İran Protestoları, Uzun Bir Halk Huzursuzluğu Döngüsünün Son Aşamasıdır-Afshin Matin-Asgari

El Yazmaları’nın notu: Mahsa Amini’nin ahlâk polisi tarafından katledilmesinin ardından İran’da başlayan protestolar sürüyor. Bugünlerde sokak protestolarının yanı sıra genel grevlerin ve boykotların ilan edildiği ülkede kadınların başlattığı direniş ateşi devletin eylemcilere karşı şiddet aygıtına farklı biçimlerde başvurmasına rağmen söndürülebilmiş değil. El Yazmaları olarak Afshin Matin-Asgari’nin çevirisini okuyacağınız metninin bu direniş ateşinin tarihsel ve toplumsal koşullarını anlayabilmek için bize çok önemli izlekler ve altbaşlıklar sağladığını düşünüyoruz…

İran’da bir kez daha bir heyula kol geziyor: devrim heyulası. Sürgündeki monarşistler, geri basmayan solcular, öfkeli akademisyenler, popüler ünlüler ve hayal kırıklığına uğramış reformistler İslam Cumhuriyeti’nin devrimci bir şekilde yıkılması için yaygara koparırken, öfkeli muhaliflerden oluşan genç bir nesil, ülkenin her yerinde cüretkâr bir biçimde protestolar düzenliyor.

Kırk üç yıl önce monarşiyi deviren halk devrimi heyulası, İran’ın kolektif hayal gücünü ele geçirerek büyük bir şiddetle geri döndü. Devrimci coşku, topyekûn rejim değişikliği çağrısından daha azının ihanet olarak görüldüğü siber uzay ve diaspora muhalefeti çevrelerinde ve toplantılarında özellikle güçlü.

Özellikle diasporada, İranlı gericiler bile bilmeden “devrim”in orijinal anlamına, devrilmiş bir statükonun restorasyonu olarak geri dönerek devrimci hale geldiler. Garip bir şekilde, monarşinin “altın çağını” geri getirmeyi hayal edenler, son Şah’ın oğlu, sözümona sancaktarı tacı takmakla ilgilenmediğini beyan ettiğinden, bir çıkmazda. Bununla birlikte, nostaljik mesajları, esas olarak ABD hükümeti ve Suudi Arabistan tarafından finanse edilen bir dizi uydu televizyon programı yoluyla İran’da güçlü bir şekilde yankılanıyor.

Bazı diaspora grupları, sıradan İranlıları kötü bir şekilde yaralasa ve başarısızlıklarını dış baskıya bağlayan İslam Cumhuriyeti’ni güçlendirse bile, İran’a yönelik Donald Trump tarzı acımasız yaptırımları destekliyor. Bazıları, Irak ve Afganistan’dan alınan dersleri kolaylıkla unutarak, İslam Cumhuriyeti’ni devirmek ve İran’ı “özgürleştirmek” için ABD veya İsrail’in askeri müdahalesini savunacak kadar ileri gidiyor.

1978-79 İran Devrimi, neredeyse yarım yüzyıl önceki başlangıcından bu yana, çağdaş siyasi gerçeklik anlayışımıza güçlü bir şekilde etki eden kalıcı mitolojiler üretti. Bu makalede, bu devrimci mitlerden bazılarını, küçümsemeden ziyade onların ötesine temkinli bir şekilde bakma umuduyla inceleyeceğiz.

1979 Mitleri

İronik bir şekilde, başka bir devrim için çağrıda bulunanların tümü, İran’ın 1978-79’daki son devrimci ayaklanmasının, devirdiğinden daha baskıcı bir rejim kurduğu konusunda hemfikir. Bununla birlikte, özgürleştirici bir devrimin güçlü miti, İran’ın modern tarihi istisnai bir şekilde devrimci olduğu için, salt bir fanteziden doğmuyor. İranlılar yirminci yüzyılda iki devrim (1906–10 ve 1978–79) ve yanı sıra bunların arasında neredeyse devrimci krizler yaşamışken, içinde bulunduğumuz yüzyılda üç halk ayaklanması meydana geldi (1999–2000, 2009–10 ve 2017– günümüz).

Dahası, dünyayı kötülükten temizleyen kıyamet benzeri bir yükseliş miti, yüzyıllardır çoğu İranlının dini olan Şii İslam’ın mesihçi beklentilerinde yer alır. Yine de dini analojiler çok ileri götürülmemelidir. Yaygın algının aksine, İran’ın 1978-79 “İslam Devrimi”, aşırı dindarlığın fanatik yükselişinden ziyade, dinin siyasi olarak araçsal bir şekilde kullanılmasıyla ilgiliydi.

1953’te bir İngiliz-Amerikan darbesiyle tahtına oturan Şah Muhammed Rıza Pehlevi, yirmi beş yıl boyunca bastırılmış laik milliyetçi ve solcu siyasi istekleri sistematik olarak ezdi. 1977-78’de devrim öncesi bir kriz ortaya çıktığında, Şah, muhalefetin liderliği monarşinin devrilmesinde kararlılıkla ısrar eden sürgündeki bir din adamı olan Ayetullah Humeyni’ye geçene kadar liberal anayasacı muhaliflerle uzlaşmayı reddetti.

Amerika Birleşik Devletleri, pahalı Amerikan silahları ve nükleer santraller karşılığında İran’ın petrol zenginliğini geri dönüştürmek için megalomanisini kullanan Şah’ın yabancı velinimetiydi. Devrimin arifesinde otuz bin Amerikalı askeri danışman, teknisyen, girişimci ve aileleri İran’da yaşıyordu, bunların çoğu Şah’ın çılgın projelerine dahil olmuş ve böylece İranlıları “Çirkin Amerikalı” imajıyla ilk elden tanıştırmıştı. 1978-79 devrimi, kaçınılmaz olarak, Ayetullah Humeyni’nin “İslami” devrimci gündeminin merkezi yapmak için Marksist soldan ödünç aldığı güçlü bir anti-emperyalist mesaj iletti.

