Küçük Burjuva mı Yoksa Proleter Bir Dünya Siyaseti mi? – Rosa Luxemburg

El Yazmaları’nın Notu: Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşı yeni bir düzeye ulaştı. El Yazmaları olarak emperyalist savaşlar/işgaller karşısında biz sosyalistlerin nasıl bir pozisyon alması gerektiğinin bilgisi ve bilinciyle bugünden 1911 yılına gidiyor, Bernstein’ın Alman emperyalizminin Fas politikasına yönelik hak ve ahlak zeminindeki eleştirisi karşısında Rosa Luxemburg’un devrimci karşı çıkışına kulak veriyoruz.

Leipzig, 19 Ağustos 1911

Nihayet partinin [Alman Devletinin] Fas politikasına[1] karşı örgütlediği kitlesel eylemler başlar başlamaz, elbette iyi niyetli olsa da, yanlış yerlere doğru çekmeyi amaçlayan girişimler de ortaya çıkmış durumda. Vorwärts gazetesinde Bernstein yoldaşın -parti yayın organı kurulunun sorgusuz sualsiz ilk sayfada yayınladığı- iki yazısı da[2] protesto hareketimizin devletin Fas siyasetine karşı örgütlediği eylemlerine hangi somut sloganın verilmesi gerektiğini irdeliyor. Anlaşılan o ki Bernstein “pratik siyaset” yapma derdinde. Bunun ise, Sosyal Demokrasinin dünya siyasetinde yaşanan sıkıntıları çözmeye yönelik “olumlu” öneriler yapma yükümlülüğünün bir gereği olduğunu düşünüyor. Yani biz sosyal demokratlar kapitalist devletlere bir çıkış yolu bulacakmışız; onlara ‘en iyi’ bakış açısını, yani Fas çatışmasını çözmek için en uygun yolun hangisi olduğunu önerecekmişiz. Sosyal demokrasi kendi özüne bu kadar yabancı olan bir görevi nasıl yerine getirip kapitalist diplomasi ve kabinelerine uygun reçeteler bulabilir ki? Bernstein bize bunun başarılacağını gösteriyor. Fakat bir sosyal demokrat olarak kendisine oldukça yabancı olan bu zanaata bulaştığı için çok tuhaf şeyler ortaya çıkıveriyor. Çünkü Bernstein, diplomatların masalarının altında bulduğu kırışık bir kağıt parçasını dizinin üzerinde dikkatlice düzeltip mesut bir şekilde havaya uzatıp sallayıveriyor ve bunu bize sosyal demokrasinin has önerisi, Fas çatışmasının en iyi ve tek çözüm ihtimali olarak sunuyor. “Barış ve hak eşitliğini” temsil eden tek siyasetin bu olduğunu savunuyor; “insanlığın en yüksek emirleri” açısından ve tabii ki de halkların iyi anlaşılmış maddi çıkarları doğrultusunda sosyal demokrasiye ve yirminci yüzyıla layık tek çözümün bu olduğunu… İşte Algeciras dosyasını bize armağan ediyor![3] Bunu gören hangi göz yaşarmaz, ya da ciddi kalabilir?

Algeciras dosyası, Fransa’nın Fas’ı henüz açık bir şekilde sömürgesi haline getiremediği, aynı zamanda diğer güçlerin de Fas uğruna savaşmak istemedikleri ve savaşamadıkları bir dünya siyaseti durumunun ifadesi idi. Fas Sultanının egemenliğini sürdürmesinin uluslararası garantisi, yani bütün devletlerin “yüce Allah” adına sağladığı ülkenin resmi bağımsızlığı, dünya siyasetinde birbirinden farklı çıkarların geçici ve somut bir güç dengesini bulduğu anlamına geliyordu. Fas Sultanının bu “egemenlik beyanı”, diplomasi kurullarının çapulcu dilini basitçe Almancaya çevirdiğimizde şu anlama geliyor: “Bu kukla, Fas’ın bağımsızlığının göstergesi olarak şimdilik tahtında oturadursun, çünkü Fas’ın bölünmesi şu an işimize gelmiyor, başka dertlerimiz var. Yarın ola hayrola, bir dahaki fırsatta görüşmek üzere!”

