Dijital Ekososyalizm: Büyük Teknoloji’nin İktidarını Yıkmak-Michael Kwet

El Yazmaları’nın Notu: Dünyanın topyekûn bir yaşam alanı olarak korunmasını ne gelişen dijital teknolojilerin ne de reformist niteliğe sahip, kapitalist ilişkileri gözden kaçıran, yıkıcı olmayan “çevreci anlaşmalar”ın sağlayabileceği ortada. Michael Kwet ise bahsi geçen bu iki tarafı da karşısına alıyor ve ekososyalist bir dünyaya erişebilmek için, anti-emperyalizm, çevresel sürdürülebilirlik, ötekileştirilmiş topluluklar için sosyal adalet, işçilerin güçlendirilmesi, demokratik kontrol ve sınıfların ortadan kaldırılmasının birbiriyle kesişmekte olan olumlu yönlerini bir araya getiren yeni bir “Anlaşma” üzerine düşünmeye çağırıyor. Yayın hayatını kısa bir süre önce sonlandıran dünyadan farklı mücadelelerin sesi RoarMag’e selamla Gökçe Tatlısu’nın çevirisini sizlerle buluşturuyoruz.

Büyük Teknoloji’nin küresel eşitsizliğin derinleşmesindeki rolünü görmezden gelmek artık mümkün değil. Dijital kapitalizmin baskılarını göğüslemek için ekososyalist bir Dijital Teknoloji Anlaşması’na ihtiyacımız var.

Geçtiğimiz son birkaç yılda Büyük Teknoloji’nin nasıl dizginleneceği konusu siyasi yelpazede ana akım bir tartışma haline geldi. Fakat şimdiye kadar  öneriler dijital iktidarın küresel eşitsizliği derinleştirip gezegeni hep birlikte daha da çöküşün eşiğine getiren kapitalist, emperyalist ve çevresel boyutlarına işaret etmekte sınıfta kalıyor. Acilen ekososyalist bir dijital ekosistem inşa etmemiz gerekiyor; fakat bu neye benzeyecek ve bu noktaya nasıl varabiliriz?

Bu makale, bizi 21. yüzyılda sosyalist bir ekonomiye götürebilecek ve anti-emperyalizmin, sınıfların ortadan kaldırılmasının, telafinin ve küçülmenin esaslarını merkeze alan dijital sosyalist bir ajandanın (Dijital Teknoloji Anlaşması) bazı temel ilkelerinin altını çizmeyi amaçlıyor. Dönüşümden yana önerilerin yanı sıra halihazırda var olup geliştirilebilecek modellerden de faydalanıyor ve kapitalizmin alternatiflerini zorlayan diğer hareketlerle, özellikle de küçülme hareketiyle bütünleşmeye çalışıyor. İhtiyaç duyulan dönüşümün ölçeği muazzam; fakat sosyalist bir Dijital Teknoloji Anlaşması’nın hatlarını çıkaran bu girişimin yine de eşitlikçi bir dijital ekosistemin neye benzeyeceğine ve o noktaya varmak için atmamız gereken adımlara dair daha derin bir beyin fırtınasını ve tartışmayı ateşleyeceğini umuyoruz.

Dijital Kapitalizm ve Antitröstün Sorunları

Teknoloji sektörüne dair ilerici eleştiriler genellikle antitröst, insan hakları ve iş güvenliğini merkeze alan ana akım bir kapitalist çerçeveyi referans alıyor. Seçkin akademisyenler, gazeteciler, düşünce kuruluşları (think tank) ve Küresel Batı’daki politik aktörler tarafından formüle edilen bu fikirler, Batı emperyalizminin ve ekonomik büyümenin devamlılığını varsayan ABD-Avrupa merkezli reformist bir program öneriyor.

Antitröst reformizmi dijital ekonominin sorununu dijital kapitalizmin kendisinden ziyade sadece büyük şirketlerin hacmi ve “adil olmayan eylemleri” olarak kabul ettiği için özellikle sorunlu. Antitröst kanunları 19. yüzyılın sonlarında ABD’de rekabeti teşvik etmek ve (sonradan tröst olarak adlandırılan) tekellerin yolsuzluklarını sınırlandırmak için oluşturulmuştu. Bu kanunlar, büyük şirketlerin Büyük Teknoloji’nin günümüzdeki büyük ölçeği ve gücü sayesinde tüketicilerin, işçilerin ve küçük işletmelerin kuyusunu kazmanın da ötesine geçerek bizzat demokrasinin köklerini sarstığına işaret eden savunucuları sayesinde şimdi yeniden gündemde.

