Egemenlerin Dünyası: Fırsatlar, Hamleler, Savaşlar

El Yazmaları’nın Notu: “Gelişimin Çelişik Doğası: Dünya Nereye” başlıklı dosyamızın yedinci yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz. Sitemizin yazarlarından Caner Malatya bu yazısında dünya genelindeki hegemonya mücadelesinin küresel ve bölgesel düzeydeki yansımalarına odaklanıyor.

22 yıl önce yeni milenyum başlarken sermaye, önümüzdeki bin yılın kapitalizmin sancağı altında insanlığın altın çağını yaşayacağını müjdeleyerek tarihin sonunu ilan etmişti. İnsanlığın bütün yaratıcı gücünü kullanarak barış, “özgürlük” ve “demokrasiyi” hâkim kılacağı vaat edilen bu milenyum, henüz ilk yüzyılının çeyreğini bile doldurmamışken savaşın, esaretin ve faşizmi inşa çabasındaki otoriter iktidarların egemen olduğu bir döneme tanık oldu. Üstelik bu “muhteşem” milenyumun vaatkârı olan kapitalizmin, insanlığın yazılı tarihinde hiçbir üretim biçiminin başaramadığı yaygınlığa ve egemenliğe sahip olduğu bir zamanda.

Kapitalizmin yaygınlığının ve egemenliğinin zirve noktasında olduğu zamanımızda yaşadığımız bu “gerçekliğin” nedeni ise birtakım “öznelerin” irrasyonel davranışlarının tesadüfen bir araya gelmesinden çok, yapının yani kapitalizmin nesnel gerçekliğinin kendini engelsiz bir şekilde ortaya koyması. SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun dağılması, Çin’de kapitalizme alan açılması, Asya ve Afrika’daki ulusal kurtuluş cephelerinin sömürgecileriyle tekrardan bağımlılık ilişkileri kurmalarıyla birlikte önünde engel kalmayan kapitalizm, sömürüsünü ve talanını sınır tanımayan bir biçimde hızlandırdı. Kapitalizmin doğumundan itibaren özünü oluşturan sömürü, talan ve sınırsız kâr elde etme dürtüsünün önündeki engellerin kalkması ise kapitalizmin yapısına içkin olan krizleri bitirmek bir yana krizlerin daha da şiddetlenerek öldürücü hale gelmesine yol açtı. 2008’de finans alanında su yüzüne çıkan kriz, kapitalizmin kâr oranlarının düşme eğilimi yasasıyla da birlikte üretimden dolaşıma sermayenin olduğu bütün alanlara sirayet etti. 2008 krizinden sonra her 2-3 yılda bir ortaya çıkan umut ışığının aslında saman alevi olduğunun ortaya çıkması yetmezmiş gibi kapitalizmin doğayı sınırsız talanının bir sonucu olan Covid-19 pandemisinin patlaması, kapitalizmin krizinin ölümcül niteliğini hiçbir “aklın” reddedemeyeceği bir şekilde gözler önüne serdi.

Pandemiden henüz tamamen çıkılamamışken Ukrayna’da başlayan savaş, krizin yeni ve can alıcı bir boyuta evrilmesine neden oldu. Savaşla birlikte enerji (petrol ve doğalgaz), gıda ve hammadde fiyatlarındaki hızlı yükselişin yol açtığı enflasyon, bir süredir kronikleşen işsizliğin enflasyonla birleşerek stagflasyona yol açması, ekonomik yaptırımlarla dünya ekonomisinde parçalanmalarının önünün açılması; kapitalizmin krizinin boyutunun öncekilere nazaran daha derin ve iç içe geçmiş piyasaların birbirini doğrudan etkilemesi nedeniyle de bütün dünyayı etkileyecek şekilde geniş olacağına işaret ediyor.

Günümüzde yaşadığımız siyasi, askeri, kültürel vb. gelişmelerin ana belirleyici öğesi işte kapitalizmin bu kriz hâlidir. Özellikle yaşanan siyasi ve askeri gelişmeler, kapitalizmin krizi tarafından tamamen olmasa da önemli derecede ve etkili bir şekilde belirlenirken, siyasi ve askeri gelişmelerinin kendi özgül gerçekliği de krizi etkiliyor ve krizin derinleşip yaygınlaşarak içinden çıkılamaz hale gelmesine neden oluyor. SSCB’nin dağılmasının ardından tek süper güç olarak imparatorluğunu ilan eden ABD’nin askeri ve siyasi hegemonyasını dünya halkları üzerinde kuramaması, üzerine dünya halklarının çeşitli biçimlerde dünyanın her bölgesinde (Tahrir Meydanı’ndan Gezi’ye, Şili’den Wall Street sokaklarına, Sri Lanka’dan Sudan’a) direniş göstermesi; kapitalizmin krizinin yol açtığı gelişmeler olmakla birlikte kapitalizmin krizinin çözümünün tek yolu olan sömürü ve talanın daha da derinleştirilmesini engelleyerek krizin derinleşmesine neden oldu, olmaya da devam ediyor.

