” hamleler, kollanan fırsatlar, Kuzey Suriye’ye yönelik operasyonlar… Tüm bunlarla birlikte.

Öncelikle Türkiye’de de az önce sözünü ettiğim yeni faşizme uygun bir biçimde askerileştirilmiş birikim stratejisinin derinleştiğini söyleyebiliriz. Ancak bu yeni askerileştirilmiş birikim stratejisinin Türkiye’deki özgüllüklerini anlamak için faşizmin her ülkede farklı şekillendiğini anımsamak gerekir. Aijaz Ahmad’ın deyişiyle “Her ülke tarihsel olarak hak ettiği faşizmi yaşar”.[21] Ahmad’ın bununla kastettiği şudur: Her faşizm kendine özgü bir ulusal biçim alır ve analojilerle çok fazla uğraşmak doğru değildir. Bir ülkedeki faşizmin başka bir ülkenin faşizmiyle hangi ortalıkları taşıyabileceğine daha az, örgütlü biçim aldığı ülkenin kendine özgü tarihi ve siyaseti ile nasıl eklemlendiğine daha çok dikkat etmek gerekir. Faşizm, ancak belirli konjonktürlerde ve bazı derin yapılarda kök saldığında başarılı olur. Bu nedenle, faşizmin işlev gördüğü toplumsal yapıların, ideolojik yoğunlukların, kurumların tarihine bakmak gerekir, ki bunlar genellikle her ülkede ulus-devlet kuruluş sürecinde ortaya çıkar. Örneğin Hindistan gibi ülkelerde sömürgecilik döneminden daha eski olan ayrımcılık biçimleri, daha sonra Avrupa düşüncesinin irrasyonalizmleri ile eklemlenir.

Türkiye’de günümüz faşizminin tarihsel kaynaklarını anlamak için de 1920’lerde Kemalist rejim kurulurken dışlanan kesimlere bakmak gerekir: Türk-Sünni kesimler karşısında Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Rumlar gibi. 1920’lerde şekillenen bu yüz yıllık tarihsel faşizmin üzerine İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin komünizme karşı Türkiye gibi ülkelerde devreye soktuğu Gladio türü örgütlenmeler eklenmiştir. AKP dönemiyle birlikte son yirmi yılda karşılaştığımız yeni faşizm ise, daha önceki tarihsel faşizmin bu temel ögelerini içererek özgün bir biçimde harmanlamıştır. Kürt sorununda barışçı çözümü reddeden, kontrgerilla yapılanmasını farklı şekillerde sürdüren, ulus-devlet öncesi şanlı geçmişe dönük emperyal nostaljiye ve laiklik karşıtlığına dayanan yeni bir faşizmle karşı karşıyayız.

Peki günümüz Türkiye’sinde faşizmin kurumsallaşma sürecine doğru evrilen rejimde derinleşen şiddet ve savaş politikalarını nasıl anlamalıyız?

Kanımca bu politikaları, özellikle Kuzey Suriye’ye yönelik son operasyonu sadece Erdoğan’ın kendisini kurtarması ya da Cumhur İttifakı’nın seçimi kazanması bağlamında değerlendirmek yanıltıcı olur. Son operasyon içeride derinleşen ekonomik ve siyasal krizin birbirini besleyerek bir hegemonya krizine dönüştüğü koşullarda bu krizi aşmak üzere devreye sokulmuş bir hamle olsa da siyasi iktidarın bu tür operasyonları 2016’dan bu yana sürekli bir biçimde ve birden fazla cephede gerçekleştirdiğini unutmamak gerekir.