Antitröst savunucuları tekellerin ideal kapitalist sistemi saptırdığını ve asıl ihtiyacın herkesin rekabet edebileceği eşit şartlar olduğunu iddia ediyor. Gelgelelim rekabet ancak rekabet edebilecek kaynağı olanların yararınadır. Nüfusun yarıdan fazlası günlük 7,40 dolardan daha az bir parayla yaşıyor ve kimse durup da onlara Batılı antitröst savunucularının zihninde canlandırdığı “rekabetçi piyasada” nasıl “rekabet edeceğini” sormuyor. İnternetin fazlasıyla sınırsız olan tabiatı düşünüldüğünde bu durum düşük ve orta gelirli ülkeler için daha da iç karartıcı hale geliyor.

ROAR’da daha önce yayımlanan bir makalede iddia ettiğim gibi; daha geniş bir perspektiften bakıldığında, antitröst savunucuları küresel ekonominin dijitalleşmesi sonucunda emeğin bölüşümü ile mal ve hizmetlerin mübadelesinde ortaya çıkan küresel eşitsizliği görmezden geliyor. Google, Amazon, Meta, Apple, Microsoft, Netflix, Nvidia, Intel, AMD gibi firmalar ve benzerleri dünya çapında kullanılan fikrî mülkiyete ve bilişim araçlarına sahip oldukları için bu kadar büyükler. Özellikle ABD’deki antitröst savunucuları günün sonunda Amerikan imparatorluğunu ve Küresel Güney’i resimden sistematik olarak çıkarıyor.

Avrupa’daki antitröst girişimcileri de evla değil. Büyük Teknoloji’nin yarattığı sorunlar hakkında şikayet edip duran politik aktörler de aslında orada sessizce kendi teknoloji devlerini inşa etmeye çalışıyorlar. Birleşik Krallık kendi trilyon dolarlık canavarını üretmeyi amaçlıyor. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 2025’e kadar Fransa’nın en az 25 sözde “unicorn”a -1 milyar dolar ve daha üstü değere sahip şirket- sahip olacağı umuduyla teknoloji startuplarına 5 milyar avro pompalıyor. Almanya, yapay zekânın dinamosu ve dijital sanayileşmede dünya lideri (yani piyasa sömürgecisi) olabilmek için 3 milyar avro harcıyor. Kendi açısından, Hollanda bir “unicorn ülkesi” olmayı amaçlıyor. Avrupa Birliği’nin birçok çevreden övgü alan rekabet delegesi Margrethe Vester, Avrupa’nın kendi teknoloji devlerini inşa etmesi gerektiğini 2021 yılında belirtmişti. Vestager AB’nin 2030’a kadarki dijital hedeflerinin parçası olarak “Avrupa’da bugün sayısı 122 olan unicornları ikiye katlamayı” amaçladığını söylüyor.

Avrupa’daki politika yapıcılar Büyük Teknoloji kuruluşlarına temelden karşı çıkmak yerine pastadan kendi aldıkları payı büyütmeye çalışan fırsatçılardır.

Kademeli vergilendirme, yeni teknolojilerin kamu yararına geliştirilmesi ve işçilerin korunması gibi diğer reformist kapitalist teklifler olayların köküne ve temel sorunlara işaret etmekte hâlâ yetersiz kalıyor. İlerlemeci dijital kapitalizm neoliberalizmden daha iyi, evet. Fakat yine de yönelim olarak milliyetçi, dijital sömürgeciliği önlemekten aciz ve özel mülkiyet, kâr, sermaye birikimi ve büyümeye olan bağlılığı sürdürüyor.

Çevreyle İlgili Acil Durum ve Teknoloji

Dijital reformistlerin diğer kör noktaları ise gezegendeki yaşamı tehlikeye sokan ikiz krizler: iklim değişimi ve ekolojik tahribat.

Gittikçe daha fazla bulgu, çevre krizinin, enerji tüketimini artırıp karbon salımına yol açmanın da ötesine geçerek ekolojik sistemi büyük bir sıkıntı altına sokan büyüme odaklı bir kapitalizm perspektifiyle çözülemeyeceğini gösteriyor.

UNEP (BM Çevre Programı) sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutabilmek için 2020 ile 2030 arasında salımların her yıl %7,6 oranında düşmesi gerektiğini tahmin ediyor. Akademik değerlendirmeler dünya genelinde madenciliğin sürdürülebilmesi için bu miktarın yılda 50 milyar ton civarında kalması gerektiğini belirtiyor; hoş şu anda zenginlerin ve Küresel Kuzey’in işine yarayacak şekilde yılda 100 milyar ton kadar çıkarıyoruz.

