Erdoğan’ın “Seçim” Yürüyüşü

2022 yılının sonlarına doğru gelirken Türkiye’deki siyasal gündemin zirvesine yerleşen “seçim” meselesinin konumu her geçen gün perçinleniyor. Siyasal öznelerin izledikleri/izleyecekleri politikalar seçimi kazanma/kaybetme üzerinden tartışılarak “anlam” kazanıyor. Muhalefet her sorunun çözümünü parlamenter sisteme dönülmesiyle gerçekleşecek olan “demokratikleşme”nin sonrasına bırakarak Erdoğan’ı yenme meselesini öne çıkartıp sürdürüyor.  

Erdoğan ise bir bütün olarak ele aldığı bu süreci sadece seçimi kazanmakla sınırlamayarak iktidarını kalıcılaştırmayı ve faşizmin inşa sürecini nihayete erdirmeyi hedefleyerek çok yönlü hamlelerini uygulamaya geçirmeye çabalıyor. 

Öncelik Ekonomide 

Erdoğan iktidara gelmesinde ve sürdürmesinde önemli payı olan ekonomik gelişmelerin, gidişine de yol açmaması için bu alana öncelik veriyor. Her fırsatta “ekonomist” titrini ifade etmekten sakınmayan Erdoğan için ekonomi, halkın rızasını “satın almak” için en önemli enstrüman. EYT’lilere yönelik hazırlıklar, asgari ücrete rekor zam yapma sözleri, doğalgaz faturalarını karşılama vaadi, binlerce konut müjdesi vb. hamleler, sermaye yanlısı politikalarla yoksullaştırdığı halkın hem rızasını hem de tercihini kazanmaya yönelik. Bu hamlelerin bir diğer özelliği ise halkın hak sahibi “özne” olabilme potansiyelinin gerçekleşme ihtimalini sıfıra indirgeyerek sadaka bekleyen “nesne” niteliğini derinleştirip kalıcılaştırmak. Nitekim Osmanlı’ya duyulan özlemin altında yatan nedenlerden biri de halkın nesne niteliğine sahip olduğu “(neo?)tebaa” haline olabildiğince dönüştürmek. Dolayısıyla halka yönelik stratejik ve ideolojik hedeflerine ulaşmak için Erdoğan, seçimlere kadar “sadaka”sını ve lütuflarını halktan esirgememeye ve halkın da bu beklentiler içerisinde kalmasını sürdürmeye çalışacaktır.

Erdoğan, halkın yanı sıra “burjuvazinin” de rızasını ve tercihini almak için ekonomi enstrümanını benzer bir şekilde kullanmaya çalışıyor. İktidarı boyunca burjuvaziye “ne istediler de vermedik” düsturu ile yaklaşan Erdoğan, para akışını hızlandırmaya çalışıyor. Yağma ve talana dayanan tefeci-bezirgân kökenli, cumhuriyet döneminde ise devletin fideliğinde yetişen Türk burjuvazisinin günümüzde Erdoğan’ın ağızlarına bırakacağı sikke keselerini asalak gibi beklediği görülüyor.

Erdoğan, diğer yandan sermayeye sopa göstermeyi de ihmal etmiyor. Enerji ve gıda gibi halkın temel ihtiyaçlarındaki yüksek enflasyonun yarattığı öfkenin “kendisini vurmaması” için zincir marketler hedef gösteriliyor. Zincir marketlerden gelen tepkilere karşı marketlerin kimi şubelerini kapatılarak zor kullanılması ise taraf değiştirmeyi aklına getirenlere de bir mesaj. Fakat kapitalizmin krizinin her geçen gün derinleşmesi, keselerin gelişindeki herhangi bir aksama gibi nedenler Erdoğan’ın “mesajının” geri dönmesine de neden olabilir. 

Erdoğan, sadakalar ve keseler için ihtiyaç duyduğu kaynağı üç yolla sağlamaya çalışıyor: “Özerk” Merkez Bankası’nın para basımını arttırması, IMF ve Körfez sermayesinden para akışı ve “kara para” iddiaları. Gelecek paraların bedelleri geleceğe havale edildiğinden iktidar, akan bütün çeşmelere kovalarını götürüyor. Nitekim Erdoğan son zamanlarda dış ziyaretlere ağırlık vererek resmen dünyayı dört dönüyor, “siyasette küslük olmaz” diyerek kendisinin kapattığı ya da kendisine kapatılan bütün kapıların açılmasına çabalıyor.

