*Quo Vadis Şili? Quo Vadis Sol? Şili Deneyimi ve Tarihe Not Düşülecek Dersler

Malumunuz, Şili’de 4 Eylül’de gerçekleşen referandumda yeni anayasa taslağı yüzde altmış ikilik bir oy çoğunluğu ile reddedildi. Bu hem beklenen hem de beklenmeyen bir sonuçtu. Nedenini ve nasılını sorgulamak, aritmetiğin ötesine geçerek, referandum gününün evvelini ve bütün süreci niteliksel bir irdeleme ile mümkün olacaktır. Ki, bu tartışma, Şili’nin sınırlarını aşan bir “yeniden oluş dönemini” yorumlamak açısından önemlidir.

Şili’de, sosyalist devlet başkanı Allende’yi, CIA destekli General Pinochet öncülüğündeki darbeyle devirerek kurulan ve on yıllara yayılan askeri diktatörlük, uyguladığı siyasal ve toplumsal şok doktriniyle neoliberal düzeni hayata geçirmişti. Ancak, 2019’da başlayan ve 2020’de de devam eden sistem karşıtı halk eylemleri, egemen güçleri sarsarak başka bir düzen talebiyle yeni bir dönemin kapılarını açtı.

Halk eylemleri, içeriği ve niteliği ile doğru orantılı olarak, Pinochet’un darbe anayasası karşısında “Yeni bir anayasa!”, “Yeni bir toplum!”, “Yeni bir düzen!” talebini toplumsallaştırdı ve Pinochet anayasası karşısında halkın gücünü oluşturarak kuvveden fiile geçen bir müdahaleyi yarattı.

Başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere, dünya halklarına heyecan ve feyz veren, ayaklanmalar çağının deniz feneri olarak parıldıyordu uzun zamandır Şili. Pandemi dolayısıyla gecikmeli olarak 25 Ekim 2020’de yapılan halk oylamasında, yeni bir anayasa ve bu yeni anayasanın yazım organı üzerine yapılan halk oylamasında yüzde yetmiş sekiz “Evet” oyuyla, yeni anayasa yazım sürecini ve Kurucu Meclisi onaylayan Şili halkları, demokratik ve halkçı bir düzenin inşası açısından önemli bir hamle yaptı. Ezici bir halk çoğunluğu tarafından onaylanan referandumla oluşan yeni durum, hem sürecin kendisi hem de sonucu itibariyle tarihe not düşülmesi gereken dersleri, dönemin kritik ve güncel ödevi olarak önümüze koydu.

İlkin, Anayasa yazım süreci bir yıla yayılan bir süreç olarak işledi. Bizzat bu zamanın manası ve niteliği de çıkarılacak derslerden birisiydi.

Halk oylamasında çıkan sonucun ardından, 15 Mayıs 2021’de, içerisinde hemen her kimlikten ve toplumsal hareketlerden öznenin yer aldığı bir Kurucu Meclis için yola çıkıldı. Sürecin sonunda, yerel halkların, kadınların, gençlerin, LGBTİ+ların, ekolojistlerin, örgütlü ve bağımsız güçlerin de geniş bir yelpaze ile meclisin ana dinamiklerini oluşturduğu ve kadın erkek eşitliğinin sağlandığı 155 kişilik bir Kurucu Meclis seçildi. Kurucu Meclisin niteliğine baktığımız zaman, toplumun her kesimini temsil etme işlevinden kaynaklı önemli bir deneyim süreci yaratılmıştı. Şili’yi de aşan bir yerden bu deneyimin, başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere, dünyanın farklı ülkelerinde ve halihazırda yeni anayasa gündeminin kurucu bir tartışma konusu olduğu ülkemizde de değerlendirilmesi gerekiyor. Bizzat halka sorularak oluşturulan meclisin yapısı bu açıdan da elzem.