Küçülmenin yakın gelecekte yürürlüğe konması şart. İlericilerin çığırtkanlığını yaptığı narin kapitalist reformlar da çevreyi mahvedecek gibi görünüyor. Önlem alıcı bir tutum izlemeli ve kalıcı bir ekolojik felaket riskini göze almamalıyız. Teknoloji sektörü bu değişimlerin seyircisi değil, bizzat öncü aktörlerinden biridir.

Yakın zamanda yayımlanan yeni bir rapora göre 2019’da dijital teknolojiler  -telekomünikasyon ağları, veri merkezleri, kişisel cihazlar ve “nesnelerin interneti” sensörleri- sera gazı emisyonlarında %4 paya sahip ve enerji kullanımları her yıl %9 oranında artıyor.

Ve kulağa ne kadar yüksek gelse de bu sayılar aslında dijital sektörün kullandığı enerji miktarını olduğundan daha az gösteriyor. 2022’deki bir rapor Büyük Teknoloji devlerinin tedarik zincirlerindeki emisyonlarını azaltmayı vaat etmediğini ortaya çıkardı. Apple gibi şirketler 2030’a kadar “sıfır karbon” konumuna geleceğini iddia etse de bu sadece doğrudan operasyonları kapsıyor ve bu kısım da tüm karbon ayak izinin mikroskobik bir bölümünü, sadece %1,5’ini oluşturuyor.

Gezegendeki aşırı ısınmaya ek olarak elektronikte kullanılan kobalt, nikel ve lityum gibi madenlerin Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Şili, Arjantin ve Çin’deki madenciliği de ekolojik yönden oldukça tahrip edici.

Bunların dışında dijital şirketlerin madenciliğin sürdürülebilir olmayan diğer biçimlerinin desteklenmesindeki öncü rolü de bir diğer konu. Teknoloji devleri, şirketlerin yeni fosil yakıt kaynaklarını keşfetmesine, sömürmesine ve endüstriyel tarımı dijitalleştirmesine olanak sağlıyor. Dijital kapitalizmin iş modeli kitlesel tüketimi artırmaya yönelik reklamları pompalama yörüngesinde dönüyor ve bu da çevre krizinin baş sebeplerinden biri. Aynı zamanda bu şirketlerin milyarder yöneticileri Küresel Kuzey’deki ortalama tüketicilerden binlerce kat daha büyük bir karbon ayak izine sahip.

Dijital reformistler Büyük Teknoloji’nin karbon salımı ve kaynakların aşırı kullanımı bağlamından koparılabileceğini varsayıyor ve sonuç olarak her bir şirketin kendi faaliyet ve emisyonlarına odaklanıyor. Ancak büyümeyi kaynakların kullanımı “bağlamından koparma”, kaynak kullanımının tarih boyunca gayri safi yurtiçi hasıla büyümesine sıkı sıkıya bağlı olduğunu hatırlatan bilim insanlarınca sorgulanan bir görüş. Araştırmacılar yakın zamanda bilgi yoğun sektörler de dahil olmak üzere ekonomik faaliyetin hizmet tarafına evrilmesinin hizmet sektörü çalışanlarının hane içi tüketimlerini artırmasından dolayı çevreye dair olumlu sonuçlarının kısıtlı kalacağını ortaya koydu.

Özet olarak büyümenin sınırları her şeyi değiştirme imkânına sahip. Eğer kapitalizm ekolojik olarak sürdürülebilir değilse dijital politikalar bu katı ve zorlayıcı gerçekliğe uyum sağlamalı.

Dijital Sosyalizm ve Yapıtaşları

Sosyalist bir sistemde mülkiyet ortaktır. Üretim araçları işçi kooperatifleri aracılığıyla doğrudan işçilerin kendileri tarafından kontrol edilir ve üretim mübadele, kâr ve birikimden ziyade kullanım ve ihtiyacı karşılamak için yapılır. Devletin buradaki rolü sosyalistler açısından tartışmalı bir konudur; bir kısım yönetimin ve ekonomik üretimin olabildiğince merkezsizleşmesini savunurken diğerleri daha ileri derecede bir devlet kontrolünden bahseder.

Benzer prensip, strateji ve taktikler dijital ekonomiye de uyarlanabilir. Dijital sosyalizm fikrî mülkiyeti aşamalı olarak ortadan kaldırır, bilişim araçlarını toplumsallaştırır ve veriyi ve dijital bilgiyi demokratikleştirip dijital ekosistemin geliştirilmesi ve sürdürülmesini kamusal alandaki toplulukların kontrolüne sunar.