Bununla birlikte İslami anti-emperyalizm, Şii tutku oyunlarının[1] senaryosunu izledi ve İran’ın tüm sorunlarının suçunu basit bir şekilde Amerikan “Büyük Şeytan”ına hizmet eden “kukla” şaha yükledi. Bu senaryo, devrimi sınıf, cinsiyet ve etnik baskı gibi iç hedeflerle mücadele etmekten uzaklaştırırken, aynı zamanda Büyük Şeytan’ın çelişkili politikalarının Şah’ın altını oyduğunu ve iktidarın Humeyni’ye geçmesini yumuşattığı gerçeğini gizledi.

İslam Cumhuriyeti

1979 kışında sürgünden muzaffer bir şekilde dönen Ayetullah aceleyle bir referandum düzenleyerek İranlılardan belirsiz bir “İslam Cumhuriyeti”ni onaylamalarını istedi. Olumlu yanıt, Humeyni’nin takipçilerine gelecekteki hükümet için “İslami” bir plan yazmaları için açık bir çek verdi. Bu noktada, Humeyni’nin takipçilerini laik milliyetçiler ve çeşitli solcu gruplarla birleştiren monarşi karşıtı devrimci koalisyon dağılmaya başladı.

Önemli bir anlamda, devrim ancak Şah’ın ayrılmasından sonra başlıyordu ve net bir yönü veya gündemi olmayan radikal, keşfedilmemiş bir bölgeye doğru ilerliyordu. Bu, tıpkı 1917’de Rus Devrimi’nin Bolşevikler ve 1793’te Fransız Devrimi’nin Jakobenler tarafından “kaçırılması” gibi, devrimin Humeyni’nin kampındaki belirli bir grup tarafından “kaçırılması”na benzerdir. Bununla birlikte, İslam Cumhuriyeti’nin kurulması birkaç yıllık kanlı baskı, ABD ile büyük bir çatışma ve Irak’la tam ölçekli bir savaş gerektirecekti.

Tahran’daki ilk büyük devrim sonrası çatlak, Mart 1979’da binlerce kadının Humeyni’nin başörtüsü emrine öfkeyle meydan okumasıyla gerçekleşti. Ayetullah geri adım attı ve zorunlu başörtüsü, yeni rejimin baskıcı organlarını pekiştirmesini beklemek zorunda kaldı.

1979’daki “Özgürlük Pınarı”nda İran mutlu bir şekilde devletsiz bir ülkeydi. Şah’ın ordusu ve polisi çökmüştü. Etnik azınlıklar, özellikle de Kürdistan’da, fiilen özerkti. İşçiler fabrikalara el koymuş, köylüler ve yoksullar toprakları ele geçirmiş ve üniversite kampüslerine solcu öğrenciler hâkim olmuştu. Hükümet çalışanları kendi işyerlerinden sorumluydu ve her mahallede günlük işleri halk “komiteleri” yürütüyordu.

Devrimin toplumsal hiyerarşileri aşındırmaya doğru gidişini yalnızca yeni bir devletin zorlayıcı gücü kontrol altına alabilirdi. Bu, İslam Cumhuriyeti’nin üstlendiği bir görevdi. Böylece, Humeyni’nin sıkı takipçileri, demokratik bir anayasa vaadinden vazgeçtiler ve bunun yerine, parlamenter bir cumhuriyetçi çerçeve üzerine bindirilmiş, seçilmemiş ruhani organları aracılığıyla yöneten bir Ruhani Liderin makamına diktatörlük yetkilerinin verilmesini önerdiler.

1979 yazına gelindiğinde, önerilen diktatörlük anayasası üzerinde savaş hatları çizildi ve Humeyni’nin kampına en şiddetli şekilde küçük ama etkili solcu gruplar meydan okudu. Çok yönlü bir sol, başta Kürdistan olmak üzere özerklik arayan bölgelerde ve ülke çapındaki üniversitelerde ve fabrikalarda daha fazla ilgi görüyordu. Humeyni’nin takipçileri yeni anayasayı kabul ettirebilecek durumdaydı, ancak onların tarafı ivme kaybediyordu.

Devlet inşa etme projeleri, onları eski toplumsal düzen ve Amerikan emperyalizmiyle uzlaşmakla suçlayarak meydan okuyan solu kontrol altına almak ve kuşatmak zorundaydı. Humeyni’nin onayıyla, Tahran’ın geçici hükümeti Washington’la samimi ilişkiler kurdu; hatta Kürdistan, Sovyetlerin Afganistan’daki hamleleri ve Irak’ın İran’ı işgal planları hakkında CIA istihbaratını aldı. Bütün bunlar, Humeyni’nin devlet kurma projesini ABD-İran ilişkilerine onarılamaz şekilde zarar verme pahasına pekiştiren bir siyasi darbeyle değişti.

Aptalların Anti-Emperyalizmi

Ekim 1979’un sonlarında, hasta ve ölmekte olan Şah, son çare bir kanser ameliyatı için Meksika’daki sürgününden New York’taki bir hastaneye uçtu. Jimmy Carter ve danışmanları, kendi daha iyi yargılarına karşın, Şah yanlısı lobinin onları Şah’ı ABD’ye getirmeye ikna etmesine izin verdi. Şah Meksika’da yeterli tıbbi tedavi gördüğü için bu gafın hiçbir gerekçesi yoktu.

Kısa süre sonra İslam Cumhuriyeti, Şah’ı kabul etmenin monarşiyi yeniden kurmak için bir ABD komplosu içerdiğini iddia ettiğinden, diplomatik bir ateş fırtınası patlak verdi. İranlı yetkililer Şah’ın ölmekte olduğunu ve Carter yönetiminin İran’da rejim değişikliği planı olmadığını biliyordu. Yine de öfkeli kalabalıklar, Şah’ın devrilmesinden sonra militan solcuların kısa bir süre için işgal ettiği Tahran’daki ABD büyükelçiliği önünde tehdit gösterilerinde toplandı.