2016 sonrasında siyasi iktidar Azerbaycan’dan Suriye ve Irak’a, Libya’dan Somali’ye uzanan geniş bir coğrafyada askeri operasyon, askeri iş birliği ve askeri üsler gibi farklı mekanizmalarla askeri varlığını artırarak çeşitlendirmiştir.[22] Bu yönelimde hem yeni döneme özgü emperyalistler arası hegemonya savaşlarının yarattığı fırsatları kullanma isteği, hem de savunma sanayindeki büyüme ile birlikte iktidar yanlısı sermaye grupları için yeni “askerileştirilmiş birikim” alanları yaratma hedefi ön plandadır. Bu nedenle siyasi iktidar birden fazla cephede farklı çatışmaların dolaylı ya da doğrudan parçası olmuştur. Hegemonya krizi derinleştikçe de iç ve dış politikada zor kullanımını artırmıştır. Bu süreçte polis, ordu, MİT tamamen siyasallaşmış, paramiliter güçler çeşitlenerek alenileşmiş ve vekalet savaşlarında kullanılmıştır. Siyasi iktidar bu savaşlarda tarihsel faşizmden devraldığı Kürt karşıtlığı ve kontrgerilla yapılanmasını İslamcı faşizme özgü unsurlarla harmanlamış ve bu süreci kendi siyasal projesine uygun yeni bir iktidar blokunun güçlenmesi için kullanmıştır.

Özellikle Ukrayna-Rusya savaşıyla birlikte dünyada yeni bir döneme girildi. Böyle baktığımızda, halkların barış ihtiyacı, talebi ve anti-kapitalist bir barış hareketi üzerine ne dersiniz?

NATO’nun üçüncü taraf olarak katıldığı Ukrayna-Rusya vekalet savaşı gerçekten de yeni bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Savaşın mekânsal olarak Ortadoğu yanında Avrupa’ya da sıçradığı bu yeni dönemde kamplar da netleşerek sertleşiyor. 10 Haziran 2021’de ABD ile İngiltere arasında imzalanan Yeni Atlantik Paktı’yla NATO’nun Pakt’ın merkezine yerleştirilmesi[23], buna karşılık 2022 Kış Olimpiyatları sırasında Rusya ve Çin’in ortak bir bildirge yayınlaması safların netleştiğine işaret ediyor. Yeni Atlantik Paktı, ABD devletinin tarihsel olarak üstlendiği küresel kapitalizmin idaresi rolünü kendi kriziyle birlikte NATO’ya devretme çabası olarak da yorumlanabilir. Bu süreçte ABD-İngiltere-AB toplumlarının Rusya ile savaşa rızasını devşirmek üzere kullanılan temel mekanizma ise dost-düşman ayrımının “demokrasi-diktatörlük” üzerinden yeniden tanımlanmasıdır.[24]

Bu noktada yeni bir barış hareketini inşa etmeye çalışırken içinde yaşadığımız dönemin adını doğru koymanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Analojiler yerine tarihsel-toplumsal ilişkilerin dönüşümüne baktığımızda, klasik faşizmden farklı olarak ulusal değil uluslararası sermaye ile ittifak halindeki gerici iktidarlara dayalı yeni bir faşizm; buna paralel bir biçimde klasik emperyalizmden farklı olarak kendi ulusal sermayelerini korumak için rekabet eden devletlere değil, uluslararası sermaye birikiminin krizini aşmak üzere askerileştirilmiş birikim stratejisine dayalı yeni bir emperyalizm; ve klasik dünya savaşlarından farklı olarak devletlerin kendi yurttaş orduları aracılığıyla meşru şiddet tekelini kullandığı, politik niteliği ağır basan karşılıklı çatışmalara değil, devletlerin devlet-dışı çok sayıda aktörle (paralı askerler, vekil gruplar, mafya, paramiliter güçler gibi)  işbirliği içinde sınırsız ve yönsüzleştirilmiş şiddete başvurdukları, dost-düşman ikiliğinin “hür dünya-terörizm”, “demokrasi-diktatörlük” gibi ayrımlar üzerinden tanımlandığı yeni bir dünya savaşı içinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Bu konjonktürde anti-kapitalist bir barış hareketinin öncelikle savaş karşıtı politikaları içinde yaşadığımız dönemin saydığım özelliklerine uygun bir biçimde yeniden inşa etmesi gerekir. Bu noktada özellikle Ukrayna-Rusya savaşında dost-düşman ikiliğini “demokrasi-diktatörlük” üzerinden kuran NATO ülkelerinin kendi rejimlerindeki otoriter ögelerin teşhir edilmesinin batı toplumlarında savaş karşıtı hareketi güçlendireceğini düşünüyorum. Ayrıca hem Ortadoğu’da hem Avrupa’da yaygınlaşan savaşın küresel kapitalizmin krizi ile içsel bağlantısının ortaya konması da geniş kitlelerin artan işsizlik ve yoksullaşma karşında tepkilerini göçmenlere ya da başka ezilen toplumsal kesimlere değil “askerileştirilmiş birikim” sürecinde aktif rol alan kendi ulus-devletlerine yönlendirmelerini sağlayacaktır. Tam da bu nedenle savaşa karşı olmanın ancak kapitalizme karşı olmakla mümkün olduğunu göstermenin pek da zor olmadığı bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz.

