Hakkı Özdal: Taksim Saldırısı Başarısını “Başarısızlığından” Almaya Çalışan Bir Eylem

El Yazmaları’nın notu: Gazeteci yazar  Hakkı Özdal ile Taksim’deki patlamadan başlayarak Suriye’nin kuzeyine yönelik operasyonlara uzanan süreci; ekonomik kriz, hegemonya krizi ve devlet krizi sarmalındaki Türkiye’de işçi sınıfı ile halk güçlerinin durumunu konuştuk. Okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

13 Kasım’da Taksim’de patlayan bomba ve ardından yaşanan gelişmeler… Patlamanın ardından Süleyman Soylu’nun YPG’yi işaret eden bir açıklaması oldu. Ancak kısa bir süre sonra hem failin kimlik bilgileri ile radikal İslamcı örgüt bağlantıları hem de MHP Beytüşşebap ilçe başkanıyla telefon görüşmeleri yaptığı basına sızdırıldı. Belli ki gizli kalması gereken bazı bilgiler içeriden sızdırıldı. Bu çift taraflı ve birbirleriyle çelişkili enformasyon süreçleri bizlere ne anlatıyor?

Öncelikle bu saldırı ve arkasından yaşananları anlamak için genel bir çerçeve çizmek lazım. Şöyle bir durum var: Türkiye’de, eğer menşei derhal anlaşılmayan, kimin yaptığı hemen tespit edilemeyen bir saldırı, bu tür bir eylem varsa bunun arkasında ya doğrudan devlet –sözgelimi 77 1 Mayıs’ında olduğu gibi– ya da istihbarat örgütlerinin yer aldığı bir düzenek çıkıyor genellikle.

Taksim saldırısının en önemli yanlarından biri, netliğe, kesinliğe kavuşturulmaması ve olduğu andan itibaren bir tür faili meçhullüğe terk edilmiş olması. Süleyman Soylu’nun ikinci gün yaptığı ve devletin önemli bir kesimi tarafından aynı şiddetle sahiplenilmeyen açıklaması, konuyu PYD-YPG’ye yıkma gayreti, bu saldırıyı ‘faili meçhul’ olmaktan çıkartmadı. Birinci yanı bu. 13 Kasım Taksim saldırısı gerçekleştiği andan itibaren faili meçhul alanına iteklenmek istenen bir saldırı oldu.

Dikkat çekici ikinci yanı bence şu: Taksim saldırısı sanki başarısını ya da hedeflere ulaşma performansını görüntüdeki ‘başarısızlığından’ alan bir saldırı. Yani amatörce bir görüntü amaçlanmış, bu amaç ustaca oluşturulmuş gibi görünüyor. Aslında İstiklal Caddesi gibi, devletin çok güçlü bir şekilde sürekli bulunduğu hem sivil polisler hem de istihbaratçılar tarafından sürekli denetlenen bir yerde böyle bir saldırının bu kadar kolaylıkla yapılması, bu eylemi planlayan ve gerçekleştirilmesini yönetenlerin niteliği hakkında bir fikir veriyor. Bu eylemi yapabilecek bir potansiyel ve kapasiteye sahipler. Fakat kullandıkları kişiler, eylemden sonra bu kişilerin davranışları, bombayı koyduğu söylenen kadının hem eylemi gerçekleştirme anı hem de eylemden sonraki davranışlarında büyük bir derme çatmalık var. Bu da bir şey söylüyor bence. Eylem başarısını, bu amatörlüğünden, neredeyse inşa edilmiş bir sözde başarısızlıktan almaya çalışan bir eylem. Bu derme çatmalık, eylemin ve eylemcilerin bu müphem hali, çok daha profesyonel bir fali gizlemek için mi yapılandırılmıştır?

Üstelik saldırıya katılanların ve profili şöyle bir kara propaganda için de fırsat üretiyor: “Türkiye’de kaçak bulunan Suriyeliler şu ya da bu amaçla kentin kalbinde bomba patlatma noktasına gelmiş”… Ülkedeki mevcut göçmen sorunu ve bunun etrafındaki kriz hatta bunun etrafındaki tekinsiz milliyetçi basınç düşünüldüğünde, saldırının böyle bir gayreti de yedekte tuttuğunu söyleyebiliriz.