Bu bağlamda günümüz dünyasında yaşanan askeri ve siyasi gelişmelerin aldığı ve alacağı biçimler, kapitalizmin yapısal krizinin bir sonucu olmakla birlikte, kapitalizmin krizinin daha da derinleşerek dünyadaki canlı yaşamın sonunu getirecek ya da kapitalizmin aşılmasına gidecek yolun taşlarını oluşturuyorlar.

Dolayısıyla küresel güçlerden bölgesel güçlere, yerelden halkçı-devrimci güçlere çeşitli büyüklüklerdeki öznelerin dahil olarak belirleyip belirlendikleri siyasi ve askeri gelişmelerde izledikleri politikalar ve ortaya koydukları eylemlilikler; gerilim, boşluk ve dengesizlikle sarmalanmış çok sayıda düzlemde gerçekleşmelerinden dolayı yolun gideceği tarafın belirlenmesinde etkili olmakla birlikte tarihsel bir önem de taşıyorlar.

ABD Saldırıyor

Sahnedeki en büyük askeri ve siyasi güç olan ABD, dünyaya yön verme gücünün yüzyılın başından bu yana giderek azalmasını önce durdurmak, sonra tekrar eski haline getirmek (Make America Great Again!) için bir adımını daha Ukrayna’da attı.

SSCB’nin dağılmasının ardından adım adım Rusya’yı kuşatan ve renkli devrimlerle Sovyet nüfuz alanına giriş denemelerinden bulunan ABD, Moskova’ya girişten önceki son durak olan Kiev’i tamamen yutarak esas hedefine yönelmek istiyor.

Ukrayna’ya yönelik bu hamlenin Rusya özelinde iki hedefi bulunuyor: Rusya’yı yıpratarak küresel güçlerin bulunduğu ligden düşürmek, Rusya’yı sindirilebilir bölgelere bölerek süreç içerisinde yutmak. Hedeflerin gerçekleşmesinin yolu ise Ukrayna “meselesinin” süreklilik arz etmesinden geçiyor. Bu nedenle ABD Ukrayna’daki savaşın bitmemesi için gerekli desteklerini sunmaktan da imtina etmiyor.

Desteğe mazhar olan ilk ülkeler ise NATO’ya davet edilen Finlandiya ve İsveç ile ABD’nin uçak ve silah göndererek karargâh kuracağı Polonya oldu. NATO üyesi olan Baltık ülkelerinin yanına Rusya’nın diğer komşuları olan bu ülkeleri de katarak ABD, Rusya’ya yönelik hedeflerini “maşalar” ile gerçekleştirmek istiyor. ABD, maşaların gücünü hem Rusya’yı az maliyetle “halletmek” için hem de AB ve Çin’e yönelik hedeflerini gerçekleştirmek için kullanıyor.

Modern dönemde sürekli Almanya ve Rusya arasında paylaşılan Polonya ve Çarlık Rusya’sının emperyal politikalarından sürekli hedef olan İskandinav ve Baltık ülkeleri “öfkelerini” ve “arzularını” kanalize ederek onlara alan açan ABD, bu ülkelerin AB (esas olarak Almanya) ile olan ekonomik bağlarını askeri bağ kurarak gevşetiyor. Sınırlı askeri gücü olan Almanya’nın bu yetersizliğinden yararlanarak ABD, Almanya’nın da küresel güç ligindeki yerini alt sıralara düşürmenin yanı sıra AB’yi de bölerek nüfuz alanına katmayı planlıyor. Diğer yandan da Almanya’nın Rus enerjisine enerji bağımlı olma durumunu, kendine (ve petrol ile doğalgaz zengini ABD’nin “müttefiklerine”) bağımlı kılarak değiştirmek isteyen ABD, Berlin’e Vaşington’un politikalarının peşine takılmayı dayatıyor. İktidardaki Yeşiller, Sosyal Demokratlar ve Liberallerin ABD’nin politikalarıyla uyum sağlama çabası da ABD’nin sonuç aldığını gösteriyor. Böylece ABD bir “rakibini” ekarte etmenin yanı sıra onun gücünü de esas hedefine yani Çin’e karşı kullanma şansını yakalamış oluyor.

Hegemonyasının önündeki en büyük engel olarak Çin’i belirleyen ABD, ana stratejisini de bunun üzerine kurmuş durumda. Çin ile girişilen “rekabetin”, SSCB ile girişilen “Soğuk Savaş”tan farklı yönleri bulunuyor. Çin’in ekonomik gücünün ABD’ye yakın olması (ve bir süre sonra ABD’yi geçecek olması), Çin’in kapitalist sisteme büyük ölçüde uyum sağlamış olmakla birlikte dünya pazarlarıyla bütünleşmiş olması, iki ülke arasında Viyana Kongresi veya Yalta Konferansı benzeri bir “uzlaşının” olmaması gibi nedenler “rekabetin” önceki “savaşlardan” farklı olacağına işaret ediyor.