Sultanın egemenliğinin ve Fas’ın bağımsızlığının Algeciras dosyasına imza atıldığı andan itibaren koca dünyada Bernstein’dan başka herhalde kimsenin ciddiye almadığı bayat bir saçmalık olduğunu; Sultanın Fransız ve Alman borsalarındaki para avcılarının metresi[i], Fas’ın da Avrupa’nın ve her şeyden önce Fransız kapitalizmin bir eyaleti olduğunu; tüm bunları bugün artık herkes anlamalıdır. O zamandan beri ise durumlar aynı yönde oldukça ilerledi. Bu sefer Fransa iyice Fas’a yerleşti, “egemenliğini” de tam olarak sorun haline getirdi. Diğer güçler de, her şeyden önce Almanya, buna göz yumdu çünkü meselenin bu sefer olgunlaşmış olduğunu, ülkenin nihai takasının zamanının geldiğini düşündü. Yani Algeciras dosyası işini yerine getirmiş oldu ve artık kaybolabilirdi. Onu ortaya çıkaran eğilim onu bu sefer değersiz kıldı. Diplomasinin kullanılmış bir pabucu haline geldi ve artık çöplüğe atılıyordu.

Eduard Bernstein ise bu kıymetli şeyi sosyal demokrasinin dünya siyasetindeki bayrağı haline getiriyor! Fakat Bernstein kapitalist dünya siyasetinin harcanmış bu aksesuarının çok güzel bir yanını keşfetti: Algeciras dosyası “ahlaki” idi ve onu yok saymak ahlaksızlık, kanunun ihlali sayılırdı. Ve yazısında zaten ahlak ve ahlaksızlık hakkında uzun uzun konuşuyor, o kadar ki yazısından ahlak akıyor. “Almanya çok daha şerefli dururdu,” diyor, “eğer şunları açıklasaydı: pazarlık değil, anlaşmaya göre haklar.” Öyle olmadığı için Almanya kendisini ahlaki olarak “aşağılamış” oldu. Bernstein aynı zamanda üzülerek İngiltere’nin ahlakını da kusursuz görmüyor: “İngiltere resmi olarak Agadir [Fas’ta bir şehir -ç.n.] ve bölgesiyle ilgili Almanya’ya ‘ellerini çek!’ diye bağırıyorsa, o zaman bize göre İngiltere bu hakkını ahlaken yitirmiştir; çünkü Fransa’ya Fas’ın en büyük ve en medeni bölgesinde Algeciras Anlaşmalarını ezmeye izin verdi ve vermeye de devam ediyor”. [4]  Zaman geçtikçe Bernstein, burada aslında her devletin ahlaksız davrandığını keşfediyor. Ve işi birden karışıyor. Ortaya çıkan tablo az eğlenceli değil: Bernstein yoldaş aşırı edepli, ciddi ciddi gözlüğünün altından bay Kiderlen-Wächter’e [Dönemin Alman dışişleri bakanı-ç.n.] bakıp parmağını sallayarak ayar veriyor: “Kiderlen, bak yaltaklık ediyorsun. Evet, yaltaklık. (Yazısında bunu iki defa yazıyor.) Kiderlen, bak kendine gel, şerefli davran, ahlaklı ol! Ahlaklı olmak çok daha iyidir!” – Korkarım Kiderlen kafasını sabırsızca yana eğip kısa ve özlü tarzında “Bernstein, hadi oradan!” diyecek.

Hakikaten, bu nasıl bir işe yaramaz acımasızlık; bile bile kimseden yerine getiremeyeceği şeyleri beklemek. Kapitalist emperyalizm “ahlaki” olacakmış. Bu fuhuşun “ahlaki” olmasını beklemek gibi bir şey. Yani fuhuşun “ahlaksız” olduğundan başka bir şey söylemesini bilmeyen kimse, Bernstein’ın emperyalizm karşısında ortaya koyduğu toplumsal algının derinliğinin aynısını sergilemiş olurdu. Kapitalist devletlerin emperyalist siyasetinin en içsel özü, çekirdeği, bütün anlamı ve içeriği, durmadan ve durmayı bilmeden kapitalist olmayan bütün ülkeleri ve halkları parça parça etmek ve ondan sonra da teker teker yutup öğütmektir. Yani, tarihsel süreci hukukçuluk ve etik tarafından değerlendirmek istersek, bu zaten en başından beri süren, yasalaşmış kanunun ihlali ve şiddet eylemidir. Emperyalist savaşın sadece değişik bir boyutu olan, o anki güç dengelerinin tespiti anlamına gelen açık ve gizli devlet anlaşmalarının tek anlamı ve amacı; yabancı halkları ve ülkeleri ele geçirme çabasıdır. Bu anlaşmaların güç dengeleri oynadığı anda bozulacağını bilerek yapıldığını, bugün artık hangi siyasi velet bilmez ki? Emperyalist karakteri olan ve şimdiye kadar bozulmayan uluslararası anlaşma, hani nerede? Kapitalist devletlerin uluslararası anlaşmalarının dokunulmazlığına ve değiştirilemez olmasına, ancak uluslararası durumların sürekli hareket halinde olduğundan, burada da değişkenliğin, olmanın ve yok olmanın, gelişimin ve hareketin yasa olduğundan haberi olmayanlar inanabilirler. Uluslararası dünya siyasetinin bu gelişimi kapitalizmin iç gelişiminin tersyüzünden başka bir şey değil ve aynı zamanda hedeflediğimiz sosyalist devrimin temelidir.