Yani toparlayarak söylersek; Taksim saldırısı çok katmanlı, birden fazla hedefi içeren, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların birden çok yönüne dair oyun oynayan bir saldırıdır.

Peki, saldırıdan sonra devletin tutumu? İlk tutum bence şaşkınlıktı. Süleyman Soylu da dâhil buna. Tabii şaşkınlık numarası mı yaptı, gerçekten şaşkın mıydı bilemiyoruz. Ama ilk gece cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay açıklama yaparken, yanındaki adalet ve içişleri bakanlarına “Sizin de söyleyecekleriniz vardır belki” dediği anda onların “Yok, bizim söyleyecek bir şeyimiz yok” diyerek çekilmeleri, devlette ilk ana ilişkin bir kararsızlık halini gösterdi gibi geliyor bana.

Saldırının olduğu gün Erdoğan’ın Endonezya’daki G-20 zirvesine, üstelik orada Biden ile görüşmenin yollarını arayan bir ajanda ile gidiyor olması; yine aynı gün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun İdlib’te mevcut hükümetin bir çözüm çerçevesi gibi sunduğu briket evlerin açılış töreninde bulunması da bir şey söylüyor bence bize. Zaten Suriye’nin bir kentinde Türkiye’nin içişleri bakanının ev-okul açması, neredeyse İdlib’i Türkiye’nin bir iç meselesi gibi görmeye dair bir mesajken gerçekleşiyor bu saldırı.

Bu haliyle birden fazla şey söylüyor bu saldırı. Türkiye’nin Suriye politikasına dair şeyler söylüyor. Türkiye’nin göçmen sorunu ve bunun hem hükümeti hem de siyasetin farklı kanallarını zorlayan yanına dair bir oyuna dahil oluyor. Hem de Kürt sorunu üzerinden yeni bir çatışma zemini üretmek gibi bir sonuç da üretiyor. Gerçek faillerin, Türk devletinin böyle bir tepki göstereceğini varsaymamış olmaları mümkün değil, zira.

İkinci gün itibariyle Süleyman Soylu, net bir bilgiye sahipmiş gibi konuyu Suriyeli Kürtlerin siyasi ve askeri örgütüne ihale etmeye başladı. Bunun, mecliste HDP ile anayasa görüşmelerinin yapıldığı, Demirtaş’ın hasta babasını ziyaret etmesi için çok alışıldık olmayan bir yöntemle Diyarbakır’a götürüldüğü, hatta belki çok gecikmiş olarak Aysel Tuğluk’un serbest bırakıldığı bir ana denk geldiğini hatırlatmakta yarar var. Şöyle bir şey söylemiyorum, devlet hükümet ya da onların içinden bir kesim, Kürt sorununda yeni bir yönelim içindeydi de bu saldırı ya da bu saldırıdan sonra İçişleri Bakanı’nın tutumu bunu engelliyor… Bunu demiyorum. Ama farklı ihtimallerin konuşulabilir gibi göründüğü bir atmosferde hatta iktidar yanlısı, AKP’li Mehmet Metiner ve bazı başka Kürtlerin Ankara’da bir “Kürtler ne istiyor?” konferansı yaptığı koşullarda Süleyman Soylu çıkıp saldırı için derhal Kürtleri suçluyor. Bu noktada, Süleyman Soylu faili kendince açıkladıktan sonra, hem Emniyet kaynaklarından hem de bence MİT kaynaklarından çeşitli bilgi servislerinin olması da dikkat çekicidir. Hem zanlıların ifadeleri servis edildi hem de ilk andan itibaren tuhaf şekilde bazı olay yeri görüntüleri servis edildi. Bu, Türk devleti içindeki çatışmalı, huzursuz durumun yansımalarından biriydi bence. Bunun, öncesi bir yana, Sedat Peker’in ortaya çıkışından itibaren yüzeye çıkmış, daha fazla tartışılır hale gelen bir çatışmayla ilgisi olduğu çok açık. Devletin yekpare olmadığı, en azından güvenlik bürokrasisinin yekpare olmadığına dair çok sayıda işaret üretmiş oldu bu saldırı.