Çin’in ekonomik gücünün devasa boyutları, Çin’in üretimden dolaşıma kadar dünya piyasasının işleyişini istikrarlı biçimde sağlaması, Çin’in Tek Kuşak Tek Yol (TKTY) projesiyle “Batı’nın” nüfuz alanlarının içine girerek Batı’ya da “faydalı” olması ABD’nin Pekin ile doğrudan karşı karşıya gelerek en önemli gücü olan askeri gücünü kullanmasını engelliyor.

Bu engel ise ABD’yi “düşük” profilli ve “müttefiklerin” de dahil olduğu, askeri alanın öne çıkıp ekonomik alanının askeri alanı desteklediği “uzun süreli bir savaşa” itiyor. Bu bağlamda ABD, “müttefikleriyle” birliğini güçlendirerek “düşük” profilli savaşlara yönelik hazırlığa başlamış durumda. 2017’de İngiltere, Japonya ve Avustralya ile oluşturduğu Quad ittifakını (Dörtlü Güvenlik Diyaloğu) 2021’de İngiltere ve Avustralya ile kurduğu AUKUS ile güçlendiren ABD, Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İsrail’le de yeni bir Quad ittifakı kurarak Çin’in etrafındaki bölgesel ve yarı-küresel güçleri “örgütlüyor”. Askeri ittifaklarının yanı sıra Çin’i ana gücü olan ekonomik alanda da kuşatmak için ABD, Çin’in çevresindeki 12 ülkeyi[1] Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi(IPEF)’nde bir araya getirdi. Ek olarak dünyanın en önemli çip üreticisi Tayvan ile yapılan ticari anlaşmalar, gerçekleştirilen ziyaretler ve ABD savaş gemisinin Tayvan Boğazı’ndan geçmesi gösteriyor ki ABD’nin Çin’i askeri, ekonomik ve teknolojik olarak kuşatmaya hız vermiş durumda.

ABD bu kuşatmayla, Çin’in devasa gücünü kendi “kalesini” korumaya harcayarak “dışarıya” sınırlı güç ve destek yollayacak duruma gelmesini istiyor. Müttefikler ciddi efor ve maliyet sarf ederek Çin’i kalesinde yıpratırken, ABD ve “maşaları” da Çin’in sınırlı güce sahip olduğu dışarıdaki etki alanını “az maliyetle” kolayca “halledecek”. Ayrıca bunlar gerçekleşirken müttefikler ve maşalar da askeri gücün yanı sıra ekonomik olarak da ABD’ye bağımlı ya da yarı-bağımlı hale gelerek ABD sermayesinin can suyu olacaklar.

ABD’nin askeri ve siyasi kuşatmayı esas alan bu stratejisine karşı “içeride” farklı sesler de bulunmakta. Uzun bir süre ABD’nin dış politikasını belirleyen Henry Kissinger’in sözcülüğünü yaptığı bu kesim, Rusya ve Çin’e yönelik hamlelerin sert ve hızlı olmasını değil “yumuşak” ve zamana yayan şekilde olması gerektiğini ileri sürüyorlar. Oluşan savaş ortamında şiddetin dozajının kontrol edilemeyeceğine ve olası bir nükleer savaşla dünyanın yok olabileceğine işaret eden kesim, Batılı güçlerin ekonomik ve siyasi gücüne yaslanarak Rusya ve Çin’in güçlerini kendilerine rakip olamayacak (ama küresel kapitalist düzenin de devamını sağlayacak) dereceye indirilmesini savunuyorlar. Fakat kapitalizmin krizinin neden olduğu “acil” sorunlar, ABD’nin hem Rusya hem de Çin’e yönelik izlediği “sert” askeri ve siyasi politikaların, kriz içinde debelenen sermayenin ilacı olmakla birlikte neredeyse tek çıkar yolu olduğuna işaret ediyor.

Çin Zirveyi Hedefliyor

ABD’nin hedefindeki Çin ise uzun yıllardır ince hamlelerle inşa ettiği yapıyı dünyanın zirvesine oturtmaya odaklanmış durumda.

Prekapitalist ekonomisine rağmen 18. yüzyılın sonuna kadar dünyanın en büyük ekonomisi olan Çin, 19. yüzyılla birlikte yarı-sömürge bir ülkeye dönüşmüştü. 1949 Devrimi ile birlikte yarı-sömürge olmaktan kurtulan Çin, Mao öncülüğünde sosyalizmin inşasına yönelmişti. Gerek parti içerisindeki çatışmalar gerekse sosyal-emperyalist ilan edilen SSCB’ye karşı ABD ile kurulan ilişkiler Çin’de sosyalizmin inşasının “ertelenmesine” neden olmuştu. Mao’dan sonra çeşitli tasfiyeleri gerçekleştirerek liderliğe gelen Deng Şiaoping’un önderliğinde Çin’e sermayenin girişine (kimi devlet kontrolleriyle) izin verilmiş ve kapitalist ekonomi boy vermeye başlamıştı. Tarımda kapitalizmin yaygınlaşmasıyla başlayan süreç, Çin’in dünyanın fabrikası olmasıyla bir üst aşamaya ulaştı ve Çin’in 2000’li yıllarla birlikte Japonya’yı geçerek dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmasını sağladı. 2010’lu yıllarla birlikte yüksek teknoloji ürün üretimine yönelerek önemli bir başarı kazanan Çin, artık dünyanın lideri olmak istiyor.