Öte yandan savaş karşıtı hareketlerin tarihine baktığımızda en güçlü iki dalganın genel olarak toplumsal hareketlerin yükseldiği dönemlerde ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin Vietnam Savaşı karşıtı hareket 1968’de yükselen yeni toplumsal hareketlerin bir parçasıydı, benzer şekilde ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgaline yönelik savaş karşıtı hareket de 1999’da Seattle’da başlayan küreselleşme karşıtı hareketin bir parçasıydı.[25] Ne yazık ki günümüzde toplumsal muhalefet hareketlerinin benzer bir yükseliş içinde olduğunu söyleyemeyiz. Daha önce sözünü ettiğim gibi geniş kitlelerin, gerçekten de savaşların pasif ve sadık izleyicileri konumunu benimsemesi bu durumun bir uzantısıdır, ancak kitlelerin pasifliği savaş meselesiyle sınırlı değildir. Baudrillard’ın Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu (1978) kitabındaki deyişiyle “Nefes alınamayacak bu kürede görülen ve okunan ne varsa bir süre sonra hafiflemekte, daha doğrusu dev bir çukurun ağzında kaybolup gitmektedir. İçin için kaynamaktadır her şey…Bu simülakrlar oyununda bilgi ve haber ağları, iletişim araçları sayesinde çoktan bir eğlenceye dönüşmüş vaziyette. Gerçeklik ve bütünlük duygusunu tamamen yitirmiş sessiz yığınlar için “anlam”ın değil yalnızca zevk ve gösterilerin bir değeri olabilir. Onlar için tepki verme ve karşı koyma değil tıpkı bir âyindeymişcesine kendinden geçme ve büyülenme çok daha önemlidir. Kimse kimseye aslında ne olduğunu, ne düşündüğünü, ne hissettiğini de sormamaktadır. Şu var olan haliyle kitleler, hiçbir şeyi temsil etmemekte yalnızca anket ve referandumlar aracılığıyla arada bir yoklanmaktadırlar.”[26]  Bu koşullarda başka alanlarda olduğu gibi barış mücadelesinde de öncelikle kitlelerin yeniden siyasal özne olmalarını sağlayacak yenilikçi araçlar bulmak gereklidir. Baudrillard’ın kitabına referansla buna “sessiz yığınların sonu ya da toplumsala dönüş” mücadelesi de diyebiliriz.

Son olarak hocam, 18 Aralık’ta İstanbul Şişli’de yapılacak olan “Savaşa Karşı Hayat Konferansı”nın çağırıcılarındansınız. Bu konferansın önemi nedir, neden böyle bir dönemde toplandı ve devamı için neler planlanıyor? 

Bu konferans, siyasi iktidarın hegemonya krizini aşmak ve faşizmin kurumsallaşmasını sağlamak üzere şiddet ve savaş politikalarını tırmandırdığı bir dönemde, savaş karşıtı bir hareketin toplumsallaşmasını sağlamayı amaçlıyor. Tam da biraz önce vurguladığım gibi savaş karşıtı hareket ancak başka toplumsal hareketlerin de canlandığı bir bağlamda ve savaştan etkilenen tüm toplumsal kesimlerle bir arada inşa edilebilir. Bu nedenle konferansın hazırlık sürecine çok sayıda kurumun katılmasına ve konferansta savaştan çeşitli şekillerde etkilenen farklı toplumsal kesimlerin kendilerini ifade edebilecekleri bir program oluşturmaya özen gösterdik.