Patlama sonrası devletin yekpare davranmadığı bir durumun ortaya çıktığını söylediniz. Süleyman Soylu’nun ABD’yi suçlayan açıklaması ve “Taziyelerini kabul etmiyoruz” çıkışının ardından Erdoğan tersi bir tutum takındı. Sosyal medya hesabındaki teşekkür postundaki listede ABD’ye Kıbrıs ve Azerbaycan’ın hemen ardından yer verdi. Hatta sizin de belirttiğiniz gibi Endonezya’da Biden ile görüşme kovalıyordu. Soylu’nun ABD çıkışı bir bakıma boşa düştü. Sizce bu ikili durum ittifaka dair ne söylüyor? Geleceğe dair bir öngörünüz var mı? Bundan sonra ne yaşanabilir?

AKP’nin ve iktidarda bulunan ittifakın bir iç krizi olmaktan öte, devletin, sermayenin ve hatta Türkiye egemen sınıflarının bir toplam krizine işaret ediyor bu dönem. Bu kriz bence üç yanlı bir kriz. Birincisi zaten toplumun önemli bir bölümünün maddi sonuçlarını yaşadığı ekonomik kriz. Türkiye, burjuva iktisadının kavramlarıyla bakıldığında teknik olarak bir krizde değil. Ama özellikle ücretli emeğin ve geniş halk kesimlerinin hem gelirlerinin erimesi hem de artan hayat pahalılığı karşısında yaşadıkları ciddi bir kriz var. Birinci kriz bu. Buna bir çözüm üretemiyorlar, ne devlet ve siyasal iktidar ne de sermaye bir çözüm üretebiliyor. İkincisi bir siyasal kriz. Devleti kimin yöneteceğine dair iki burjuva kamp var. Bir tanesi Cumhur İttifakı, diğeri Millet İttifakı. Bunlar birbirlerine nihai üstünlük sağlayabilmiş değil. Türkiye bu ikisi arasında salınıyor. Ve yer yer gergin bir şekilde salınıyor. Özellikle iktisadi alanda acil çözümlere ihtiyaç duyan büyük sermaye başta olmak üzere sanayi burjuvazisi ve finans kapital arzu ettiği acil çözümleri bunların her ikisinden duyamıyor. İkinci kriz noktası bu. Türkiye burjuvazisinin ülkeyi emanet edeceği siyasi kadrolar netleşmiş değil. Ve üçüncü olarak bir ideolojik krizle karşı karşıya Türkiye egemen sınıfları. 2002’de ve hemen öncesinde muhafazakâr demokratlık, liberal muhafazakarlık gibi çeşitli isimlerle Türkiye’ye servis edilen İslamcılık, geride bıraktığımız yirmi yılın sonunda artık Türkiye’ye hiçbir şey söyleyemez hale geldi. Bunun karşısında da görece daha seküler ama yirmi yıllık İslamcılığın bütün yara izlerini taşıyan bir başka milliyetçilik yükseliyor gibi görünse de toplumun genelini kuşatan bir hegemonya kurabilmiş değil. Herkesin kendi meşrebine göre bir yerinden çekiştirdiği bir Mustafa Kemal Atatürk imgesi dışında Türkiye toplumunda ortak, geniş kitlelerin rıza göstereceği bir ideolojik form ya da yönelim yok. Bu üçlü kriz, iktisadi, siyasal ve ideolojik kriz sadece AKP-MHP’nin krizi değil. Egemen sınıfların ve Türkiye kapitalizminin krizi. Bunu çözmek için gerekli araçları üretemiyorlar. Bu şiddet dalgası, Taksim patlaması ve arkasından gelen askeri harekatlar, militaristleşen söylem “Bu krizi aşmaya yönelik bir fırsat çıkar mı buradan?” yaklaşımından kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Önümüzdeki on yıl boyunca Türkiye’yi kim ve nasıl yönetecek? Türkiye’yi yönetecek güçlerin önümüzdeki on hatta yirmi yıl için stratejisi nedir? Bu konuda sadece halkı değil, Türkiye kapitalizminin sahiplerini de başat aktörlerini de tatmin eden, ikna eden bir proje yok.