Bu bağlamda Rusya’nın “çok kutupluluk” söylemini ağzına almayıp ABD hegemonyasındaki düzenden şikâyet eden Pekin, tıpkı 19. yüzyıl öncesinde olduğu gibi hiyerarşinin tepesinde olmaya niyetlendiğinin işaretlerini veriyor. Mao Zedung düşüncesini Konfüçyüs düşüncesiyle sentezleyerek “kapsamlı bir ulusal güç” olma hedefi koyan Çin, ekonomik kalkınmayı sürdürme ve teknolojide inovasyonun yanına askeri gücü büyütmeyi de koyarak niyetine layık bir güce ulaşmaya çabalıyor. Bunun için de Çin ilk olarak Tianşia (Tianxia) adını verdiği nüfuz alanını oluşturmak istiyor. Tayvan’a yönelik “Tek Çin” politikasından Orta Asya ülkeleriyle ekonomik ilişkileri geliştirmeye, Batı’dan tecrit edilen Rusya ile özellikle ekonomik ve askeri ilişkileri daha da geliştirmekten İran’la stratejik anlaşmalar yapmaya kadar uzanan bu politikalarla Çin; hem ABD’nin hücumuna karşı savunmayı kendi “kalesinden” uzakta kurmayı hem de hegemonya mücadelesinde yaslanacağı temeli sağlamlaştırmaya çalışıyor. Pekin diğer yandan da TKTY projesini Avrupa’dan Afrika’ya, oradan da Latin Amerika’ya taşıyarak esas gücü olan ekonomik güç üzerinden hamleler silsilesini hızlandırmaya çalışıyor.

Tedarik zincirindeki egemen konumu, hammaddeye olan talebiyle piyasaları belirleme gücü, ucuz ve nitelikli emek-gücü üzerinden elde ettiği muazzam artı-değerin sağladığı sermaye fazlasıyla dünyanın en büyük kreditör gücü olması, Çin’in ekonomik gücü esas alarak hamle yapmasına neden oluyor. Nitekim Çin’in finansal desteğine ihtiyaç duyan “gelişmekte olan ülkelerin” liderlerinin ABD’nin yaptırım tehditlerinin arkasından dolanarak Pekin’le iletişim içinde olmaları, Çin’in elindeki kozun gücünü gösteriyor. Fakat Çin, hegemonya için ekonomik gücünü askeri güçle desteklemesi gerektiğinin farkında olarak bu alanda da güçlenmeye çalışıyor. Askeri-sanayi iş birliği içerisinde siber savaşlara hazırlanan Pekin, Rusya ve İran’la kapsamlı askeri tatbikatları düzenliyor, Suudi Arabistan ile füze projeleri oluşturuyor. Çin’in silahlanmasının derecesini gösteren en önemli olgu ise askeri bütçedeki artış hızı. 2014’te 130 milyar dolar (829 milyar Yuan) olan askeri bütçe, her yıl yüzde 6-8 aralığında artırılması sonucunda, 2022’de 230 milyar dolara (1,45 trilyon Yuan) ulaştı.[2]

Böylece Pekin, ABD’nin askeri gücünün yıpratıcılığını kendi silah gücünü geliştirene kadar minimum seviyede tutturmayı, bu sırada diğer yandan da ekonomik gücünün “çekiciliğiyle” ABD’nin düzenine karşı “başka bir düzen” vaat edip yanına çektiği güçlerle nüfuz alanını dünyaya yaymayı planlıyor. Öte yandan ABD’nin askeri ve ekonomik alanda kuşatma hamlelerinin yanı sıra Çin’in aşırı sermaye birikimini yönelttiği inşaat sektöründe yatırım balonunun patlaması olasılığı, ekolojik tahribatın neden olduğu kuraklık ve su krizi, içeride ABD ile uyumlu politikalar izlenmesini savunan “kapitalist yolcular”, grev ve direnişlerle kendisi ortaya işçi sınıfı ile parti içerisinde etkisi artırmaya çalışan “sol kanat” gibi iç etkenler Çin’in planlarının gerçekleşme olasılığının zorluk derecesine işaret ediyor.

Avrupa Savaşta

ABD’nin hegemonya kaybı yaşadığı dönemde, özellikle sanayi burjuvazisinin önderliğinde bütün Avrupa’yı ekonomik gücüyle kontrol altına alan Almanya, Pekin ile birlikte ABD hegemonik gücünü sınırlamaya başlamıştı. Doğu Bloku ülkelerini AB’ye katarak nitelikli emek-gücünü “ucuza kapatan” Berlin, sanayide aşırı sermaye birikimi yaratarak Avrupa’yı etki alanı altına aldı. Buna ek olarak enerji bağlamında Rusya ile kurulan sıkı bağ sonucunda Moskova’ya da nüfuz eden Berlin, Çin’in TKTY projesinin Avrupa’ya ulaşmasını sağlayarak Asya pazarına da dahil olmayı başarmıştı. Böylece küresel güce ulaşan Almanya, ABD’nin Transatlantik Anlaşması teklifine yanaşmayarak ligdeki özgün konumuna sahip çıkacağını göstermişti.