Öte yandan, “örgütlü” güçlerin mecliste yer alma biçimindeki “eksiklik”, meclisi belirleyen ana unsurlardan bir tanesi olmuştur. Ve bu da yeni dönemde sıkça karşılaşacağımız bir tartışmayı beraberinde getirmiştir. Örgütlü güçlerin “eksikliği” nden kastım; bağımsız bir çoğunluk karşısında örgütlü güçlerin “dağınıklığı” ve “azınlıkta kalan parçalılığı”. O yüzden, buradaki eksiklik vurgusu, bağımsız öznelerin çoğunluk oluşturmasına yönelik bir eleştiriden ziyade, doğası gereği heterojen olan bir toplamla var olan örgütlü güçleri bütünleştirememe eleştirisidir. 

Ayrıca, Kurucu Meclisin yapısı kadar işlevi ve işleyişi de önemli tartışma hususlarından birisini oluşturuyor. Zira, isyan ve halk oylamasıyla açılan yeni zemin, halkın özneleşmesi mahiyetindeki önemli bir oluş sürecini kapsıyor. Bu oluş sürecinde, Kurucu Meclisin yapıp ettikleri kadar, yapmadıkları ya da yapamadıklarının da karşılığının olacağını ve-nitekim yaşamın içinde teyit edildiği üzere-olduğunu da bilmek gerekir.

Zira, o arada sol sokakta da sandıkta da ivme kazanmaya ve yürüyüşünü derinleştirmeye devam ediyordu. Aralık 2021’de Gabriel Boric’in karşısındaki sağ koalisyonun faşist adayına karşı yüzde elli altılık oy oranıyla başkanlık seçimini kazanması, Şili şahsında, bütün kıtada ‘yeni bir pembe dalga’ tartışmalarını da beraberinde getirmişti. Bu yeni ‘pembe dalga’, öncekinin sınırlarını aşma ve belli deneyimlerin içinden geçerek yeni bir dönemi açma kapasitesini bir olasılık olarak içinde taşıyordu.

Bu açıdan 4 Eylül referandumundaki sonuç, eseceği düşünülen yeni dalga ile pek de örtüşmüyordu.

Sonuç itibariyle; referandum tartışmaları daha çok su kaldıracak olsa da, yeni anayasa kabul edilmedi ve öyle ya da böyle Pinochet’nin darbe anayasası sürüyor. Anımsayalım, her ne kadar bu denli büyük bir “hayır” çoğunluğu beklenmese de aylardır yazılıp çiziliyordu, son haftalarda ise kamuoyu yoklamalarında “hayır” oyu ön almış görünüyordu…

Kurucu meclis, 388 maddelik, belki de dünyanın en uzun anayasa taslağını oluşturmuştu. Peki bu anayasa taslağında ne vardı da halk bir kalemde red edivermişti derseniz; çok kabaca; herkes için güvenceli yaşam hakkı, herkes için sağlık, eğitim, temiz su, temiz gıda, emeklilik, ulaşım hakları; yerli haklara özerlik, toplumsal cinsiyet eşitliği, LGBTİ+lara, çocuklara, hayvanlara, doğaya hak, hukuk…

Evet, halk oyuna sunulan taslak, yeni bir cumhuriyetin kurucu ögelerini içeren, dünyanın önde gelen sol, sosyalist, demokratik, ilerici isimlerinin, kurumlarının, aydınların, sanatçılarının da ardı ardına imza kampanyalarıyla desteğini sunduğu bir anayasa taslağı idi…

Peki, madem öyleydi de “bu halk insanca ve onurlu bir yeni cumhuriyet rejimi altında yaşamayı kendisine hak görmedi mi” dersiniz? Ya da, madem sandıktan darbe anayasası çıkıp geldi, “Ya herro Ya merro” deyip, Türkiye siyasetinden de pek alışık olduğumuz bir söylem tarzıyla; burnumuzu havaya kaldırıp halkı küçümseyerek, “madem öyle bu halk başına gelen her bir şeyi hak ediyor, halk kendisine yapılan zulmü sonuna dek hak etmiş, bundan sonra olacaklara da revadır” steril hayıflanmacılığı ile işin içinden çıkabilir miyiz? İroni yapmıyorum, ne yazık ki steril konfor alanlarından konuşarak, kapısı buraya çıkan tespitler yapmanın alıcısı çok!