Bu tür solcu girişimlerin tekrarı, Humeyni’nin oğluyla bağlantılı bir din adamı tarafından organize edilen, 4 Kasım’da yüzlerce üniversite öğrencisinin büyükelçiliği işgal etmesiyle engellendi. Ayetullah, “İkinci Devrim” adını verdiği böyle bir “anti-emperyalist” duruşun devlet inşası gündemine getirebileceği beklenmedik siyasi şansın farkına vararak işgali hızla onayladı.

ABD ile uzun süredir devam eden açmaz, sözde Amerikan rehine krizi, zaten bölünmüş olan solun kafasını karıştırdı. Sovyet yanlısı komünist parti bunu Humeyni’nin anti-emperyalizminin kanıtı olarak selamlarken, solcu bir azınlık bunu dini bir diktatörlük inşa etme amacıyla devrimin anti-emperyalist ivmesininden faydalanan bir hile olarak gördü.

İkna edici bir dış gözlemci olan Fred Halliday’in ifadesiyle, bu, İran için zararlı sonuçları hesaplanamaz olan “aptalların anti-emperyalizmi” idi. Nazi hukukçu Carl Schmitt’in senaryosunu sezgisel olarak takip eden İslam Cumhuriyeti, tüm iç anlaşmazlık ve muhalefetin arkasında olduğu söylenen yabancı bir “düşman” ile varoluşsal bir yüzleşme yoluyla kendisine şekil verecekti. Bu doğrultuda rehine krizi, Humeyni’nin kampı iktidarı sağlamlaştırıp tüm muhalefeti ortadan kaldırana kadar sürdü.

Şah’ın Temmuz 1980’de ölümü, iadesini tartışmalı hale getirdi ve ABD-İran açmazına olası bir çözüm sağladı. Bu gerçekleşmeden önce, Irak diktatörü Saddam Hüseyin Eylül 1980’de İran’a savaş ilan ettiğinde her şey yeniden değişti. Humeyni, yeni krizi, Saddam Hüseyin’in yalnızca ABD adına savaş yürüttüğünü savunarak, devrimin kendi vesayeti altında doğru rotasını kanıtlamak için Tanrı’nın verdiği başka bir fırsat olarak memnuniyetle karşıladı.

Ama gerçekler oldukça farklıydı. Amerika Birleşik Devletleri ile uzun süredir devam eden açmaz, İslam Cumhuriyeti’ni hem süper güçlerle hem de uluslararası toplumla karşı karşıya getirdi. Bu arada Humeyni, Irak’ın Şii nüfusunun çoğunluğunu ayaklanıp hükümetlerini devirmeye çağırıyordu. Bu, Saddam Hüseyin’e, eski anlaşmazlıkları çözmeye zorlama ve muhtemelen Humeyni’yi devirme umuduyla, askeri açıdan zayıf ve diplomatik olarak yalıtılmış bir İran’a saldırmak için hem teşvik hem de fırsat sağladı.

Rehine krizinde olduğu gibi, savaş başlangıçta İslam Cumhuriyeti’ne büyük bir siyasi destek verirken, feci uzun vadeli sonuçlara yol açtı. Tanıdık bir tarihsel örüntüyle, devrimin sancıları içindeki bir ülkenin işgali, halkı iktidardakilerin etrafında toplamaya yöneltti. Milyonlarca insan devrimci şevkini savaş alanına yöneltti ve hatta Şah’ın emekli ya da tutuklu askeri personelinden bazıları anavatanı savunmak için gönüllü oldu.

Savaş, bir rehine serbest bırakma anlaşmasını, Carter’ın rehineleri zamanında geri getirememesi nedeniyle büyük ölçüde kaybettiği ABD başkanlık seçimleri sonrasına erteledi. Bu nedenle Humeyni, yalnızca Şah’ı değil, bir Amerikan başkanını da devirdiğini iddia edebilirdi. Ancak bu “zafer”, İran’ın kemikleşmiş ABD düşmanlığına ve muazzam bir insan kaybı ve yıkıcı ekonomik kayıplarla dolu uzun bir savaşa mal olacaktı.

Kan Vergileri

Sekiz yıl sonra nihayet ateşkes olduğunda, savaşın maliyetinin yüz milyarlarca dolar olduğu tahmin edilirken, İran ve Irak’ın her biri altı yüz binden fazla kayıp vermişti. Savaşı Saddam Hüseyin başlatmıştı, ancak İran’ın 1982’de kaybettiği toprakları geri almasının ardından savaşı altı yıl boyunca sürdüren Humeyni oldu. Humeyni, İranlılara veya Iraklılara verilen sarsıcı zararı umursamadı, ateşkesi ancak savaşın devamının kendi rejiminin çöküşüne yol açacağı aşikâr hale geldiğinde kabul etti.

İran-Irak Savaşı’nın derin siyasi sonuçları oldu. İran taarruza geçerken hem ABD hem de SSCB Irak’a önemli destek sağladı. 1987-88’de ABD-İran askeri çatışmaları, Basra Körfezi’nde topyekûn bir savaşa dönüşme tehdidi oluşturdu.

İşin garibi, İslam Cumhuriyeti ABD ile savaştığını iddia ederken, hem Washington’dan hem de Tel Aviv’den gizlice askeri yardım alıyordu. 1980’lerin ortalarında Başkan Ronald Reagan, Nikaragua’da sağcı bir paramiliter isyanı finanse etmek için Tahran’la silah anlaşmaları da dahil olmak üzere gizli temaslara izin verdi. Bu temasların sözde İran-Kontra skandalında açığa çıkması, yönetimini neredeyse deviriyordu.

Bu arada, neredeyse on yıl süren savaş, İslam Cumhuriyeti’nin yapısını temelden şekillendirmişti. Devrim sonrası tanıdık başka bir örüntünün tekrarında, devlet kurma ve savaş yapma iç içe geçerek İslam Cumhuriyeti’ni siyasi ve ekonomik olarak otoriter bir savaş-refah devletine dönüştürdü.