Sosyalist bir dijital ekonomi için gereken yapı taşlarının birçoğu halihazırda mevcut. Örneğin Özgür ve Açık Kaynak Yazılım (FOSS) ve Creative Commons lisansları sosyalist bir üretim tarzı için yazılım ve lisanslamayı sağlıyor. James Muldoon’un Platform Socialism’de belirttiği gibi DECODE (Decentralised Citizen-owned Data Ecosystems -Merkezsizleşmiş Yurttaşlara Ait Veri Ekosistemleri) gibi şehir projeleri hava kirliliği seviyesinden çevrimiçi kampanyalara ve komşuluk ağlarına kadar yurttaşların veriye ulaşıp katkı sunabildiği ve aynı zamanda paylaşılan veri üzerinde kontrol imkânı da sunan açık kaynak kamusal araçlar sağlayabiliyor. Londra’daki Wings yemek teslimat platformu gibi platform kooperatifleri işçilerin emeklerini kolektif bir biçimde ve kendilerinin kontrol ettiği açık kaynak platformlar yoluyla düzenleyebildikleri göze çarpan bir işyeri modeli ortaya koyuyor. Fediverse gibi paylaşımlı protokolleri kullanarak işbirliği içinde çalışan birtakım sosyal ağlarda da çevrimiçi sosyal iletişimin merkezsizleştirilmesine olanak tanıyan sosyalist bir sosyal medya alternatifi bulunuyor.

Fakat işlerin yolunda gidebilmesi için bu yapı taşlarının planlanmasında bir değişikliğe gidilmesi gerekli. Örneğin Fediverse gibi projelerin kapalı sistemlerle bütünleşmesi ya da Facebook ve benzerlerinin muazzam yoğun kaynaklarıyla yarışabilmesi mümkün değil. Büyük sosyal medya ağlarını işbirliğine çağırmak, içeriden merkezsizleştirmek, fikrî mülkiyetlerini (örneğin tescilli yazılım) açmalarını sağlamak, zorunlu reklamları bitirmek (şu anda reklama maruz kalanlara karşılığında “bedava” hizmet sunuluyor), bireylerin ve toplulukların -devletin veya özel şirketlerin değil- ağları kontrol edebilmesine ve içerik yönetimine olanak sağlamak için planlamada birtakım radikal değişikliklere gitmek gerekiyor. Teknoloji devlerinin varlığına ancak bu şekilde son verilebilir.

Altyapının toplumsallaştırılmasının aynı zamanda sağlam gizlilik kontrolleri, devlet gözetiminin kısıtlanması ve hapsedici [carceral] güvenlik devletinin geri püskürtülmesiyle birlikte dengelenmesi gerekiyor. Mevcut durumda devlet dijital teknolojiyi genellikle özel sektörle işbirliği içinde baskı ve tehdit araçları için istismar ediyor. Göçmen nüfus ve hareket eden insanlar kameralar, hava taşıtları, hareket sensörleri, dronelar ve video gözetim araçları tarafından yoğun bir biçimde hedef alınıyor. Kayıtlar ve sensör verileri toplulukları gözetlemek ve kontrol altında tutmak için devlet tarafından veri kaynaştırma ve gerçek zamanlı suç takip merkezlerinde gittikçe daha çok toplanıyor. Marjinalize edilmiş ve  ırksallaştırılmış topluluklar ve eylemciler artan oranda yüksek teknolojiye dayalı gözetim devlet aygıtının hedefinde yer alıyor. Eylemcilerin bu örgütlü şiddet kurumlarını ortadan kaldırmaya çalıştığı bir düzende bu pratiklerin yasaklanması gerekiyor.

Dijital Teknoloji Anlaşması

Büyük Teknoloji kuruluşları, fikrî mülkiyet ve bilişim araçlarının özel mülkiyeti dijital toplumla derin bir şekilde bütünleşik halde ve bir günde ortadan kaldırılabilir durumda değil. Bu yüzden dijital kapitalizmin yerine sosyalist bir model koymak için dijital sosyalizme planlı bir geçiş sürecine ihtiyacımız var.

