“Yasak Irk”, Sokak Hayvanları ve Faşizm

Temel soruna odaklanmak gerekirse, hayvanların hisseden, duygu sahibi canlılar olduğunu, alınıp satılamayacağını garanti altına alan, şiddete karşı ceza yaptırımını netleştiren yasal düzenlemeler gerekli.

Aralık ayının son günlerinde Gaziantep’te bir çocuğun iki köpek tarafından saldırıya uğraması ve görüntülerinin yayılması üzerine oldukça hızlı bir süreç yaşandı. Başta köpeklerin “yasak ırk” listesinde olduğu bilgisi servis edildi. Ardından gelişen süreç sokakta yaşayan tüm köpeklerin yaşamını etkileyecek bir şekilde genişletildi.

Erdoğan’ın yaptığı açıklamanın ardından çok sayıda ilçe belediyesi köpek toplamaya başladı. Hayvanların yaşam alanlarının sokaklar, kentler değil, barınaklar olduğu söylemi yaygınlaştı. Tersinden hayvan hakları savunucuları da köpeklerin yaşamını tehdit eden bu sürece karşı hem sosyal medya araçlarıyla hem de sokak eylemleriyle bir direnç oluşturdu.

Yasak Irk Meselesi

14 Temmuz 2021’de yayınlanan kanunda “yasak ırk” olarak tanımlanan tüm köpeklerin 14 Ocak 2022 tarihine kadar kısırlaştırılıp kayıt altına alınması gerektiği açıklanmıştı. Bu süreçten önce de listede olan köpek ırkları olası bir şikayet durumunda sorumlu kamu kurumları tarafından toplanabiliyordu. Yani yasak ırk meselesi aslında yeni bir konu değil. Ancak son dönemde, tamamının kısırlaştırılıp kayıt altına alınması zorunluluğunun getirilmesiyle başka bir süreç başlamış oldu. Para cezası vb. süreçlerden çekinen çok sayıda kişi köpeğini sokağa veya ormana attı. Yani farz edelim ki bu köpek ırkları doğuştan saldırgan olmuş olsaydı, devlet aldığı bu kararla birlikte çok sayıda saldırgan hayvanın sokağa bırakılmasına neden olmuş olacaktı.

“Saldırgan Köpek”

Köpek ırkları arasında yapılan, saldırgan, uyumlu vb. tanımlamalar tartışmaya açık. İnsanlar tarafından üretilen, satılan ve eğitilen bu canlılar, yetiştiricileri tarafından yönlendiriliyorlar. Özellikle Pitbull Terier ırkı köpekler, dövüş turnuvaları ve bahis oyunları için agresif bir eğitim sürecinden geçiriliyor. Yani hayvanın saldırgan davranış kalıplarını öğreniyor olması doğuştan gelişen bir süreç değil. Yaşam koşullarına bağlı olarak Pitbull ırkı başta olmak üzere yasaklı olarak tanımlanan çok sayıda köpeğin insan ve diğer canlılara uyumlu yaşayabildiği çok sayıda örnek mevcut.

Peki “Sokak Hayvanları?”

Uzun yıllardır kent yaşamının parçası haline gelmiş olan hayvanların bulundukları alanlardan yavaş yavaş kentin dış çeperlerine atıldıkları bir süreç yaşıyoruz. Özellikle betonlaşmanın yoğunlaştığı bölgelerde adeta bir “soylulaştırma” süreci örgütlenerek hayvanlara yaşayacak alan bırakılmıyor. Yerleşim alanlarının dışına, ormanlık alanlara atılan hayvanların oluşturduğu büyük popülasyonlar oluşuyor. Özellikle sahipli kedi ve köpekler bu alanlara terk ediliyor.

Hayvanların alınıp satılabilen, üretilen canlılar statüsünde olması, süreci bir kısır döngüye sokuyor. Doğum günü hediyesi olarak alınan bir köpek kolayca vazgeçilip ormana atılabiliyor.

Belediyelerin kısırlaştırma ve rehabilitasyon süreçleri oldukça kısıtlıyken, sürekli bir akış halinde sokağa, ormana hayvan atılması sorunun çözülmesini imkansız hale getiriyor.

Çözüm Barınaklar mı?

Elazığ’da yaşanan barınak vahşeti ile ilgili ortaya çıkan ayrıntılar ve dava süreci gösteriyor ki devlet kurumları için sokak hayvanları hakları olan, hisseden ve duygu sahibi canlılar değil. Barınaklarda açlıktan birbirini yiyen, ilgisizlik ve ihmalden ölen çok sayıda hayvanın olduğunu biliyoruz.

Türkiye’de faşist kurumsallaşma çabaları tüm yönleriyle devam ederken şiddet aracı farklı toplumsal kesimler üzerinde kullanılıyor/deneniyor.  Kadınlara, LGBTİ+’lara, Kürt halkına, üniversite gençliğine… listeyi uzatabiliriz.

Son yıllarda sosyal medya ile daha çok görünür hale gelen hayvanlara yönelik işkence ve şiddet saldırıları; faşist kurumsallaşmanın önemli bir ayağının hayvanlara yönelik şiddet üzerine oturduğunu gösteriyor. Sakarya’da bacakları kesilerek ölüme terk edilen köpek başta olmak üzere çok sayıda saldırı mevcut.

Öte yandan toplama kampları gibi barınaklar inşa ediliyor. Hapsedilen hayvanlar ya ölene kadar kafeste esaret hayatı yaşıyor ya da uyutuluyor. Denetleme yapmanın, takip etmenin zorlaşması için barınaklar kentin en dış çeperlerine kuruluyor.

Temel soruna odaklanmak gerekirse, hayvanların hisseden, duygu sahibi canlılar olduğunu, alınıp satılamayacağını garanti altına alan, şiddete karşı ceza yaptırımını netleştiren yasal düzenlemeler gerekli. Hayvan hakları savunucuları uzun zamandır bunun için mücadele ediyor. Ancak değişikliğe uğramış haliyle mevcut hayvanları koruma kanunu oldukça yetersiz. Bu daha uzun bir yazının konusu olmakla birlikte kısaca kendi önerimizi ortaya koyalım. 
Hayvanların tek tek hak sahibi bireyler olduğunu kabul eden anayasal düzenlemelere, “hayvanseverlik” düzeyine sıkışmış kedi ve köpek sevicilik olgusundan öteye giden hayvan özgürlükçü, ekolojik, hak temelli bir politikaya ihtiyaç var.

Ekolojik duyarlılığa sahip, kent belleğini ve etik değerleri merkezine alan bir hayvan hakları/özgürlüğü politikasını adım adım inşa etmeliyiz.