1980’lerin başında rejim, Kürt özerkliğini de ezen küçük bir iç savaşta binlerce dindar ve laik solcuyu yok etti. Devrimin kitlesel taban enerjisi, İranlıların yoksul ve işçi sınıfı kesimlerinin tüm taleplerini ertelemelerini, ciddi maddi yoksunluklara katlanmalarını ve hayatları pahasına bir “kan vergisi” ödemelerini gerektiren anlamsız bir savaşa girdi.

Sıkı bir şekilde kontrol edilen devletçi bir ekonomi, emeği sıkı bir disiplin altına aldı, bağımsız sendikaları yok etti ve sermaye birikimini düzenledi. Vesika ile gıda verilmesi ile ücret ve fiyat kontrolleri norm haline gelirken, gaziler ve aileleri nakit maaş ve kamu olanaklarına ve hizmetlerine ayrıcalıklı erişim elde etti. Böylece, çoğunlukla kentsel ve kırsal alt sınıflardan milyonlarca vatandaş, görünüşte kalıcı savaş yapmaya yönelik geniş ama iptidai bir refah devletiyle bütünleştirildi.

Savaşı takip eden yıllarda, bu altyapısal dönüşümler en yoksul tabakalara somut faydalar sağladı ve belki de onların sükûnetini bir süreliğine satın aldı. 1980’lerde, devletin hatırı sayılır miktarda petrol gelirine erişimi, toplum mühendisliği projelerini mümkün kıldı, ancak savaşın sona ermesi ülkeyi harabeye çevirdi. Hasta Humeyni ateşkesten kısa bir süre sonra öldü – binlerce siyasi tutsağın katledilmesi emrini vermeden önce değil!

Haleflerine sınırsız yetki miras bırakmış, onları “devletin hikmeti” için İslam’ın temel ilkelerini askıya alacak kadar ileri gitmeleri için açıkça yetkilendirmişti. Humeyni’nin son vasiyeti, İslam Cumhuriyeti’nde dinin siyasetin hizmetkârı olduğunun açık bir itirafıydı -bu, onun halefi döneminde apaçık hale gelen bir noktaydı. Rejimin yakın çevresi kenetlendi ve Humeyni’nin yerine ruhani lider olarak Ayetullah bile olmayan siyasi bir din adamı olan Ali Hamaney’i seçti. Hamaney, o makamda hâlâ sınırsız yetkiye sahip.

Reformist Umutlar

1990’lar, devletçi bir rejimden uzaklaşarak ve yavaş yavaş neoliberal dünya düzenine uyum sağlayarak, savaş sonrası ekonomik yeniden yapılanmanın on yılı oldu. Savaşın savurganlığından kurtulan önemli miktarda petrol geliri, yol, baraj ve elektrik altyapısının inşasına ve ayrıca halk sağlığı ve eğitiminin önemli ölçüde genişletilmesine gitti.

Rejime sadık olanlara ayrıcalıklı muamele devam ederken, özellikle kırsal bölgelerdeki nüfusun büyük bir kısmı, savaş yıllarının ezici kemer sıkma koşullarından büyük ölçüde kurtulmayı sağlayan ekonomi politikalarından yararlandı. Eğlenceye erişim, kıyafet kuralları ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığı açısından önceki on yılın en sert önlemlerinin gevşetildiği kültürel alanda da rahatlama geldi.

Kadınlara ciddi bir eşitsizlik dayatan toplumsal cinsiyet ayrımcılığı rejimi yürürlükte kaldı, ama milyonlarca kadın köşelerini yontmak için yasal ve siyasi kampanyalar ile gündelik yaşam mücadeleleri yürüttü. Kısmen siyasi bir güvenlik valfi olarak ihtiyatlı bir reform söylemi ortaya çıkmaya başladığında, mütevazı bir siyasi “liberalleşme” bile dikkat çekiciydi.

Dış dünya ile diplomatik ilişkiler gelişti ve on yılın sonunda ABD ile ılımlı bir yumuşama mümkün göründü. Reformist Muhammed Hatemi 1997 başkanlık seçimlerini kolaylıkla kazandığında ve Humeyni’nin savaşçılığını barışçıl bir “Medeniyetler Diyaloğu” önerileriyle değiştirerek dış politikada cazibeli bir atak başlattığında, Washington-Tahran ilişkilerindeki buzların erimesi belirgindi.

Yine de ABD ekonomik yaptırımları hiçbir zaman kaldırmadı ve bunun yerine İran’ın enerji sektörüne yeni bir ambargo ekledi -bu, büyük ölçüde Washington’daki güçlü İsrail lobisi tarafından dayatılan bir politikaydı. İslam Cumhuriyeti’nin sessiz askeri müttefiki olarak önceki konumunu değiştiren İsrail, 1990’larda İran’ı varoluşsal düşmanı olarak belirledi. Bahane, İran’ın “terörizme” sponsor olması, yani İsrail’in Lübnan ve Suriye’ye yönelik askeri saldırılarına karşı İran’ın direnişe verdiği destekti.

Gerçekte İsrail, Filistin topraklarını işgalini rahat bir şekilde sürdürürken, kolaylıkla söz dinleyen komşu Arap rejimlerinin hiçbirinin teşkil etmediği söylenebilecek bir “varoluşsal tehdit” uydurmaya ihtiyaç duyuyordu. Tıpkı Yahudi devletinin İslam Cumhuriyeti’nin propagandasında tam olarak aynı sembolik yeri işgal etmesi gibi, sert ama boş retoriğiyle İslam Cumhuriyeti, İsrail’in nihai düşmanı rolüne mükemmel bir şekilde uyuyordu.

11 Eylül’den Yeşil Harekete

1999’da Hatemi dönemindeki reform hareketi, basın özgürlüğünü savunmak için gösteri yapan üniversite öğrencilerine yönelik sert baskıyla durma noktasına geldi. Hatemi ikinci kez görev yapabildi, ancak İran “derin devletinin” yapısal reformlara müsamaha göstermeyeceği açıktı.