Saldırıyı takip eden bir hafta içerisinde Suriye Kürdistanı’na önce bir hava operasyonu gerçekleştirildi. Şimdi de bir kara operasyonu gündemde. Kimi yorumcular Taksim bombasıyla bunun doğrudan bağlantısı kuruyor. Bomba ile operasyon hedefleniyordu ve böylece operasyon düğmesine basıldı deniyor. Bir diğer yoruma göre de aradan geçen bir haftada çok şey yaşandı, kriz derinleşti. Bunun sonucunda da içerideki krizi hafifletmek amacıyla bu operasyona karar verildi deniyor. Sizin bu konudaki yorumunuz nedir?

Türkiye’nin uzun zamandır Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgelerine, Rojava’ya bir askeri müdahalede bulunma gayreti olduğu biliniyor. Bunun önünde bazı uluslararası engeller vardı. Bunu aşmak için bir fırsat olarak kullandılar elbette Taksim saldırısını. Fakat ortada bence şöyle bir durum var. İçinde AKP’nin, MHP’nin, bazı ulusalcı güçlerin, silahlı kuvvetlerin, güvenlik bürokrasisinin yer aldığı bugünkü iktidar bloku, zaten esasen Suriye’ye dönük askeri operasyonlar ve harekatlar etrafında şekillenen bir blok. 15 Temmuz itibariyle daha görünür hale gelmiş bir iktidar bloku bu. 15 Temmuz’un üzerinden bir ay bile geçmemişken Suriye’nin kuzeyine askeri operasyonların başlaması tesadüf değil. Başta Suriye Kürtleri olmak üzere Kürt halkının bölgedeki kazanımlarının askeri yolla bastırılması eksenli bir siyasal ittifak bu. Taksim saldırısının da böyle bir fırsata dönüştürülmesi bu açıdan anlaşılır bir durum. Fakat hem Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde içinde bulunduğu durum hem de bölge Kürtlerinin yaklaşık on yıldır elde ettikleri kazanımlar bence Türkiye’nin işinin bu konuda çok da kolay olmadığını söylüyor bize. Türkiye gaz almak için mi operasyon yapıyor yoksa bir süredir yapmayı umut ettiği, hayal ettiği kara operasyonu için Taksim saldırısını bir kaldıraç olarak mı kullanıyor? Hangisini yapıyor olursa olsun hızlıca sonuç alabileceği, umduğu sonuçlara varabileceği bir momentte değiliz. Biraz bana 2008’de ordunun Ergenekon operasyonlarıyla çok sıkıştığı bir anda Irak’ın kuzeyine çok güçlü bir operasyon yapıp, çok uzun süre orada kalacağını vadedip sonra ABD’nin müdahalesiyle apar topar geri döndüğü operasyonu hatırlatıyor koşullar. Aslında Türk ordusunun o dönemki komuta kademesinin, siyasetle doğrudan ilişkilenen generallerin, nihayetinde devletteki hisselerini kaybettikleri bir kumara dönüşmüştü o operasyon. Bugün de böyle sonuçlar üretme riski ve ihtimali var; operasyonu tertipleyenler ve ona siyaseten destek verenler açısından. Şimdiden bütün sonuçları kestirmek olanaklı değil belki, ama bir müstakbel kara operasyonu hem yol açacağı kayıplar hem de uluslararası alanda Türkiye’yi sokacağı durum açısından bir kumara dönüşebilir, böyle bir risk var.

7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında oluşan durumdan farklı bir durumla karşı karşıya kaldığımız anlaşılıyor. İktidar bloğunun karşı karşıya kaldığı krizlerden bahsettiniz. Bir de bir süredir yazılarınızda Erdoğan’ın yaşadığı hegemonya krizinden bahsediyorsunuz. Bu krizleri bir bütün olarak düşündüğümüzde 13 Kasım sonrası oluşan durumu da dikkate aldığımızda işçi sınıfı öncülüğündeki halkçı güçler ve onların siyasal organizasyonları için fırsatların oluşabileceği bir ortam oluşuyor diyebilir miyiz?