Çevreciler yeşil ekonomiye geçişin ana hatlarını çizen yeni “anlaşmalar” öneriyorlar. ABD’deki Green New Deal ve Avrupa’daki Green Deal gibi reformist teklifler kapitalizmin sonsuz büyüme, emperyalizm ve yapısal eşitsizlik gibi hasarlarının muhafaza edildiği kapitalist bir çerçevede işliyor. Red Nation’ın Kızıl Anlaşma’sı, Cochabamaba Bildirgesi ve Güney Afrika’daki İklim Adalet Sözleşmesi gibi ekososyalist modeller ise tersine daha iyi alternatifler vaat ediyor. Bu öneriler büyümenin bir sınırının olduğunu kabul edip gerçekten sürdürülebilir bir ekonomiye adil geçiş süreci için gerekli olan eşitlikçi esasları bünyesinde barındırıyor.

Fakat kızıl ya da yeşil, bu anlaşmaların hiçbiri dijital ekosistemin modern ekonomi ve çevresel sürdürülebilirliğe olan göbek bağına rağmen ona dair bir plan içermiyor. Hatta dijital adalet hareketi küçülme önerilerini ve bunların dijital ekonomiye dair değerinin ekosoyalist bir çerçeve ile bütünleştirilmesi ihtiyacını neredeyse tamamen görmezden gelmiş durumda. Çevresel ve dijital adalet ayrılmaz bir ikilidir ve amaca ulaşmak için bu iki hareket birbirine bağlanmak durumundadır.

Bu amaca ulaşabilmek için anti-emperyalizm, çevresel sürdürülebilirlik, ötekileştirilmiş topluluklar için sosyal adalet, işçilerin güçlendirilmesi, demokratik kontrol ve sınıfların ortadan kaldırılmasının birbiriyle kesişmekte olan olumlu yönlerini bir araya getiren ekososyalist bir Dijital Teknoloji Anlaşması öneriyorum. Böyle bir programı oluşturacak on madde sırasıyla şöyle:

  1. Dijital ekonominin toplum ve gezegenin sınırları içerisinde kaldığını güvence altına alma

Kuzeydeki en zengin ülkelerin kendi payına düşen miktardan daha fazla karbon salımı yaptığı gerçeğiyle karşı karşıyayız -bu aynı zamanda yine bu en zengin ülkeleri orantısızca kâr ettiren ve Büyük Teknoloji’nin başını çektiği dijital ekonomi için de geçerli. Bu yüzden dijital ekonominin toplumun ve gezegenin sınırları içerisinde kaldığına emin olmak zorunlu. Hangi maddi kaynakların (örn. biyokütle madenleri, fosil enerji taşıyıcıları, maden cevherleri) ne oranda, hangi insanlar için, hangi kullanım alanına (örn. yeni binalar, yollar vb.) sevk edileceğine dair bilimsel temeli olan bir sınır çizmemiz gerekiyor. Kuzey’den Güney’e, zenginden yoksula doğru bir yeniden bölüşüm politikası gözeten ekolojik yaptırımların oluşturulması mümkün.

  1. Fikrî mülkiyeti aşamalı olarak ortadan kaldırma

Özellikle telif hakkı ve patent olarak ortaya çıkan fikrî mülkiyet, şirketlerin kullanıcı bağlılığını azamileştirmesine izin vererek, inovasyonları özelleştirerek ve veriyi, rantı çekip alarak uygulama ve hizmetlerin işlevini belirleyen bilgi, kültür ve kodların kontrolünü onlara veriyor. Ekonomist Dean Baker’ın tahminine göre fikrî mülkiyetin yarattığı rant, patent ve telif hakkı tekellerinin olmadığı bir “serbest piyasa”dakine kıyasla tüketicilere her yıl 1 trilyon dolar daha fazla maliyet yaratıyor. Fikrî mülkiyeti müşterek temelli bir bilgi paylaşım modeli lehine aşamalı olarak sonlandırmak fiyatları düşürecek, herkes için eğitime erişimi kolaylaştırıp onu geliştirecek ve Küresel Güney’de servetin yeniden dağıtılması ve telafi sürecinin bir biçimi olarak işlev görecektir.

  1. Fiziksel altyapıyı toplumsallaştırma

Bulut sunucu çiftlikleri, kablosuz ağ kuleleri, fiber optik ağlar ve okyanusaşırı denizaltı kablolarından oluşan fiziksel altyapı şu anda onlara sahip olanların işine yarıyor. Halihazırda bu hizmetleri topluma sunabilecek topluluk destekli internet servis sağlayıcıları ve kablosuz örgü [mesh] ağlarına yönelik inisiyatifler bulunuyor. Denizaltı kablo ağları gibi birtakım altyapılar uluslararası bir konsorsiyum tarafından kârdan ziyade kamu yararı için maliyetine inşa edilip korunabilir.