Erdoğan için önemli olan tek şey “şimdi” ve kısa vadede halkın ağzına çalınacak bir parmak balın ve sermayenin doyumsuz iştahının finanse edilmesi. Finanse etme çabasının özellikle dış politikadaki “çizgisizlik” ve “esneklik” ile bütünleştirilmesi ise kısa vadede önemli fırsatlar doğurmanın yanı sıra orta ve uzun vadede büyük riskleri de beraberinde getiriyor. Ama yine de önemli olan “şimdi”. 

Sünni İslam ve Türkçülük 

Erdoğan’ın bir diğer hamle alanı ise dış politika ve askeri alan. Miraslarını aldığı sağcı, Türkçü ve İslamcı iktidarlar gibi “vatan”, “bayrak”, “millet” ve “din” söylemlerini kullanarak hem ekonomik alanda yükselen sesleri susturmayı hem de kitlesini konsolide etmeyi hedefliyor. Bu bağlamda coğrafyamızdaki silahlı ya da silahsız bütün çatışmalara müdahil olarak söylemin üzerinde yükseleceği nesnel temelin sürekliliğini sağlıyor. Bu nesnel temel aynı zamanda muhalefetin iktidarın arkasında dizilmesini sağladığı için de oldukça faydalı.  

Nesnel temelin üzerinde ise iki öznenin inşa edildiğini görmekteyiz.  

İnşa edilmek istenen ilk özne ise “Sünni İslami” özne. İslamcı hareketler, Sovyetlerle ittifak içerisindeki anti-emperyalist ulusalcı hareketlerin 1973 Savaşı’ndaki yenilgiyle birlikte zemin kaybetmesi sonucunda özellikle Orta Doğu’da palazlanmışlardı. Gerek bölgede gerekse de Türkiye’de 90’lı yılların sonuna kadar askeri alanı öne çıkartan bu hareketler, 2000’li yıllarla birlikte siyasal alanda “demokrasi”ye, ekonomik alanda ise neoliberalizme yönelmiş ve özellikle liberallerin açık desteğiyle “halk isyanlarını” da çalarak iktidara gelmişlerdi. Fakat kısa süren bayramın ardından bu hareketler tekrar silaha sarıldılar ve “demokrasi”yi terk ederek “cihatçı” çizgiye yerleştiler. Tunus’tan Mısır’a, Filistin’den Irak’a, Azerbaycan’dan Afganistan’a ve oradan da Doğu Türkistan’a kadar İslam coğrafyasının neredeyse her alanında varlık gösteren bu hareketler, iktidara egemen bir güç olabilme kapasitesine sahip olamasalar da egemenlerin hamlelerinde araç olma niteliğine sahip olabiliyorlar. Bu bağlamda AKP/Erdoğan iktidarının Ukrayna’dan Karabağ’a, Libya’dan Suriye’ye kadar geniş alanda bu araçları kullanmaktan epey bir süredir imtina etmemesi, meseleye bakışının taktiksellikten öte stratejik olduğunu gösteriyor. Çeşitli dönemlerde Hizbullahçıların salınmasından SADAT’ın faaliyetlerinin perde arkasından devam ettirilmesi ise bu güçlerin stratejik “askeri” güçler olarak konumlandırıldığına işaret ediyor. 

Buna ek olarak da Sünni İslami söylemlerin halktan gelen tepkilere göre dozu ayarlanarak boca edilmesiyle “Sünni İslami” öznenin yenilgilere rağmen gerek siyasal gerekse ideolojik alandaki gücünü korumasına çalışılıyor. Fakat bir yandan güç toplamak adına bu araçsallığa “geçici olarak” katlanan cihatçı güçlerin başka “egemenler” tarafından da kullanılabilir olması, diğer yandan neoliberalizm soslu İslami söylemin ekonomik krizin derinleşmesiyle halk nezdindeki itibarının her geçen gün azalması ise “Sünni İslami” öznenin varlığını tehdit ediyor. 