Fakat yaşanan kapitalizmin krizi Almanya’nın özgün konumunun sarsılmasına yol açtı. Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası Alman burjuvazisini de es geçmemiş, pandeminin hemen öncesinde krizin işaretlerini vermişti. Pandemiyle birlikte ticaret hacmi daralan Alman sanayi burjuvazisi, Rusya’ya yönelik yaptırımlarla da iyice köşeye sıkışmış durumda. Pandemiden dolayı oluşan eksik tüketime, yaptırımlar nedeniyle fiyatı artan Rus enerjisine bağımlılığının getirdiği maliyet artışı eklenince Alman sanayi burjuvazisi için gelecek oldukça karanlık gözüküyor. Bunlara ek olarak enflasyonun çift hanelere ulaşması ve FED ve Avrupa Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadele için faiz artırması sonucunda yaşanan parasal daralma, sanayi burjuvazinin giderek güç kaybedeceğine ve Yeşillerin öncülüğünü yaptığı askeri alana kayarak savaş sanayisine yöneleceğine işaret ediyor. Ukrayna’daki savaşın başında bu yana AB’nin 25,5 milyar dolarlık yardım yapması, Alman tank ve toplarının üretimine hız verilmesi de Almanya’nın ABD’yi takip ederek askeri güce önem vereceğini gösteriyor. Böylece Yeşiller’in ve Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Josep Borrell’in öncülüğünde Almanya ve AB, özgün konumundan ABD’nin “yancısı” konumuna doğru hızla itiliyor.

Bu itilmeye karşılık Alman burjuvazisinin bir kesimi kendi çıkarlarını esas alarak Çin ve Rusya’yla ilişkilerin korunmasını istese de gelişmeler onlar için hiç iç açıcı değil. Polonya’nın Almanya’dan tazminat talep etmesi, Baltık ve İskandinav ülkelerinin NATO aracılığıyla ABD trenine dahil olmaları, enerji krizinin Rusya’ya olan bağımlılığa göre AB ülkelerini farklı oranda etkilemesi nedeniyle AB içerisindeki merkez-çevre çelişkisini derinleştirmesi Almanya’nın ekonomik gücünü kullanarak AB’yi ve liderliğini koruyabileceği ihtimalinin düşük olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla somut durum Alman burjuvazisine hem pazarını koruyabilmesi için hem de kapitalizmin krizinin etkilerini giderebilmesi için “savaş” alanına girmesini dayatıyor. Fakat savaşın gidişatındaki kimi “değişiklikler” ve enerji krizi ile ona bağlı olarak enflasyonun halk içerisinde yol açtığı tepkiler, Almanya’nın kendi çıkarlarını esas alan politikaları daha fazla uygulamasına neden olabilir.

Avrupa’nın diğer büyük güçleri Fransa ve İngiltere de savaşa girerek 19. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk yarısına kadar süren şaşaalı günlerine dönmeye çabalıyorlar. Zaporijya Nükleer Santrali için Macron’un defalarca Putin ile görüşmesi, Total’ın Britanyalı ortaklarının isteği üzerine Rusya’dan çekilmesi ise Fransa’nın kendi inisiyatifini almaya çalıştığını gösteriyor. Fransa, AB içerisinde giderek daha fazla egemen olan Almanya’nın gücünü dengelemek için bir taraftan İngiltere ve ABD’den “destek” almaya çalışırken diğer taraftan da kimi bölgesel ve yerel güçlerle ilişkiler kurarak pazarını büyütmeye çabalıyor. Paris bu çabalarında kendi çıkarlarını esas alırken, Almanya ile eşit bir şekilde öncülüğünü yapacağı AB’nin çok kutuplu bir dünyada özgün yerini almasına da özellikle dikkat etmekte.

Savaşın en başından beri ABD’nin yanında olan İngiltere ise Ukraynalı askerleri eğitmek için askeri danışmanlar gönderiyor, silah desteği sunup savaş ateşini sürdürerek konumunu güçlendirmeye çalışıyor. Alman burjuvazisinin ekonomik gücüyle baş edemeyen İngiliz sermayesi, benzer dertteki Fransız sermayesini de yanına çekmeye çalışarak, Ukrayna’daki savaşa dahil olup Berlin’den daha fazlasına sahip oldukları askeri gücü kullanıp Almanya’yı ekarte etmeyi, böylece Avrupa’da nüfuz alanı elde etmeyi hedefliyor. Bu nedenle de İngiltere’nin önümüzdeki süreçte bir taraftan Fransa’nın ABD’nin politikalarıyla uyum bir çizgi izlemesi için çabalarken diğer taraftan da daha savaşçı bir tutum sergileyerek Fransızlarla rekabet edeceği görülüyor.