  1. Özel üretim yatırımlarını kamusal ödenekler ve üretimle değiştirme

Dan Hind’in British Digital Cooperative projesi güncel bağlamda sosyalist bir üretim modelinin nasıl işleyebileceğine dair belki de en kapsamlı öneri. Bu plana göre “yerel, bölgesel ve ulusal yönetimler de dahil olmak üzere kamu kuruluşları; yurttaşlara ve bir şekilde birbirine bağlı gruplara toplanıp politik bir irade ortaya koyabilecekleri mekânlar sağlayacak.” Açık veri, şeffaf algoritmalar, açık kaynaklı yazılımlar ve platformlar tarafından daha iyi hale getirilen bu dönüşüm dijital ekosistemin ve daha yaygın bir ekonominin yatırımını, geliştirilmesini ve sonrasında sürdürülmesini kolaylaştıracak.

Hind bu projeyi zihninde tek bir ülkede gerçekleştirilecek kamusal bir seçenek olarak -özel sektörle mücadele ederek- canlandırıyor fakat aslında bu seçenek teknolojinin tamamen toplumsallaşması için bir giriş zemini oluşturabilir. Ek olarak, iklim adaleti inisiyatiflerinin Küresel Güney’in fosil yakıtları yeşil enerji ile değiştirmesine yardım etmek üzere varlıklı ülkelere baskı yapmasına benzer şekilde, Küresel Güney’deki telafilere altyapı sağlayan küresel bir adalet çerçevesini de içine alacak biçimde de genişletilebilir.

  1. İnterneti merkezsizleştirme

Sosyalistler uzun süredir serveti, gücü ve yönetimi işçiler ve halkların ellerine bırakacak bir merkezsizleştirme için uğraşıyor. FreedomBox gibi projeler e-posta, takvim, sohbet uygulamaları ve sosyal ağlar gibi hizmetler için veriyi sirküle edebilecek ucuz hizmet sağlayıcılarını güçlendirmek amacıyla özgür ve açık kaynak yazılımlar sağlıyor. Solid gibi diğer projeler ise insanlara verilerini kendi kontrol ettikleri “kozalarda” tutma imkânı sunuyor. Servis sağlayıcıları, sosyal medya ağları ve diğer hizmetler kendi verileri üzerinde kontrolünü koruyan kullanıcıların verilerine ancak onların kabul ettiği şartlarda ulaşabiliyor. Bu modeller internetin sosyalist bir temelde merkezsizleştirilmesine olanak tanıyacak biçimde geliştirilebilir.

  1. Platformları toplumsallaştırma

Uber, Amazon ve Facebook gibi internet platformları bu platformların kullanıcıları arasında konumlanan özel arabulucular olarak mülkiyeti ve kontrolü merkezileştiriyorlar. Fediverse ve Libre Social gibi projeler potansiyel olarak sosyal ağların ötesine geçebilecek bir müşterek çalışma şablonu sağlıyor. Kolay biçimde bir arada çalışamayacak hizmetler toplumsallaştırılıp kâr ve büyümeden ziyade kamu yararı için maliyetine işletilebilir.

  1. Dijital istihbarat ve veriyi toplumsallaştırma

Veri ve ondan türetilen dijital istihbarat ekonomik zenginlik ve gücün temel kaynağını oluşturuyor. Buna karşılık verinin toplumsallaştırılması birikim, depolama ve kullanım süreçlerine gizlilik, güvenlik, şeffaflık ve demokratik karar alma pratiklerini dahil edecektir. Bu başlık, Barcelona ve Amsterdam’daki DECODE projeleri gibi modellerin üzerine kurulabilir.

  1. Zorunlu reklamları ve platform tüketiciliğini yasaklama

Dijital reklamlar sürekli olarak halkı manipüle etmek ve tüketimi teşvik etmek için tasarlanmış şirket propagandası yayıyor. “Ücretsiz” hizmetlerin birçoğu reklam ile çalışıyor ve tüketimin dünyayı tehlikeye attığı tam da bu zamanlarda onu teşvik ediyor. Google ve Amazon gibi platformlar ekolojik limitleri görmezden gelerek tüketimi en üst düzeye çıkarmak için tasarlanıyor. Zorunlu reklamların yerine ürün ve hizmetler hakkındaki bilgiler sadece belirli alanlarda tutulup buralara erişim gönüllülük üzerinden sağlanabilir.