Teorinin Grisi Yaşamın Yeşili ile Buluşturulamadı 

Birkaç hususu öne çıkararak ilerleyeceğim.

Birincisi solun bıraktığı boşluklardan yürüyen sağın yapıp ettikleri…Sağ güçler, kendi siyasal ve toplumsal konsolidasyonunu, yeni anayasanın “bölücü” bir anayasa olduğu propagandasından tutun da Kurucu Meclis üyelerinin skandallarına kadar uzanan faşist bir propagandayla adım adım ve örgütlü bir şekilde yürüttü. Yerli halkların temsilcilerinin Kurucu Meclisteki varlığından, yeni anayasa ile yerli haklara verilecek eşit yurttaşlık ve özerklik statüsüne yüklendiler. Yetmedi, Kurucu meclis üyelerine yönelik itibarsızlaştırma politikalarıyla halk ve Kurucu Meclis arasındaki güven bağını yıpratan söylemlerle el yükselterek, sessiz ve derinden bir psikolojik savaş stratejisi uyguladılar.

Sağ güçler, Kurucu Meclisin bıraktığı tüm boşluklardan sızıp kendilerine manevra alanı açarak ve ellerindeki tüm devlet imkanlarını ve medya aygıtlarını seferber ederek güçlü bir kara propaganda yürüttüler. Nelerin nasıl kullanılabileceğini kendi ülkemizde olup bitenlerden iyi biliyoruz değil mi?

Üstelik, Kurucu Meclisteki sol güçler de bu propagandaya alan açan boşluklar bıraktılar. Sağın istikrarla yürüttüğü politikalar sonucunda, yerli halklara verilen özerklik açılımının (bizzat yerli halklar dahil) bütün Şili halkında bölünme-dağılma korkusu yaratması, demokratik güçler tarafından yeterince ciddiye alınmadı ve halkın kaygılarını, kafa karışıklıklarını giderme yönünde karşı bir hamle yapılamadı.

Öte yandan, Macaristan’da yakın zamanda muhalefetin ittifak oluşturarak yürüttüğü son seçim kampanyasında yenilginin en önemli hususu, siyasal program yoksunluğu idi anımsarsanız. Seçim kampanyası tümüyle Orban rejiminin yolsuzluk, hırsızlık ve suç düzeni üzerinden ilerletilmişti. Ve, sonuçta, Orban’ı eleştirmekten öteye geçerek, muhalefetin yapacaklarıyla ilgili güvence oluşturacak bir programın ve somut bir dayanağın sunulmayışı yenilgiyi getirmişti.

Şili’de ise tersinden kurucu meclis ve meclisin siyasal programı uzun uzadıya detaylandırılmış haliyle mevcuttu işte…

Gelin görün ki, hayat kitabi akmıyordu. Teorinin grisi yaşamın yeşiliyle örtüşemeyebiliyordu. Sanki Macaristan’da yaşananım tam tersi gerçekleşiyor, bu sefer de teorik olarak ‘iyi ve güzel olan’ pratikte doğrudan sonuç yaratamıyordu. Söylem pratikle buluşturulmadığında yaşamın içinde kök salamıyor, toplumsallaşamıyordu.

O yüzdendir ki, programın kendisi kadar örgütlenmesi de hayati idi.

Kurucu meclisin, anayasa maddeleri üzerine yürüttüğü tartışmalarının içeriği, politik maksadı ve niteliği, teorik olarak muazzam bir mana taşısa ve yeni bir cumhuriyet ufkunun sınırlarını (bütün dünya halkları için) genişletse de, tartışmaların yapılma biçimi ve ulaştığı kitle, sürecin toplumsallaşması açısından özellikle öne çıkarılmalıydı.