Rus Hamleleri

Ukrayna’yı işgale girişerek kılıcını atan Rusya, kimi revizelerle hamlesini sürdürüyor. Ukrayna’yı tamamen ele geçirme hedefiyle yola çıkan Moskova, ABD ve İngiltere’nin dolaylı olarak dahil olması sonucunda hedefini Rusların çoğunlukta olduğu bölgeleri ele geçirmekle değiştirdi. Bu doğrultuda askeri şiddeti azaltan ama sürekliliğini devam ettiren Rusya, Batı’ya doğru adım adım ilerlemeyi planlıyor.

ABD’nin Polonya, Baltık ve İskandinav ülkelerine yaptığı askeri yığınakla kendisine yönelik savaşı sürdüreceğini gören Rusya, askeri gücünü büyütmeye yönelmiş durumda. Rusya ve Belarus’a ait Su-24 uçaklarının nükleer silahla donatılması, Rus askeri personel sayısında yüzde 10’un üzerinde artış yapılması, Baltık Denizi’ndeki askeri manevralar Moskova’nın uzun ve şiddetli bir savaşa hazırlandığını ve bu savaşta kendi askeri gücünü esas alacağını gösteriyor.

Moskova, savunmasını nitelikli bir askeri güçle tahkim ederek güvenceye alırken yakınından uzağına doğru dış hamlelere de hız veriyor. Öncelikle Sovyet nüfuz alanındaki ülkelere yönelen Moskova, bu ülkelerin “dost olmayan” ülkelerle yaptıkları iş birliğinin Rusya ile olan “stratejik ortaklığa” zarar vermemesi gerektiği uyarısında bulunuyor. Kazakistan’ın oluşan boşluktan faydalanarak alan kazanması, Ermenistan ve Azerbaycan’ın ABD ve İsrail ile ilişkileri geliştirmeleri, Orta Asya ülkelerinin Çin ile yakınlaşması Rusya’yı ürkütüyor. Sınırlı gücünün farkında olan Rusya, bu ülkelere kısmi alan bırakarak gücünü (ve onların da gücünü) “esas düşmana” karşı kullanmak istiyor, bu kısmi alanın büyümemesine dikkat ederek.

Moskova, düşman hatlarına yakın ülkelere de özel yönelim içerisinde. Macaristan ve Hindistan bu konuda başı çekiyorlar. ABD’nin bütün uyarılarına rağmen “ucuz” Rus petrol ve doğalgazına hayır demeyen Hindistan, Rusya’dan silah almayı da planlıyor. Ucuz Rus petrol ve doğalgazına hayır diyemeyen bir diğer ülke olan Macaristan ise AB’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlarına karşı çıkmakla kalmıyor, ilişkilerin stratejik ve uzun vadeli olacağını ilan ediyor. Rusya bu iki ülke nazarında gelişmekte olan ülkelere mesaj veriyor. Sanayilerinin büyümesi için ucuz enerjiye ihtiyaç duyan bu ülkeler için ucuz gaz ve petrol anlaşması öneren Rusya’yı reddetmek neredeyse imkânsız. Nitekim son zamanlarda Asya ve Afrika ülkelerinin Rusya ile ilişki kurmaya yönelmesi de bunu gösteriyor. Batı’nın da bunu engellemek için “tavan fiyat” koyma çabası, ama buna karşılık Rusya’nın ise yüzde 30’a yakın indirimler sunmaya hazır olduğunu bildirmesi “ekonomik” savaşın da şiddetleneceğine işaret ediyor. Diğer yandan Rusya’nın toplamda 3 trilyon ruble civarında silah ihracatı sözleşmesi yapması bu ülkelere sadece hammadde değil, “güvenlik” de sağlayabileceği mesajını gönderiyor. Ayrıca Filistin’e yönelik saldırıları nedeniyle İsrail’e yönelik tepkiler, G7 dışındaki G20 ülkelerini destekleyen söylemlerle Moskova, bu ülkelere siyasi destek sunmaya hazırlanıyor.

Rusya’nın dışarıya yönelik ekonomik, askeri ve siyasi hamleleriyle, kendisini savunurken harcayacağı gücün yerine yenisini koymanın yanı sıra hem ülke içindeki olası isyanları engellemeyi hem de küresel güç niteliğini koruma ve güçlendirmeyi hedefliyor. Bu bağlamda Rusya hegemonya mücadelesi sürecinde askeri gücünü esas almayı sürdürmekle birlikte, sosyalist mirasın bıraktığı nitelik ve ucuz işgücü ile sağlıktan uzaya kadar çok sayıda alandaki bilgi birikimi sayesinde ekonomik gücünü de büyütmeyi sürdürmeye çalışacaktır. Bu minvalde de gerek “dost olmayan” ülkelerle gerekse de onlarla iş birliği yapan ülkelerle “ekonomik” ilişki kurmaktan çekinmeyecektir, tabi askeri çatışmaların şiddeti ve izin verdiği ölçüde.