Hatemi yönetimindeki reformların başarısızlığı, devrim sonrası ilk kuşağın siyasi ufkunu etkiledi. Rejime hoşgörülü bir görünüm kazandıran ve cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerine katılımı teşvik eden reform söylemi devam etti. Ama iç ve dış politikanın temelleri, reformistlerin yanlarında bir cumhurbaşkanı veya parlamento çoğunluğu olsa bile asla değişmedi.

Bu arada, 11 Eylül 2001’den sonra, Başkan George W. Bush’un “Şer Ekseni” söylemi İran’ı, Amerika’nın “teröre karşı savaş” düşman listesinde Irak’ın yanına yerleştirdiğinde, ABD ile yumuşama penceresi kapandı. İronik bir şekilde, bir kez daha bu, İslam Cumhuriyeti’nin El Kaide ağına karşı Washington’la sessizce işbirliği yaptığı ve hatta ABD’nin Afganistan’daki Taliban rejimine karşı savaşında yardım teklif ettiği bir zamana denk geldi.

Ancak reelpolitik, İran’ı askeri müdahale yoluyla ABD’nin rejim değişikliği hedefleri listesinin başında görmek isteyen İsrail lobisinin ve onun Bush yönetimindeki neocon müttefiklerinin önünde duramadı. 2000’lerin başlarında, İsrail-neocon lobisi, İran’ın nükleer enerji programına odaklanıyor ve İslam Cumhuriyeti’nin gelişen atom silahı kapasitesi hakkında ciddi uyarılar yayınlıyordu.

Uluslararası hukuku hiçe sayarak bir nükleer cephanelik inşa eden İsrail’in aksine İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı imzalamış ve nükleer enerji programını büyük ölçüde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın yetki alanı içinde tutmuştur. İran’a “felç edici” yeni yaptırımlar uygulayan, İran’ı küresel finans ve bankacılık ağlarından koparan ve İran’la iş yapan üçüncü taraf ülkelere cezai yaptırımlar dayatan Bush yönetimi için zıtlık önemli değildi.

2008’de göreve geldiğinde, Barack Obama, İran’ın Ruhani Lideri ile gizli iletişimlere başladı ve İran başka bir iç krize sürüklenirken kısa süre sonra bir engelle karşılaşan potansiyel bir ilerlemeye doğru ilerledi. 2009’da İran cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, sonucu hileli olarak damgalanan seçimle, görevinde ikinci bir dönemi kazandığında milyonlar protesto gösterisi düzenledi.

Bu, İran’ın otuz yılın en büyük kitlesel protestosu olan ve meydan okuyan sloganı “Oyum Nerede?” İslam Cumhuriyeti’ne bir son verme çağrısı yapmadan tahripkâr olan İran’ın Yeşil Hareketi’ydi. Rejim, protestolar 2010 başlarında yavaş yavaş sona erene kadar, özel milislerini ve güvenlik güçlerini serbest bırakarak, düzinelerce kişiyi öldürerek ve binlerce kişiyi tutuklayarak yanıt verdi. Yeşil Hareket’in ezilmesi, rejim tarafından belirlenen sınırlar içinde bile olsa, halk muhalefetinin eninde sonunda şiddetle karşılaşacağının altını çizdi.

Obama, ikinci döneminde Tahran’la gizli müzakereleri sürdürürken İran’a yönelik yaptırımları sertleştirme yönünde ikili bir politika izledi. 2015 yılında, İsrail ve Suudi Arabistan’ın tüm çabalarına rağmen, İslam Cumhuriyeti, ABD ve diğer daimi BM Güvenlik Konseyi üyeleri, Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı imzaladı. Tahran, en ağır yaptırımların kademeli olarak geri alınması karşılığında nükleer enerji programını uluslararası denetime açmayı kabul etti.

Yeni Bir Protesto Döngüsü

Bununla birlikte, İran ekonomisi ve yıpranmış yurttaşları önemli bir rahatlama yaşayamadan, yeni gelen Donald Trump yönetimi, İsrail-Suudi Arabistan’ın “hoşgörü” konusundaki şikâyetlerine uyarak “Obama anlaşmasını” geçersiz kıldı. Felç edici uluslararası yaptırımlar, evdeki yozlaşmış, ahbap-çavuş-kapitalist ekonomilerinin İranlılar üzerindeki zaten ezici yükünü şiddetlendirmek için geri geldi.

2017 sonbaharı ile 2020 kışı arasında, rejimin sübvansiyon kesintileri ve enerji fiyatlarındaki artışlar, yoksulların ve işçi sınıfının benzeri görülmemiş düzeyde katılımıyla ülke çapında şiddetli protestolara yol açtı. Protestolar, Kasım 2019’da zirve yaptığında, İranlı işçi sınıfından yüzbinlerce öfkeliyi harekete geçirmişti ve Uluslararası Af Örgütü’ne göre üç yüzden fazla kişinin ölümüne yol açan çatışmalarda insanlar hükümetin tank, helikopter ve makineli tüfek konuşlandırmasına öfkeyle karşı çıkmıştı. Yeni protesto döngüsüne ilişkin 2020 yılında yapılan bir çalışma şu sonuca varmıştır:

Siyasi ve ekonomik protestolar İran İslam Cumhuriyeti’nde yeni bir şey değil. Ülke, son 40 yılda şiddet içeren ve içermeyen çeşitlik protestolara tanık oldu. Ancak Aralık 2017 ve Kasım 2019’daki iki büyük protesto, İran’daki siyasi protestoların hâkim dinamiklerinin değişmekte olduğunu gösteriyor. Devlet, kontrolü sürdürmek için aşırı şiddete başvurmaya hazırlanırken, protestocular arasında artan bir radikalleşme duygusu hâkim.