Bu bakımdan, Kurucu Mecliste yürütülen tartışmaların aktarılmasının salt YouTube yayınından ibaret olmasının (ki verilen rakamlara göre Youtube izlenme sayısı en fazla 1000 bandında seyrediyormuş), tartışmaların yaşam havzalarına taşınamaması ve halkla birlikte ve halkın katılımıyla ortaklaştırılarak yapılmamış olması dolayısıyla, halkın özneleşmesi sürecini frenleyen önemli bir örgütlenme boşluğu yarattığı anlaşılıyor.

Türkiye’den de bir anekdot ve örnekle ilerleyecek olursak; 31 Mayıs-23 Haziran 2019 İstanbul yerel seçimleri ardından, “şeffaflık” ve “katılımcılık” ilkesinden hareketle belediye meclis toplantıları “halka açık” şekilde belediyenin YouTube kanalları aracılığıyla yapılmaya başlandı. Bunu CHP-İYİ Parti koalisyonunun aldığı tüm belediyeler için söylemek mümkün, ama ben özellikle tayin edici olması açısından İstanbul deneyi üzerinden ilerleyeceğim.

“Her şey çok güzel olacak”tı, evet ama o “her şey”in içinde halk neredeydi? “Şeffaflık” ya da “katılımcılık” yalnızca kimi kamuoyuna açık tartışmaların canlı yayımlanması ile mümkün olabilir miydi? Evet, yerel yönetimlerin dijital platformlar aracılığıyla bütçeyi, ulaşımı, ilçe gündemlerini kamuoyuna açık yapması önemli idi, ancak halkın söz, yetki ve karar organlarına katılımı sağlanmadığı müddetçe hepsi göstermelik olarak kalmaya mahkûm değil midir?

Rüyaları ve Hayalleri Eylemler Gerçekleştirir

İşte, Şili’de boşlukta bırakılan esas mesele örgütlenme idi.

Sürecin uzun bir zaman dilimine yayılması, ne yazık ki mevcut enerjiyi sönümlendirmeye neden olmuştu. Oysa, Mecliste süreç akarken, aynı anda yeni enerjileri açığa çıkaracak bir örgütlenme pratiği yaratılarak bu sürenin devrimci kullanımı da mümkündü.

Anayasa taslağı, doğrudan muhataplarıyla tartışılmalıydı. Aslında sadece tartışma zemininin de ötesine geçilerek ve halka güven veren bir politik bir merkeze dayanarak, tartışmanın/dolayısıyla da yeni demokratik anayasanın halkçı bir pratiğin içinde yaşam bulan bir taban hareketi olarak örgütlenmesi gerekiyordu. Örneğin, sürecin başlangıcında özel inisiyatif alan kadınlar ve gençlerin, sürecin pratikleşmesinde de sürekli hareket olması sağlanmalıydı.

Kurucu Meclis ve yeni anayasanın sigortası olacak olan sol, sosyalist, ilerici güçlerin, halkın içinde, halkla birlikte sokakta mücadele ederek halklaşmış bir örgütlü kuvvet haline gelebilmesiydi aslolan.

Velhasıl, 388 maddelik yeni anayasanın kelimeler olmaktan çıkartılarak, toplumun yaşamına taşınması, kurucu fikirlerin kurucu bir örgütlü kuvvet haline getirilmesi elzem olan ana şeydi. Öyle ya, rüyalar ve hayaller pratikle gerçekleştirilir!

Bu yazı, Şili’deki iç dinamiklerin, çelişkilerin içinde nefes alıp vermeden dışarlak bir ‘tespitçilik manzumesi’ gibi anlaşılabilir elbette. Ancak, esasen, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu tayin edici kavşakta Şili’deki deneyimden dersler çıkarmak niyetiyle kaleme alındı. Zira, ülkemizde çoklu olasılıkların savaşım halinde olduğu bir dönemeçte, halkın ittifakına ve siyasal programına girişen “Emek ve Özgürlük” güçleri açısından Şili yaşamsal bir ödev olarak karşımızda duruyor.