“Fırsatçı” Güçler

Kapitalizmin krizinin küresel güçler arasında yol açtığı hegemonya krizi doğrultusunda yaşanan askeri, siyasi ve ekonomik gelişmeler bölgesel ve bölgesel güç olma eşiğini erişmiş yerel güçlere de önemli fırsatlar sunuyor. Farklı düzlemde bulunan ve farklı güçlere sahip bu özneler, boşluklardan ve güçler arasındaki çatışmalardan yararlanarak alan kazanmaya, bir üst düzleme sıçramaya ya da güçlenerek aynı ligdeki rakiplerinin önüne geçmeye çabalıyorlar. Bu çabalar aynı zamanda bu güçler arasında da çatışmalara ve gerilimlere yol açıyor, böylece küresel düzeyde yaşanan çatışmalar en alttaki yerel düzleme kadar hissedilir hale geliyor. Dolayısıyla kapitalizmin krizinin tarihsel boyutlara ulaştığı bu tarihsel konjonktürde bütün güçler fırsatı değerlendirmek için çeşitli biçim ve yöntemlerde “savaşmaktan” imtina etmiyorlar.

Bu güçlerin başında Hindistan geliyor. Küresel güçlerin bulunduğu düzlemden bir adım geride olan Hindistan, hegemonya krizinden faydalanarak ABD ve Çin arasında yürüttüğü denge politikasını kendi çıkarını esas alarak sürdürüyor. ABD’nin uyarılarına rağmen ucuz Rus enerjisini ve silahlarını alan Hindistan, bir taraftan Çin’e karşı kurulan askeri ittifaklara katılıyor, diğer taraftan BRICS’in genişlemesini savunup TKTY projesini destekliyor. Bir küresel güçten gelecek “saldırıdan” çok kendi çıkarını esas alarak bu ülkelerle ilişkiler kuran Hindistan, buradan aldığı güçle Pakistan gibi “gerilim” içerisinde olduğu ülkelere ya da bölgesindeki diğer güçlere kendini dayatabiliyor. Böylece bölgedeki “fay hatlarının” harekete geçirerek hem güç devşirdiği “savaş hâli”nin devamını sağlamayı hem de bölgedeki rakiplerinin gücünü yıpratarak kendine bağlı hale getirmeyi hedefliyor.

Benzer bir durumu Polonya’da da görmekteyiz. Orta Çağ boyunca Avrupa’nın en önemli krallıklarından Lehistan Krallığı’na ev sahipliği yapan, sonrasında ise sürekli Almanya ve Rusya arasındaki savaşın merkezi olan Polonya Hindistan’a benzer bir yönelim içerisinde. İlk günden bugüne kadar Ukrayna’daki savaşın büyümesi için elinden geleni ardına koymayan Varşova, hedeflerinin bir kısmına ulaşmış durumda. Yanına İskandinav ve Baltık ülkelerini de alarak Rusya’ya karşı savaşın liderliğine soyunan Polonya, böylece tarihsel Lehistan Krallığı’nın topraklarını elde etmeyi planlıyor. Bunun için ABD ve İngiltere’nin gücüne yaslanan Varşova, kendisini AB’ye almak için özel çaba gösteren Almanya’dan İkinci Dünya Savaşı’ndaki yıkım nedeniyle tazminat istemekten de gocunmuyor. Polonya’nın önümüzdeki süreçte Rusya sınırındaki ya da yakınındaki herhangi bir savaşın ateşini yükseltmekten, yoksa da başlatmak için hiçbir çabadan çekinmeyeceği görülüyor.

Avrupa’daki “gerilimin” yarattığı fırsatları gören bir diğer ülke de Macaristan. Savaşın başından itibaren Rusya’ya yakın bir politika izleyen ve bunda ısrar eden Macaristan, hamlelerini de arttırıyor. Rusya’dan ek doğalgaz almak için görüşmelere başlayan Budapeşte, böylece enerji ihtiyacını ucuza getirmekle kalmıyor, bu ek gazı üzerine kâr koyarak diğer Avrupa ülkelerine satmayı planlıyor. Macaristan diğer taraftan da Rus devlet şirketi Rosatom’un Paksi nükleer enerji santraline yeni bloklar eklemesine izin vererek Avrupa’nın enerji piyasasında önemli pay sahibi olmak istiyor. Macaristan enerji alanında yaptığı bu hamlelerle AB’nin zayıf noktasından kendi çıkarları doğrultusunda faydalanarak bölgesinde egemen güç olma yolunda ilerliyor, tabi Almanya’yla bakışımlı bir şekilde.

Avrupa’nın ortasından güneydoğusuna doğru ilerlediğimizde de benzer durumlarla karşılaşıyoruz. Son dönemlerde ABD’nin önemli desteğini alan Yunanistan, Orta Doğu’ya yönelmiş durumda. BAE ve Mısır ile askeri ve ekonomik ilişkiler kuran Atina, Berlin’den çok Vaşington’un politikalarıyla uyum sağlayarak Türkiye’den daha güvenilir bir “müttefik” olacağını ispatlamaya çalışıyor. Böylece Orta Doğu pazarına giriş yaparak pastadan meşrebince pay kazanmayı hedefliyor.