Konferansın hazırlıkları başladığında henüz Kuzey Suriye’ye dönük son operasyon başlamamıştı, ancak seçimlere giderken siyasi iktidarın savaş politikalarını tırmandıracağını tahmin etmek zor değildi ve konferansın amaçları arasında bu tür hamleleri teşhir etmek vardı. Son operasyonun ilk günlerinde Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Osman Sezgin’in, Karkamış’ta yaşamını yitiren Ayşenur öğretmenin cenazesinde: “ömrü boyunca öğretmenlik yapsa ve ölseydi sadece sınıfındaki öğrencileri onu bilecekti. Ama şimdi öyle bir öğretmenlik makamına yükseldi ki bütün millet onu biliyor” diye konuşması, konferansın önemini bir kez daha gösterdi. Zira tekil insan yaşamını hiçe sayan, bireyi anonimleştiren ve ancak “şehit” olduğu zaman ona varlık kazandıran militarist anlayışı teşhir etmek bu konferansın amaçlarından biridir.

Benzer biçimde konferans hazırlıkları başladığında savaşa ayrılan bütçenin ekonomik krizi ve yoksulluğu nasıl derinleştirdiğinin farkındaydık, ancak geçtiğimiz günlerde bütçe görüşmelerinde savaşa ayrılan payın geçen yıla göre iki katına çıkarılıp 460 milyar TL yapılması ve  siyasi iktidarın bu durumu pervasızca övmesi; Meclis Genel Kurulu’nda 2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi’nin görüşülmesi sırasında  açılış konuşmasını yapan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın “Bütçe; milli muharip uçağın, Kızılelma’nın, yeni tip denizaltılarımızın bütçesidir” sözleri;benzer bir biçimde AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin “Türkiye üç ülkede toprak bütünlüğünü sağlamak için bugün asker bulundurmak zorunda ve güvenlik için çok büyük paralar harcanıyor. F-16’lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 400 bin dolardan 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor” sözleriyle savaşa yaptığı güzelleme, konferansta bütçe gündemi üzerinden savaş harcamalarının asıl nedenlerini ve yoksulluk üzerindeki etkilerini teşhir etme kararımızın ne kadar yakıcı bir önemi olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Konferansın savaşa ve faşizme karşı mücadelede bir araç olmasını ve yapılacak tartışmalar ışığında sürekli ve geniş tabanlı bir savaş karşıtı hareketin örülmesine katkıda bulunmasını dileyerek sözlerimi bitireyim.

[1] Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, Alfa Yayınları, 2018.

[2] Ellen Meiksins Wood, “Kapitalizmde Ekonomi ve Politikanın Birbirinden Ayrılması”, sendika.org, 12 Aralık 2022 (Özgün ismi, “The Seperation of the Economic and the Political in Capitalism”, New Left Review, Sayı: 127, Mayıs-Haziran 1981).

[3] Max Weber, Meslek Olarak Siyaset, Biblos, 2017.

[4] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Erol Subaşı, “Karl Marx: İlksel Birikim ve Bonapartizm”, Alternatif Politika, 2018, 10 (3).

[5] Charles Tilly, Zor Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, İmge Kitabevi, 2000.

[6] Marc Neocleous, Toplumsal Düzenin İnşası: Polis Erkinin Eleştirel Teorisi, H20 Kitap, 2012.

[7] Loic Wacquant, Prisons of Poverty, University of Minnesota Press,2002.

[8] Marx, Kapital’in Birinci Cildi’nde ilkel birikim ile modern sömürgecilik arasındaki ilişkiyi şu sözlerle açıklar: “Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adaları’nın ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın, kara-deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlanydı. Bunu, savaş alanı bütün yeryüzü olan, Avrupalı ulusların ticaret savaşı izler. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’ya karşı başkaldırmasıyla başlar, İngiltere’de Jakobenlere karşı savaşta dev boyutlara ulaşır ve Çin’e karşı afyon savaşı ile hala sürer gider. İlkel birikimin farklı önemli anları, şimdi, az çok bir tarih sırasıyla, özellikle, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere üzerinde dağılmış bulunuyor. Bunlar 17. yüzyılın sonunda, İngiltere’de, sömürgelerin, kamu borçlarını, modern vergi ve himaye sistemlerini kapsayan sistematik bir bütün meydana getirirler. Bu yöntemler, bazan, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepsi de feodal üretim tarzının, kapitalist tarza dönüşüm sürecini yapay bir biçimde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmişkuvvetini kullanırlar. Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür. (Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, s.714-715).