İnşasına niyetlenilen ikinci özne ise “Türkçü” özne. Nazilerin yenilmesiyle tozlu raflara kaldırılan, ama Sovyetlerin yıkılmasının ardından tekrardan masaya getirilen “Turan davası”, Elçibey’in trajik yenilgisiyle kısa sürede berhava olmuştu. Sonraki yıllarda Türki cumhuriyetlerdeki soydaşlarla kültürel nostalji çerçevesinde gerçekleşen etkinliklerle kazandırılmak istenen “Türklük şuuru”, yükselen Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik her askeri müdahaleyle topluma zorla enjekte edilerek önemli bir kazanım elde etmişti. Şimdi ise Rusya’nın Ukrayna’ya odaklanması sonucu Türki cumhuriyetlerde oluşan boşluk, başta Suriyeliler ve Afganlar olmak üzere göçmenler üzerinden oluşturulan nefretin Zafer Partisi aracılığıyla Türkçülüğe kanalize edilmesi ve Irak ve Suriye’de Kürtlere yönelik operasyonların beka meselesine dönüştürülmesi, “Türklük şuurunun” yükseltilerek “Türkçü” öznenin inşasını çalışıldığına işaret ediyor. Arzu edilen kadar olmasa da toplumun bir kesiminde güç kazanan bu özne, taşıdığı sınırlılıklarla birlikte “Sünni İslami” öznenin alternatifi olma potansiyelini taşıyor.

Seçim sürecine kadar sadece bölgemizdeki değil elinin uzadığı her yerdeki çatışmaya “elinde bayrak dilinde tekbir” ile dahil olmaktan çekinmeyerek güç alanı kazanmak isteyen Erdoğan için bu iki özne de oldukça muteber. Bu nedenle Erdoğan bu iki özneyi de “faydalılıkları” doğrultusunda “esnek” bir şekilde somut koşullara uygulamaktan çekinmeyecektir. Fakat bu “çekinmemezlik”, öznelerin risklerinin ülke içerisine taşınmasına ve iç politikada istenmeyen sonuçlara da neden olabilir. 

“Üflemeler” 

İç politika ise Erdoğan’ın özel ilgisine mazhar olmakta.

Halkın yükselen tepkisini ve mücadelesini her defasında “seçime kadar sabredin” diyerek sönümlendiren muhalefete, çizgiyi kimi noktalarda aşan Kaftancıoğlu ve İmamoğlu’na yönelik davalar olsa da, büyük oranda söylemlerle “dokunarak” işlevini kaybetmemesine dikkat ediyor. Altılı Masa’nın ortaya koyduğu politikalarla “minimal” bir “restorasyonu” hedeflemesi, Erdoğan’ın sınırlı gücünün önemsiz bir kısmını bu muhalif “özneye” ayırmasına neden oluyor. Altılı Masa’nın ayaklarına vurmadan, bu ayakların çözmeyi seçim sonrasına erteledikleri çelişkilerine üfleyerek masayı titreten Erdoğan, masanın “minimal” işlevini bile yerine getirmesine engel olabilecek “öznelliğe” sahip olduğunu gösteriyor. Bu gösterge, halkın yakıcı sorunlarını çözebilecek irade ve güce sahip “özne”nin (son dönemlerdeki anketlerde AKP ve Erdoğan’ın oy oranında meydana gelen artışın da gösterdiği üzere) Erdoğan olmasını sağlıyor. Dolayısıyla da Erdoğan “maddi” ve “manevi” üflemelerle kavalını üfleyerek seçimleri bekleyen altılı masanın köyünü boşaltmayı sürdürüyor.

Erdoğan iç politikadaki esas gücünü ise halkçı güçlere yöneltmiş durumda. Emekçiler, kadınlar, Kürtler, Aleviler, göçmenler, LGBTİ+lar her hafta sırasıyla hedef gösteriliyor. Bu girişim başarısız olunca Aleviler devlette kadro, Kürtler “açılım müjdesi” vb. ile nötralize edilerek ya da her basın açıklaması ve eyleme şiddet uygulayarak halkçı güçlerin “kutlu yürüyüşe” engel olmaması isteniyor. Çünkü farklı alanlarda çok yönlü hamlelerle seçim stratejisini başarıya ulaştırmaya çalışan Erdoğan’ın karşılaştığı içerideki ve dışarıdaki sınırlılıklar ile engeller kadar halkçı güçlerin gerçekleştireceği mücadelenin, seçimlerdeki ve sonrasındaki nihai sonucu belirlemede önemli oranda etkili olabileceği görülüyor.