Artan radikalleşme, ya reform ve demokratik geçiş yoluyla ya da ekonomik ilerleme yoluyla anlamlı değişim beklentileri konusundaki umutsuzluktan kaynaklanan siyasi çıkmazın sonucu olabilir. İktidarın, silahlı ve güvenlik güçlerinin demir yumruğu tarafından korunan devletin seçilmemiş hiziplerinde yoğunlaşması, iç karartıcı ekonomik durum, her düzeyde felç edici yolsuzluk ve hesap verebilirliğin yokluğu, “yoksulların” yanında olmak için iktidara gelen devrimci bir rejimin zaten var olan meşruiyet krizini artırdı.

Bu, istikrarsız siyasi ve ekonomik durumu göz önüne alındığında, İslam Cumhuriyeti’nin daha büyük ve daha öfkeli protestolar öngörmesi gerektiğine dair tipik bir uyarı örneğiydi. Bu arada, Trump yönetimi Ocak 2020’de İranlı General Kasım Süleymani ve beraberindekileri Irak topraklarında bir insansız hava aracı saldırısında öldürdüğünde dış baskı arttı.

Süleymani, Devrim Muhafızları’nın yurtdışındaki operasyonlarının komutanı ve İran’ın nispeten lekesiz bir üne sahip en yüksek profilli askeri figürüydü. Bu küstah suikasta uysal bir tepki veren Tahran, Irak’taki Amerikan askeri üslerine füzeler fırlattı ve hasarı en aza indirmek için önceden uyarılar gönderdi.

Süleymani’nin öldürülmesinden sonra halkın sempatisini kazanma girişimleri, Devrim Muhafızları’nın yanlışlıkla bir Ukrayna uçağını düşürüp çoğu İranlı olan 176 yolcusunu öldürdüğünde sona erdi. Gücün imajı kötü bir şekilde lekelendi ve sokaklarda ve üniversite kampüslerinde protestolar patlak verdi.

2020 yılı, Ruhani Lider de dahil olmak üzere rejimin seksenlerindeki liderliği sona erme yaşına geldiğinden, tepedeki değişim beklentisiyle birleşen önemli huzursuzluk ve istikrarsızlıkla başladı. Böylece 2020 cumhurbaşkanlığı seçimi, yaklaşan çok yönlü bir krizin ortasında rejimin siyasi bir geçişi nasıl yönetebileceğinin bir göstergesi oldu.

Tepkisi sert ve esneklikten yoksun bir duruştu. Geçmiş pratiklerden yola çıkarak, reformistlerin aday olmaları engellendi, 1980’lerin sonlarında siyasi tutukluların katledilmesine doğrudan karışan bir din adamı olan aşırı sağcı İbrahim Reisi’nin seçilmesi için ortalık temizlendi. Açıkçası, rejim artık seçimlere katılmayı ve hatta halkın bir seçeneği olduğu iddiasını bile umursamıyordu.

Seçimlere katılım yüzde 50’ye yakın bir oranda kalırken, Reisi yüzde 70’lik resmi bir sonuç elde etti -başka bir deyişle, oy kullanabilecek seçmenlerin yaklaşık üçte birinin onayını aldı, bu, İslam Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki en düşük rekordu. İran, COVID-19 salgınını bu koşullar altında yaşadı ve Biden yönetimi 2015 nükleer anlaşmasını canlandırmak için müzakereleri yeniden başlattığında yaptırımların hafifletilmesi için bir umut ışığı doğdu. Ancak aylarca süren görüşmeler bir yere varamadı ve İran’daki son protesto dalgası patlak verdiğinde durdu.

2022 Krizi

2022’ye gelindiğinde İran, yaptırımlar hafifletilmeden ve yıpranmış bir ekonomiyle salgından çıkıyordu. Rejimin ABD ve Avrupa ile ilişkileri en kötü halindeyken, “Doğu’ya yönelme” -Çin ve Rusya’ya doğru- politikası ekonominin düşüş sarmalını tersine çevirmedi. Dış gözlemciler ve tasfiye edilmiş reformistler, kaynayan, patlayıcı bir hoşnutsuzluk konusunda uyarıda bulunuyorlardı. Ekonomi, artan enflasyon ve işsizliğin en çok yoksulları ve kadınları vurmasıyla birlikte, son yılların en kötü halindeydi.

Aşırı sınıfsal uçurumlar, yolsuzluk ve kayırmacılık her zamankinden daha bariz bir şekilde sergilenirken, işçiler, öğretmenler ve kamu emeklileri tarafından yapılan gösteriler rutin hale geldi. Üniversite öğrencileri ve mezunları da dahil olmak üzere milyonlarca genç, önlerinde her zamankinden daha kasvetli ve kadınları en karanlık beklentilerle karşı karşıya bırakan bir gelecek gördü. Ortalama olarak erkeklerden daha eğitimli olan İranlı kadınlar, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının ve yoksulluğun kadınlaşmasının ikili yüküne katlandılar.

İran’ın kültürel olarak baskı altına alınmış ve ekonomik olarak yoksun bırakılmış etnik azınlıkları arasında, özellikle de ülkenin Kürt, Beluci ve Arap çevrelerinde on yıllardır gerginlik tırmanıyordu. Son olarak, kuraklık, kötü su yönetimi ve ölümcül kirliliği bir araya getiren devasa boyutlardaki bir çevre krizi ülkeyi neredeyse boğuyordu.

Böylece sahne, köklü ve çok yönlü hoşnutsuzğun meydana getirdiği mükemmel bir siyasi fırtına için hazırlanmıştı. Basitçe söylemek gerekirse, çok sayıda toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel baskı biçimi ve katmanı birleşerek dayanılmaz bir yük oluşturmuştu ve bu, ülke çapında bir protesto patlamasına yol açtı.