[9] David Harvey, “Yeni” Emperyalizm: Mülksüzleşme Yoluyla Birikim”, Praksis, Sayı: 11 (Yaz 2004).

[10] Evren Balta, Tedirginlik Çağı: Şiddet,Aidiyet ve Siyaset Üzerine, İletişim Yayınları,2019.

[11] Burada bir parantez açarak ekonomi dışı zor kullanımının sadece Marx’ın ilkel birikim olarak adlandırdığı kapitalizmin ilk aşamasına özgü olmadığı, kapitalizmin sonraki evrelerinde de krizleri aşmak üzere ilkel birikime özgü zor mekanizmalarının kullanıldığını belirtmek gerekir. Bu konudaki güncel tartışmaların kapsamlı bir derlemesi için bkz. Özay Göztepe (Der.) İlkel Birikim: Sermayenin Kaldıracı, Nota Bene Yayınları, 2014.

[12][12] Bazı yazarlara göre Carl Schmitt 1963’de yayınlanan Partizan Teorisi kitabında bu durumu ön görmüş ve “dünya iç savaşı” olarak adlandırmıştır, ve içinde yaşadığımız “Üçüncü Dünya Savaşı” bu anlamda bir “dünya iç savaşı”dır. (Bkz. M.  Ertan Kardeş, “Üçüncü Dünya Savaşı Olacak Mı?”, Carl Schmitt, Partizan Teorisi’ne Sonsöz, Nika Yayınevi, 2017. Ayrıca bkz. bkz. Hasan Kılıç, “Süreklileşmiş savaşın dönüşüm grameri”, Gazete Karınca, 7 Ocak 2020.

[13] Balta, a.g.e., s.44.

[14][14] Dron, Türkçeye “İnsansız Hava Aracı” olarak çevrilse de aslında hava, kara ve deniz aracı olabilen, insan ve makine arasındaki ilişkinin yeni bir evresine denk düşen bir araçtır. (M. Ertan Kardeş, Yönsüzleşmiş Savaş: Politik Felsefenin Bir Sınır Meselesi Olarak Savaşa Dair, Pinhan Yayıncılık, 2019.

[15] Gregoire Chamayou, A Theory of the Drone, The New Press, 2015

[16]Ayhan Işık, “Vekâlet Savaşları ve Ortadoğu’da Çatışmaların Dönüşümü”, Demokratik Modernite, Sayı: 39 (Nisan-Mayıs-Haziran 2022)

[17] Işık,a.g.e., s.94

[18] Işık, a.g.e.,s.93

[19] William I. Robinson, Küresel Kapitalist Kriz ve 21. Yüzyıl Faşizmi: Trump’ın Ötesinde, Praksis, Sayı: 50 (2019/2)

[20] Robinson, a.g.e., s.20-26.

[21] Nothing Human Is Alien To Me: Aijaz Ahmad in Conversation with Vijay Prashad, Leftword, 2020

[22] Sinem Adar “Dış Politikada Aktivizmden Sıkışmışlığa: Cüretkâr Kuvvet Kullanımı, Zayıflayan Diplomatik Kapasite, Artan Bölgesel Yalnızlık”, Berk Esen-Başar Baysal (Der.) Eleştirel Güvenlik ve Türkiye, İletişim Yayınları,2022.

[23]Bu konuyla ilgili anlamlı bir analiz içim bkz. Özgür Amed–Hasan Kılıç, “Küresel Hegemonya Savaşları: Güncellenen Pakt ve B3W!”, Gazete Karınca, 27 Haziran 2021.

[24] Hasan Kılıç-Özgür Amed, “Hegemonik hesaplaşmaların tezahürü: Ukrayna savaşı”, Gazete Karınca,

27 Şubat 2022.

[25] Hülya Kendir, “Çocuğun Gördüğü Düş” müdür Barış? Dünden Bugüne Barış Hareketleri”, Kocaeli Dayanışma Akademisi’nin İlk Uzun Yılı, Dipnot Yayınları, 2017.

[26] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde Ya Da Toplumsalın Sonu, Ayrıntı Yayınları,1991.