Tam da bu anda sosyal demokrasi, yeni zıtlıkların ve kavgaların çıkış noktası olan uluslararası diplomatik anlaşmaların kutsallığını kendi şiarı haline getirecekmiş! Kapitalist dünyayı “ahlaka” sevk edecekmiş!

Gene de, Bernstein’ın ne tür bir ahlak ve hak anlayışını savunduğunu bir soralım. Ona göre Algeciras dosyası “hak”tır, onun bozulması da “kanunun ihlali”dir. Bernstein Algeciras dosyasında sadece Fas’taki “tüccar milletler”in eşit haklarını görüp, burada tuhaf bir şekilde Avrupalı tüccarlardan ziyade aslında belirli “hakları olan” başka halkların da olduğunu gözden kaçırıyor: Fas’ta şu an ayaklanan kabileler ve yerli halkları. Bernstein’ın fark etmediği işte bu; Algeciras dosyası Fas Sultanının egemenliğini garanti altına alarak yerli halkların sırtına, haklarını emen aşağılık ve serseri mayın bir sülük koymuş oldu. Sultan’ın tek işlevi Avrupalı “tüccar milletler”in kabilelerinin kanını içmeleri için aracı olması ve ülkenin zenginliğinin borsadaki para avcılarının ceplerine akması. Evet, ahlak hocamız burada aslında oldukça gevşek ahlak kavramları ortaya koyuyor. Soğukkanlılıkla mesela şunları diyor:

 “Orada (Fas’ta) söz konusu olan, sadece Afrikalıları işçi olarak çalıştıran Avrupalı kapitalist şirketler olabilir. Fakat Sus bölgesinde vs. tarla veya maden işletme hakkı Alman şirketleri için çoktan mevcut; Algeciras Anlaşmasına göre onlar Fas’ta İngiliz ve Fransızlara nazaran aynı haklara sahip. İlgili olan tüm güçlerin imzaladığı bu anlaşmanın aynen yazıldığı gibi uygulanmasının talep edilmesi; Fas’ta ticaret ve zanaat yapmak isteyen Almanların şeref ve akılla talep edebileceklerini elde etmenin sadece en şerefli ve insani değil, aynı zamanda en uygun yoludur.” [5]

Mannesman ve Krupp [şirketleri], “Şerefle ve akılla” Afrikalı işçilerin tabaklanacak deri olmalarını talep edilebilecekmiş! Afrikalı işçileri kapitalist kâr adına madenlerde ve tarlalarda ölümüne çalıştırtma “hakkı” bizim Bernstein için “en şerefli ve insani yol”muş demek ki! Ah ahlak hocamız! İşte bizim “pratik siyasetçilerimiz” hep böyle olurlar, devlet adamı olacağım hırsıyla illa “olumlu bir zeminde” durmak isterken, birden iki ayağı da havada çırpınarak en kıymetli parçalarının üstüne zemine düşerler.