Sınıf siyasetinin bulanık olduğu kabul edilen bir merceğinden baktığımızda, kabaca farklı toplumsal katmanlara tekabül eden, çatışan siyasi “bloklar” dizisini ayırt edebiliriz. Tarihçiler, İran’ın geçen yüzyıldaki siyasi çalkantılarının toplumsal tabanının kötü anlamıyla tam tanımlanamamış orta sınıf olduğu konusunda hemfikir. Bununla birlikte, monarşide olduğu gibi, İslam Cumhuriyeti’nin orta tabakayla ilişkisi ikircikli, onları ekonomik ve yaşam tarzı tavizleriyle satın almaya çalışırken siyasi temsilden mahrum bıraktı.

2009 Yeşil Hareketi, rejimin kısmen alt sınıfların katılmaması nedeniyle kontrol altına almayı başardığı, son dönemdeki en ciddi orta sınıf siyasi müdahale girişimiydi. İslam Cumhuriyeti her zaman yoksulları, işçileri ve alt sınıfları temsil ettiğini iddia etmiştir. Zaman zaman, belki de dini ideolojinin çekiciliğiyle desteklenen rejimin ekonomik popülist önlemleri, ona kır ve kent yoksullarının ve alt sınıfların en azından bir kısmından aktif veya zımni destek sağladı. Bununla birlikte, bu istikrarsız denge artık geçerli görünmüyor.

Kent yoksullarının 2017-20’deki kanlı ayaklanmaları, devam eden işçi grevleri ve gündelik yaşamla başetmenin ezici yükü, yoksulların ve işçi sınıfının muhalefete katılmaya hazır olabileceği yeni bir biçimlenişe işaret ediyor. Öte yandan, rejimin bir toplumsal tabanı harekete geçirme yeteneğine dair hiçbir kanıt görmüyoruz. Baskı organları, polis, güvenlik güçleri ve sivil milisler, işlerini yapan ücretli profesyonellerdir. Son protestolar sırasında rejim, Yeşil Hareket’e tepki olarak yaptığı gibi, destekçilerini kayda değer karşı gösterilerde ortaya çıkarmadı.

İslam’a yapılan çağrı ve kitlelerin sözde dindarlığı da resmi söylemin çekirdeğini oluşturmuyor. Ruhani Lider’in mevcut krizle ilgili savunmacı söylemi, siyasi hataları kabul etmeyi ve düzeltmeyi reddederken ve protestoları yurtdışında kurulan komplolara bağlarken tamamen laik. Gerçeğin bu kararlı inkârı, birçok gözlemciye, Şah’ın bir devrimci krizin gerçekliğini ancak çok geç olduğunda, düşüşünden birkaç ay önce kabul ettiği zamanı, monarşinin yaklaşan ölümüne verdiği tepkiyi hatırlatıyor.

İsyanı Kışkırtmak

Monarşinin devrim yolundaki beceriksizliklerinde olduğu gibi, İslam Cumhuriyeti de mevcut krizin hem ön koşullarını hem de tetikleyici mekanizmasını yaratmış görünüyor. Reisi hükümeti, özellikle kadınların kıyafet kuralları ve zorunlu başörtüsü üzerindeki baskıcı kültürel düzenlemeleri yoğunlaştırarak fitili ateşledi.

Son yıllarda, birkaç genç kadın başörtüsü kurallarına meydan okuyarak toplum içinde başörtüsü açmıştı. Hükümetin kendi araştırmaları bile, kadınların büyük bir çoğunluğunun başörtüsüne sıkı sıkıya uymadığını kabul etmiş ve müdahale etmeme politikası önermişti. Bunu göz ardı eden Reisi hükümeti, ahlak polisine katı başörtüsü kuralları dayatması emrini verdi ve alenen kadınlara karşı fiziksel şiddete başvurdu.

Bu yaklaşımın amacı korkutma yoluyla kontrol sağlamak olsa da zıt bir etki yaratarak ters tepti. Protestolar, başörtüsü yasalarını ihlal ettiği için tutuklanan yirmi iki yaşındaki Kürt kadın Mahsa (Jina) Amini’nin gözaltında öldürülmesiyle başladı. Ailesi, onun öldürüldüğünü iddia etti -bu, hükümetin reddettiği ancak bağımsız bir tıbbi soruşturma tarafından doğrulanan bir suçlama.

Kısa süre sonra, öfkeli protestolar birkaç şehre yayıldı: Bunlar, özellikle uzun süredir bastırılmış şikâyetleri olan Kürt bölgelerinde güçlüydü. Ardından, benzeri görülmemiş siyasi başkaldırı eylemleriyle, ülke çapında giderek daha fazla kadın başörtülerini çıkarmaya başladı ve bazıları onları toplum içinde yaktı. Rejim, çevik kuvvet polisini ve sivil polisi protestocuların üzerine salarak şiddetle karşılık verdi.

Aralarında gençler ve çocukların da bulunduğu kayıp sayısı arttıkça, protestoların öfkesi ve şiddeti de arttı. Pek çok slogan İslam Cumhuriyeti’nin düşüşü çağrısında bulunarak doğrudan Ruhani Lider’e saldırıyor. Geçmişteki tüm protestolardan belirgin bir farkla, sloganlar, Şii İslamcı bir devlet altında dini ayrımcılığa maruz kalan yoksul Sünni nüfusun yaşadığı güneydoğu Beluci bölgeleri dışında tamamen laikti.

Ölümcül güç kullanımı geri tepiyor gibi göründüğü için rejim, ateş gücünü Kürdistan’ın Sünni bölgelerine ve Sistan-Belucistan’a odaklayarak konuşlandırmasını ayarlamaya başladı. Tahran’da ve büyük şehirlerde protestoculara karşı gerçek mühimmat, plastik mermi ve coplar kullanılırken,  kalabalığın üzerine polis arabaları ve motosikletler sürüldü.

Yine de protestolar büyüdü ve üniversite kampüslerine ve hatta liselere yayıldı. İşçi sendikaları ile gazeteci ve avukatlardan oluşan sivil toplum kuruluşları protestolara bir miktar destek verdi, ancak henüz genel greve doğru yönelen bir hareket görünmüyor.[2] Lidersiz ve kendiliğinden protestolar, iletişim ve koordinasyonun yanı sıra performanslarını ve taleplerini etkin bir şekilde yayınlamak için dijital teknolojinin tüm avantajlarından yararlanarak devam ediyor.