  1. Ordu, polis, cezaevi ve ulusal güvenlik aygıtlarını halkların yönettiği emniyet ve güvenlik hizmetleriyle değiştirme

Dijital teknoloji polis, ordu, cezaevleri ve istihbarat birimlerinin gücünü artırmış durumda. Otonom silahlar gibi şiddet dışında bir kullanım alanına sahip olmayan teknolojilerin yasaklanması gerekiyor. Toplumsal faydaları tartışmalı olan diğer yapay zekâ odaklı teknolojiler de muhafazakâr bir yaklaşımla toplumdaki varlıklarının sınırlandırılması için sıkı bir biçimde kontrol edilmeli. Devletin kitle gözetim araçlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan eylemciler güçlerini polis, cezaevleri, ulusal güvenlik ve militarizmin ortadan kaldırılmasını amaçlayanlara ek olarak bu kurumlar tarafından bizzat hedef alınan insanlarla da birleştirmeli.

  1. Dijital bölünmeyi sonlandırma

Dijital bölünme ilk anlamıyla veriye ve bilişim araçlarına olan eşitsiz erişimi tarif etse de varlıklı ülkelerin ve onların şirketlerinin bulut sunucu çiftlikleri ve yüksek teknolojili araştırma araçları gibi dijital altyapılara sahip ve egemen oluşunu da kapsamak zorunda. Bulut altyapısının ve yüksek teknoloji araştırma tesislerinin onları satın almaya gücü yetmeyecek kitlelere sağlanması örneğindeki gibi; sermaye, vergilendirme ve internet bağlantısı ve kişisel cihazların küresel yoksullara sübvanse edilmesi yoluyla yeniden dağıtılabilir.

Dijital Sosyalizmi Hayata Geçirmeye Dair

Radikal değişikliklere gerek duyulduğu kesin; fakat şu an olduğumuz yer ile ulaşılması gereken arasında büyük bir mesafe var. Yine de atabileceğimiz ve atmamız gereken birkaç kritik adım bulunuyor.

İlk olarak farkındalığı artırmak, eğitimi teşvik etmek ve dijital ekonomiye dair yeni bir çerçeveyi birlikte yaratabilmek için topluluklar içinde ve arasında fikir paylaşımında bulunmak şart. Bunu yapabilmek için ise dijital kapitalizm ve sömürgecilik üzerine net bir eleştiri gerekiyor.

Yoğunlaştırılmış bilgi üretimine el sürülmediği sürece böyle bir değişimi gerçekleştirmek güç. Seçkin üniversiteler, medya şirketleri, düşünce kuruluşları, STK’ler ve Küresel Kuzey’deki Büyük Teknoloji araştırmacıları tartışmaya hâkim vaziyetteler ve gündemi kapitalizmi düzeltmek etrafında kurarak tartışmanın parametrelerini sınırlandırıyorlar. Onların bu gücünü söküp atmak için üniversite derecelendirme sistemini kaldırmak, sınıfları demokratikleştirmek ve şirketlerden, hayırseverlerden ve büyük kuruluşlardan gelen fonları sona erdirmek gibi adımlara ihtiyacımız var. Yakın zamanda Güney Afrika’daki öğrenci protesto hareketi #HarçlarDüşmeli ve Yale Üniversitesi’ndeki Endowment Adalet Koalisyonu gibi eğitimin özgürleşmesini savunan inisiyatifler ihtiyaç duyulan hareketlere birkaç örnek.

İkincisi, dijital adalet hareketini diğer sosyal, ırkçılık karşıtı hareketler ve çevresel adalet hareketleriyle birleştirmemiz gerekiyor. Dijital hak eylemcileri çevreciler, kölelik karşıtları, gıda adaleti savunucuları, feministler ve diğerleriyle birlikte çalışmalı. Bu halihazırda kısmen gerçekleşiyor  -örneğin bir göçmen taban örgütlenmesi olan Mijente’nin başını çektiği #NoTechForIce kampanyası ABD’de polis gücüne sağlanan teknoloji arzına karşı çıkıyor-  fakat yine de özellikle çevre konusuyla ilişkili daha yapılacak çok şey var.

Üçüncüsü, Büyük Teknoloji ve ABD’ye karşı doğrudan eylem ve ajitasyonu güçlendirmeliyiz. Küresel Güney’de (örneğin Malezya) bir bulut teknoloji merkezi açılması ya da Büyük Teknoloji yazılımlarının okullarda uygulanmasının dayatılması (örneğin Güney Afrika) gibi görünürde muğlak meselelere karşı desteği harekete geçirmek bazen zor olabilir. Bu özellikle de Güney’de; insanların gıdaya, suya, barınmaya, elektriğe, sağlığa ve çalışmaya erişimi ilk sıraya koyduğu coğrafyalarda daha da zor. Yine de Facebook’un Hindistan’daki Free Basics’i ve Amazon’un merkez üssünü Cape Town, Güney Afrika’daki kutsal araziye kurması gibi gelişmelere karşı gerçekleşen bazı direnişler sivil muhalefetin imkânını ve potansiyelini açıkça gösteriyor.