Bernstein’ın bu talihsizliği işte tam olarak bütün konuya yanlış taraftan yaklaştığını gösteriyor. “Hak” ve “ahlak”la modern emperyalizm gibi olguları ölçmemiz mümkün değil. Sosyal demokrasinin görevi, kapitalist gelişimin son dönemi olarak [emperyalizmin] eğilimlerini, köklerini, tarihsel anlamını kavramaktır. Emperyalizm ve kapitalist gelişimin arasındaki ayrılmaz bağı -ki ilki korkunç çirkinliğine rağmen veya daha doğrusu korkunç çirkinliği ile sonuncunun meşru evladıdır- işte bunu işçi sınıfına anlatmamız gerekiyor. Ve işçi sınıfının buradan çıkaracağı da emperyalizm, savaş, ilhak, halkların feda edilmesi, kanunun ihlali, şiddet siyaseti, bütün bunlara karşı mücadele etmenin tek yolu kapitalizme karşı mücadele etmekten, dünya siyasetinde soykırımlara karşı toplumsal devrimi gerçekleştirmekten geçer. Eğer emperyalist siyaset çerçevesinde onun yarattığı çatışmalara çare ve çözüm aranırsa ve onun coşkunluğuna karşı [Sturm und Drang] onun çoktan aştığı durumuna geri getirerek direnmek istenirse, o zaman bu proleter bir siyaset değil, küçük burjuva, umutsuz bir siyasettir. Böyle bir siyaset aslında dünkü emperyalizmi bugünkü emperyalizme karşı savunmaktan başka bir şey değildir.

Ahlaki bir infial göstermek, dünya siyasetine karşı protesto hareketimizin elbette önemli bir yerinde duruyor. Fakat olguların tarihsel yasalarının kavrayışıyla bağlantılıysa, sadece dışsal biçimlerine karşı değil, olayın özüne karşı, sonuçlarına değil, köküne karşı yönelik ise; kısacası bu infial bir kitlenin kapitalist toplum düzeninin kendisine karşı yoğun ve devrimci bir infiali ise, ancak o zaman politik bir faktör haline gelir.

(Bu yazı Almancadan Türkçeye Evrim Muştu tarafından çevrilmiştir. Yazının orijinaline buradan erişebilirsiniz: https://www.marxists.org/deutsch/archiv/luxemburg/1911/08/kbodprol.htm)

Dipnotlar

[1] 1911 yılın ilk baharında Fransız emperyalizmi kendi egemenliğini Fas’ın tamamına yayıp kesin olarak güçlendirmeye çalışmıştı. Bu vesileyle Alman emperyalistler de kendilerini artık Algeciras Anlaşmasına [bknz. 3. dipnot] bağlı hissetmediklerini açıkladılar. 1 Haziran 1911’de Alman hükümeti Panther ve Berlin isimli savaş gemilerini Agadir’e göndermiş ve böylece doğrudan doğruya bir savaş tehlikesini provoke etmişti. İngiltere’nin Fransa lehinde müdahale etmesi ise Alman sömürgeci siyasetçilerini taviz vermeye zorladı. Sonrasında Fransa ve Almanya arasında bir uzlaşmaya varıldı.

[2] Eduard Bernstein, Alman İmparatorluğun Dış Siyaseti ve Sosyal Demokrasi [Almanca: Die auswärtige Politik des Deutschen Reiches und die Sozialdemokratie], Vorwärts (Berlin), No.188 ve 189, 13 ve 15 Ağustos 1911.

[3] 7 Nisan 1906’da imzalanan Algeciras Anlaşması ile 1905’de ortaya çıkan ilk Fas krizi sonlandırılmıştı. Anlaşma Fas’ın bağımsızlığını resmen garanti altına alıp bununla beraber Fransa’nın ülke üzerindeki nüfuzunu güçlendirmişti. Fas polis teşkilatının kontrolü 5 senelik bir süre için Fransa ve İspanya hükümetlerine teslim edilmişti. Almanya ise serüvenci emperyalist siyaseti nedeniyle dış siyasetten kendisini hemen hemen tamamen izole etmişti.

[4] Eduard Bernstein, Alman Emperatorluğun Dış Siyaseti ve Sosyal Demokrasi [Almanca: Die auswärtige Politik des Deutschen Reiches und die Sozialdemokratie], Vorwärts (Berlin), No. 189, 15 Ağustos 1911.

[5] A.g.e.

[i] Schürzenstipendiat kelimesi, doğrudan çevrildiğinde “önlük bursiyeri” anlamına gelir, bu kavram 19. yy’ın Almanya’sında kadınlar tarafından seks karşılığında verilen oda, yemek veya para desteği alan erkek öğrencileri ifade eder. Maalesef seks karşılığı para alan erkekler söz konusu olduğunda Türkçede uygun kavram bulunmamaktadır. Jigolo kelimenin tam anlamını karşılamamaktadır (ç.n.).