Rejimin medya sansürüne ve internetin kapatılmasına rağmen, İran’dan her gün bir hareketli görüntü ve bilgi seli akıyor ve tüm dünyada muazzam bir sempati ve destek uyandırıyor. Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’daki İran diasporasının duygusal tepkisi özellikle güçlü ve ülkelerde on binlerce kişi İran’daki ayaklanmaya desteğini göstermek için dışarı çıktı.

Mevzi Savaşı

Bununla birlikte, monarşistler doğrudan ABD müdahalesi yoluyla rejim değişikliği de dahil olmak üzere taleplerini empoze etmeye çalıştıkça, diaspora siyaseti gerilimle dolu. Diaspora hegemonyasını gasp etme girişimleri, monarşistlerin ve onların ABD-İsrail-Suudi destekçilerinin yeni ayaklanmada en büyük siyasi kaybedenler arasında olmasına rağmen -veya belki de bu yüzden- geliyor.

İran’daki protestolarda ne monarşist sloganlar ne de yabancı hükümetlere müdahale çağrıları var. Ruhani Lider ve rejim yanlıları protestoların ABD, İsrail ve Suudi Arabistan tarafından düzenlenen bir dış komplo olduğu konusunda ısrar etseler de bu, İran’ın sansürlü medyasında bile ilgi görmeyen bir argüman.

Diaspora, devrimci rejim değişikliği çağrılarıyla çalkalanırken, İran’daki dağınık ama ısrarlı protestolar üçüncü ayına giriyor. Sınırlılıklarına rağmen protestolar, sistemsel değişim talebini başarılı bir şekilde ulusal gündeme taşıdı ve şimdiden önemli zaferler elde etti, en önemlisi zorunlu başörtüsüne fiilen son verilmesi oldu.

Dahası, protestocuların talepleri, ana hatları dile gelmeye başlayan, yapısal siyasi reformlar çağrısı yapmak için sansürün kırmızı çizgilerini geri iten günlük basında giderek daha fazla yankılanıyor. Eski reformist blok geri döndü ve rejimden protestocuların şikâyetlerini kabul etmesini ve şiddetli baskılarına son vermesini, siyasi tutukluları serbest bırakmasını, medya sansürünü sona erdirmesini ve siyasi partilerin yeni bir parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rekabet etmesine izin vermesini istiyor.

Ayrıca, muhtemelen seçilmemiş dini organlarının yetkilerini geri alan anayasal değişiklikler için ulusal bir referandum yapılacağına dair açık konuşmalar var. Bu radikal reformist gündem bizi kırk üç yıl geriye, Humeyni’nin din adamları kliğinin devrimin demokratik taleplerini bastırmaya başladığı 1979’daki “Özgürlük Pınarı”na götürüyor.

Bu tür talepleri karşılamak için, egemen din adamları, İslam Cumhuriyeti’nin ötesinde bir geçiş rejimini kabul ederek devlet üzerindeki tekelci kontrollerinden vazgeçmek zorunda kalacaklardır. Daha da önemlisi, bu tür yapısal reformlar, rejimin devasa askeri-endüstriyel-finansal kompleksinin -öncelikle ülkenin en kazançlı devlet ve özel sektör girişimlerinde kilit bir paydaş olan Devrim Muhafızları’nın- rızasını gerektirecektir.

Ruhani Lider ve onun katı takipçilerinin gönüllü olarak iktidardan çekilmeleri veya güçlerinin kısmen aşınmasına bile razı olmaları pek olası değildir. Yine de, rejimin din dışı aygıtı -ahbap-çavuş kapitalistlerinin, teknokratik-idari seçkinlerin ve silahlı kuvvetlerin birbirine kenetlenmiş güçlü ağı- halk huzursuzluğunun gerçekten devrimci boyutlara ulaştığı sonucuna varırsa, bunu yapmak zorunda kalabilirler.

Şimdilik, daha olası bir senaryo, muhtemelen kademeli bir rejim dönüşümü sürecini etkileyen uzun süreli siyasi mücadeleler olacaktır. Ruhani Lider, mevcut krizi İran’ın dış düşmanlarının istekleri ile “kandırılmış” muhaliflerin taleplerinin karışımı olduğunu iddia ettiği bir “melez savaş” olarak adlandırdı. Öte yandan, Antonio Gramsci’nin “mevzi savaşı”na benzer bir şekilde karşıt blokların kademeli olarak siyasi konumları işgal ederek veya terk ederek zemin kazandığı veya kaybettiği uzun süreli bir çekişme, bir “yıpratma savaşı” görebiliriz.

Bu gidişatta devrim, başlangıç noktası değil, daha derin bir toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşüm sürecinin doruk noktasıdır. Bununla birlikte, evrimsel bir yol arayışı, devrimci seçeneğin ve onun güçlü mitosunun ortadan kaldırılabileceği veya kaldırılması gerektiği anlamına gelmez. Aynı anda hem ilham veren hem de gafil avlayan devrim heyulası İran’ın üzerinde dolaşmaya devam ediyor, despotik egemenlerine musallat oluyor ve yeni bir nesli barikatlara çağırıyor: “Varsın hâkim sınıflar titresin…”

Dipnotlar:

[1] Tutku Oyunları (Passion Play): İsa’nın acı çekmesini ve ölümünü anlatan oyun (ç.n.).

[2] Yazarın genel grevle ilgili bu cümleleri yazmasının ardından İran’daki pek çok şehirde genel grev patlak verdi (ç.n.).

(Bu yazı İngilizceden Türkçeye Diyar Saraçoğlu tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan erişebilirsiniz: https://jacobin.com/2022/12/iran-protest-revolution-history-anti-imperialism-islamic-republic)