Türkiye ise hem Ukrayna hem Rusya ile kurduğu ilişkileri savaşa rağmen sürdürerek durumdan istifade etmeyi sürdürüyor. Ukrayna’nın yanı sıra birçok yeni ülkeye daha SİHA satan Türk sermayesi, Rusya’ya yaptığı ihracatı da büyük oranda artırdı. Türkiye, “denge” politikasıyla savaşın açtığı fırsatlardan yararlansa da ABD’den “uyarıyı” da aldı. Türkiye savaşın açtığı fırsatlardan faydalanma konusunda giderek “ustalaşsa” da, büyük oranda bağlı olduğu AB ve ABD’nin “uyarıları” veya “sınırları” doğrultusunda marifetlerini gösterme şansına sahip.

“Arap Baharı”ndan az etkilenen ülkelerden olan Cezayir, Kuzey Afrika’da oluşan boşluğu doldurmaya aday olduğunu ortaya koymaya çabalıyor. Geçtiğimiz yılki halk ayaklanmasını sisteme kanalize etmeyi başaran Cezayir egemen sınıfları, var olanla birlikte yeni bulunan doğalgaz rezervlerinden de yararlanmayı hedefliyor. AB’nin kendisini Rusya’ya alternatif olarak görmesine ve dayatmalarda bulunmasına kolayca boyun eğmeyeceğini de gösteriyor. İspanya’nın ülkenin iç işlerine müdahale etmesine karşı gaz akışını keserek yanıt veren, Fransa ve ABD’nin uyarılarına rağmen Rusya’dan silah almayı sürdüren Cezayir, oluşan hegemonya boşluğunun farkında olarak kendi çıkarları doğrultusunda faydalanmayı çalışacağını açıkça gösteriyor.

Özne ve İçerik

Küreselden bölgesel ve yerel güçlere kadar çeşitli egemen güçler, kapitalizmin krizinin yol açtığı gerilim, çatışmalar ve boşluklardan yararlanarak egemenliklerini büyütme ya da koruma çabası içerisindeler. Belirli plan ve strateji doğrultusunda olmayan bu “çabalar” ise kısa süreli ve ânın yarattığı olanaklardan yararlanmayı tamamen önceliyor, özne kendisinden başka “özneleri” hesaba katmıyor ya da somut durumun nesnel gerçekliğinin “başka” içeriklere de sahip olabileceği ihtimalini hesaba katmıyor. Fakat kapitalizmin kriz halinin yarattığı nesnel gerçeklik, hem başka öznelerin etkin güç olabilmesine hem de “başka” içeriklerin somut biçimi başka yönde değiştirmesine olanak tanıyor.

2008 krizinin ardından sınıfsal eşitsizliklerin giderek artmasıyla dünyada “orta sınıfın” erimesi ve bu erimenin durdurulamaması, “orta sınıfın” işçi sınıfıyla “bütünleşme” sürecini hızlandırmakta. Hızlandırmanın altında yatan neden ise “orta sınıfın” siyasi temsilini sağ popülist, yer yerde faşizan güçlere bıraktığı geçtiğimiz dönemde, “orta sınıfın” sınıfsal konumundaki “düşüşün” bu güçler tarafından durdurulamamış olması. Dolayısıyla yaşanan bu sınıfsal düşüşün bilinçlerde yarattığı “aydınlanma” sınıfsal mücadele alanlarına da kendini yansıtıyor, dünyanın dört bir yanında yükselen yoksulluk karşıtı mücadelelerde ortaya çıkıyor. Önümüzdeki süreçte gıda, enerji vb. temel ihtiyaçlardaki fiyat artışının devam edecek olması, “sınıfsal bir özne”nin yani işçi sınıfının giderek daha etkin (ama tek değil) bir güç olacağı ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor.

Öte yandan kapitalizmin krizi ve hegemonya mücadelesi; küresel, bölgesel ve yerel egemenleri hammaddeden işgücüne kadar “değer” (“para”) yaratacak şeyleri doğrudan denetim altına almaya ve ülke ya da etkili oldukları bölgelerin “içerisinde” güvenlikçi politikalar izlemeye itiyor. Kapitalizmin rasyonalitesi tarafından içeriklendirilerek biçimlendirilen bu “gerçeklik”, artan yoksulluk ve işçileşme sonucunda yükselen itirazların gerçekliğiyle sarsılıyor. Sokaklarda kendini içeriklendiren bu gerçeklik, kendisinden belirlenerek çıkıp gelecek ama aynı zamanda kendisini yapılandıracak bir özneye duyulan ihtiyacı açıkça gözler önüne seriyor.

Dipnotlar

[1] Japonya, Hindistan, Güney Kore, Avustralya, Endonezya, Tayland, Singapur, Malezya, Filipinler, Vietnam, Yeni Zelanda ve Brunei.

[2] https://chinapower.csis.org/military-spending/