Hem iktidardaki siyasal bloğun hem de aslında onun alternatifi gibi görünen alternatif burjuva bloğun bir hegemonya sorunu olduğu açık. Fakat maalesef Türkiye burjuvazisinin ve egemen sınıflarının krizine, halkın geniş kesimlerinin ve işçi sınıfının çok örgütsüz ve pek çok kazanımını koruyamamış olduğu koşullarda tanık oluyoruz. Zaten AKP’nin temel işlevi buydu. AKP 2002’den itibaren bugünlerde çok övülen, görece demokrat bulunan 2002-2007 arasındaki dönem de dâhil, Türkiye işçi sınıfının ve halk sınıflarının tüm kazanımlarının tasfiye edildiği bir programı yürüttü. Zaten hegemonyası biraz buradan kaynaklanıyordu. Sermayenin bütün kesimleri bu programı destekledi. İdeolojik olarak liberallerden İslamcılara uzanan geniş bir tayfta destek devşirdiler. Kamu varlıklarını özelleştirmelerle yerli ve yabancı sermayeye aktardılar. Sendikaları fiilen tasfiye ettiler ve ücretleri baskılayıp geriye düşürdüler. Ve işçi sınıfını hem örgütsüz, sendikasız hem de politik olarak kendi örgüt ve araçlarından giderek yoksun bırakan bir saldırı yürüttüler. İçinde bulunduğumuz kriz koşulları açısından burjuvazinin belki de en büyük şansı budur.

Fakat şöyle bir durum var: İşçi sınıfı sıçramalarla hareket eden, çok hızlı öğrenen, çok hızlı harekete geçebilen, büyük gericilik ve durgunluk dönemlerinden çok hızlıca devrimci ve mücadeleci dönemlere atlayabilen bir özelliğe sahip. Zaten işçi sınıfını devrimci yapan yanlardan biri de bu. İşçi sınıfı devrimci bir sınıf olduğu için kendi politik hareketlenmesi de devrimci sıçramalarla gerçekleşebilir. Bu yüzden bence hem sermaye sınıfı hem de siyasal gericilik işçi sınıfının dostlarının sınıfa karşı duyduğu güvenden daha büyük korku ve endişe duyuyor işçi sınıfının olası itirazlarından.

Hegemonya krizi Türkiye yönetici sınıflarının kolay aşabileceği bir kriz değil. Hem iktisadi yanları nedeniyle hem de siyasi çaresizlikleri nedeniyle hatta ideolojik zayıflıkları nedeniyle kolay aşabilecekleri bir kriz değil. Bu konuda ellerini en çok rahatlatan şey işçi sınıfı ve halkın geniş kesimlerinin örgütsüzlüğü ve politik dağınıklığı. Ama bu, işçi sınıfının, halkın ve onlarla birlikte davranacak sosyalistlerin mevcut rejim ya da onun alternatifleri için en ürkütücü güç olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bunlar onun farkındalar. Hem siyasal yönelimleri hem de ekonomik yönelimleri bunu kanıtlıyor. Asgari ücret tartışmalarından EYT tartışmalarına dek pek çok şey sadece sandığı ve seçim sonuçlarını etkilemek için yapılmıyor. Çalışanların, emekçilerin kaybolan rızasını şu ya da bu şekilde kısmen de olsa yeniden üretme gayreti bu. Buna sadece Erdoğan’ın değil Türkiye kapitalizminin ihtiyacı var. Türkiye’de 12 Eylül 1980’den sonra bir neoliberal inşa var. Bu inşanın dikiş tutmaz hale geldiği, çalışanların, emekçilerin geniş kesimleri açısından meşruluğunu kaybettiği koşullarda AKP iktidarı elbirliğiyle ihdas edilmişti.

Şimdi benzer bir durumdayız. Geniş emekçi kesimler, adını böyle koymasalar da, Türkiye kapitalizminden hoşnutsuzlar, huzursuzlar. Tekrar etme gereği duyuyorum. İşçi sınıfı, emekçiler, mücadele sahnesine sıçramalarla çıkabiliyorlar. Bunun örnekleri sınıf mücadeleleri tarihinde mevcut.

 

Fotoğraf: Gözde Kumru Uçak