Bu eylemci enerji daha da ileri gidip apartheid karşıtı eylemcilerin geçmişte Güney Afrika’daki apartheid yönetime ekipman satan şirketleri hedef alması gibi boykot, tasfiye ve yaptırım (BDS) taktiklerini de içine alabilir. Eylemciler bu sefer dev teknoloji şirketlerini hedef alarak bir #BigTechBDS hareketi inşa edebilir. Boykotlar teknoloji devlerinin kamu ile olan anlaşmalarını fesih edip onların yerine halkın kendi teknoloji çözümlerini koyabilir. Tasfiye kampanyaları üniversiteler gibi kurumları en kötü teknoloji şirketlerinden uzaklaşmaya zorlayabilir. Ayrıca eylemciler devletlere ABD, Çin ve diğer ülkelerin teknoloji kuruluşlarına hedefli yaptırımlar uygulanmasını zorlayabilir.

Dördüncüsü, yeni bir dijital sosyalist ekonomi için yapı taşlarını inşa edebilecek teknoloji işçileri kooperatifleri kurmalıyız. Teknoloji işçilerini bu yolda koruyabilecek bir Büyük Teknoloji sendikalaşma hareketi şu anda mevcut. Fakat Büyük Teknoloji’yi sendikalaştırmak Doğu Hindistan şirketlerini, silah üreticisi Raytheon’u, Goldman Sachs ve Shell’i sendikalaştırmaya benziyor; bu bir sosyal adalet hareketi değil ve büyük ihtimalle ancak ılıman reformlar doğurmaya müsait. Güney Afrikalı apartheid karşıtı eylemcilerin Sullivan Prensipleri’ni -Amerikalı şirketlerin apartheid Güney Afrika’dan kâr elde etmeye devam etmesine izin veren bir takım sosyal sorumluluk reformları- ve diğer ılıman reformları reddettiği gibi apartheid sistemi boğabilmek için Büyük Teknoloji ve dijital kapitalizm sistemini hep birlikte ortadan kaldırmalıyız. Ve bu da teknoloji çalışanlarını reform edilemez olanı reforme etmek için değil, endüstri adına adil bir dönüşümü sağlamak için işin içine katarak alternatifler inşa etmeyi gerektiriyor.

Son olarak Dijital Teknoloji Anlaşması’nı hayata geçirecek somut bir planı geliştirmek için hayatın tüm alanlarından insanların teknoloji çalışanı profesyoneller ile işbirliği içinde çalışması gerekiyor. Çevre için bunun mevcut yeşil “anlaşmalar” kadar ciddiye alınması şart. Dijital Teknoloji Anlaşması ile reklamcılık endüstrisi gibi bazı alanlardaki işçiler işlerini kaybedebilir; dolayısıyla bu endüstrilerdeki işçiler için adil bir dönüşüm gerekli. İşçiler, bilim insanları, mühendisler, sosyologlar, hukukçular, eğitimciler, eylemciler ve genel kamuoyu böyle bir dönüşümü nasıl hayata geçireceğine dair kolektif bir biçimde kafa yorabilir.

Bugün ilerici kapitalizm geniş çevreler tarafından Büyük Teknoloji’nin yükselişine en pratik çözüm olarak görülüyor. Fakat aynı ileriler kapitalizmin yapısal zararlarını, ABD liderliğindeki teknoloji sömürgeciliğini ve küçülmenin zorunluluğunu kabul etmekte sınıfta kalıyor. Kendimizi sıcak tutmak için evlerimizin duvarlarını yakamayız. Sahip olduğumuz tek evi yıkılmaktan korumak için yapmamız gereken tek bir somut şey var; bunun da dijital ekonomi ile bütünleşmesi gerekiyor. Dijital Teknoloji Anlaşması’nın hayata geçirdiği dijital sosyalizm radikal bir değişim için sahip olduğumuz kısa zamana dair en iyi seçeneği sunuyor fakat bunun da tartışılması, müzakere ve inşa edilmesi gerekli. Benim umudum bu makalenin okurları ve diğer herkesi bu yönde işbirliğine davet etmesi yönünde.

(Bu yazı İngilizceden Türkçeye Gökçe Tatlısu tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan erişebilirsiniz: https://roarmag.org/essays/digital-ecosocialism-tech-deal/)