Kapitalizmin Sunduğu Ölümden Çıkış Var: Sosyalizm

Ekonomik kriz, bitmek bilmeyen pandemi, ekolojik yıkım, kadın cinayetleri, gençlerin geleceğe dair umutsuzlukları. Bu felaketlerin birbirlerini takip ederek bir araya toplandıkları bir zaman diliminden geçiyoruz. Felaketlerin bir araya gelmesi zamansal bir tesadüften öte, yaşamamızı belirleyen maddi gerçekliklerin bir sonucu. Ve maddi gerçekliği belirleyen ana etmen ise kapitalist üretim biçimi. Her şeyi alınıp satılabilir bir metaya çevirmeye yeminli kapitalizmin bu felaketlerden sorumlu tutulması klişe bir solcu “hezeyanı” değil, Bill Gates’ten Ali Koç’a kadar sermayedarların kendilerinin ve onların “düşünürlerinin” de ifadesi. Fakat onların ifadesi kapitalizmin yeminini bozmasına yetmiyor, yetmediği için de felaketler büyüyerek dünyadaki canlı yaşamı yok etmeye doğru hızlıca ilerliyor. 

Canlı yaşamın yok oluşuna doğru ilerleyiş, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm çağında hız kazandı, kazanmaya da devam ediyor. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başından itibaren özellikle İngiliz ve Fransızların öncülüğünde etkisini gösteren emperyalizm, iki emperyalist paylaşım savaşında Alman sermayesinin yenilmesi ve İngiliz ile Fransızların güç kaybetmesiyle ABD’nin öncülüğünde yeni bir ivme kazanmıştı. SSCB ile yapılan savaştan da galip çıkan ABD emperyalizmi imparatorluğunu ilan ederek “tarihin sonu”nu getirmişti. 

21. yüzyılın başlangıcından itibaren yaşanan gelişmeler (Irak ve Afganistan işgalleri) ABD’nin imparatorluk hevesini bitirmekle birlikte “tarihin sonunun” henüz yazılmadığını da ortaya koymuştu. Ve 2007 Ağustos’ta başlayarak 2008 ve 2009’da derinleşen ve günümüzde de devam eden kapitalizmin yapısal krizi ise ABD emperyalizminin ekonomik ve siyasal hegemonyasını darbe vurarak sınırlarını gösterdi. Bu sınırlar sadece ABD emperyalizminin değil kapitalizmin de sınırlarını gösteriyor. Fakat yeni ve başka bir dünyanın henüz doğamaması, yaşamının sınırlarına ulaşmış kapitalizmin ve emperyalizminin var olmasını sürdürüyor. 

ABD’nin Hegemonya Krizi Sürüyor 

Bush’un başkan seçilmesiyle başlayan imparatorluk hamlesi daha ilk yıllarında vurgunu yiyince, Obama döneminde müttefiklerin yardımıyla revize edilmeye çalışılmıştı. Ancak kapitalizmin yapısal krizinin su yüzüne çıkmasına ek olarak hegemonya krizinin de uç vermesi, müttefiklere ve diğer küresel güçlere kendi hakimiyet alanlarını kurma ve genişletme imkânı sunmuştu.  

Müttefiklerin ve küresel güçlerin bu imkânı reddetmemesi, Trump döneminde ABD’nin kendi içine dönerek güç toplamaya yönelme, dışarıda ise statükoyu koruyarak imkân bulan müttefiklerin yardımıyla küçük kazanımlar elde etme politikası izlemesine neden oldu. Fakat Trump döneminin politikaları, kapitalizmin krizinin derinleşmesi nedeniyle sermayenin ihtiyaç duyduğu daha fazla sömürü, talan ve hegemonyayı sağlamadı.  

ABD’nin “geri döneceğini” ilan eden Biden’in Trump’ı geçerek başkan olmasıyla ABD emperyalizminin ve dolayısıyla sermayesinin ihtiyaçları doğrultusunda daha hamleci bir politikaya start verildi. Bunun için de ilk olarak Biden başta Türkiye ve Suudi Arabistan olmak üzere müttefiklerine “ayar vererek” blok içerisinde bütünlük sağlamaya yöneldi. Özellikle Orta Doğu’da sağlanacak blok içi asabiyetle hem bölgede inisiyatif kazanan Rusya’nın önü kesilecekti hem de artık baş hedef olan Çin’e daha rahat odaklanılabilinecekti. Lakin pandemi, bölge güçleri arasındaki hegemonya savaşımı ve ekonomik krizin derinleşmesi blok içerisinde istenilen düzeyde asabiyetin yaratılmasına engel olmuş durumda. Asabiyetin yaratılamaması da son olarak Afganistan’dan çekilme, İran’ın nükleer faaliyetlerini durduramama, Irak seçimlerinden Şii güçlerin galip çıkmasında kendini gösterdi. ABD Orta Doğu’nun yanı sıra bölge ile Çin arasındaki bağlantıyı sağlayan İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan çizgisinde de istediği etkiyi kuramamış durumda. Böylece Biden’in Çin’e yönelme politikası temellerinden sarsılmış durumda. Temellerin sarsıntıda olması da Çin’e yönelik ticari savaşın büyük gürültülere rağmen düşük seviyede geçmesine etki ediyor.  

Güçlü siyasal hamleler ile bütünleşemeyen ticari hamleler etki etmek bir yana zaten krizde olan ekonomiye de zarar veriyor. Kapitalist üretim biçiminin vardığı küresel düzey, ABD ve Çin ekonomisinin birbirine bağımlı olduğunu göstermekle birlikte kapitalizmin krizinden tek başına kurtuluşun olamayacağını da gösteriyor. Dolayısıyla iki ülke de hamlelerini dikkatli seçmeye çalışıyor. Fakat pandeminin etkisiyle daha da derinleşen krizle “pastanın” küçülmesi sermayelerin dikkatini dağıtıyor ve saldırı hamlelerinin tekrar önünü açıyor. Sermayeler arasındaki savaş, krizin bütün düzeni ve canlı yaşamı yok edebilme ihtimaline karşı bütün hızıyla sürüyor, sürecek. 

Çin, Rusya, Almanya 

Savaşın süreceğinin bilincini son 50 yıllık kapitalist restorasyon dönemiyle edinen Çin, Sun-Tzu’dan beri geliştirmeyi sürdürdüğü “savaş sanatı” ile hamlelerini ölçüp biçerek yapmaya çalışıyor. 2010’lı yılların başlangıcında Afrika’ya altyapı harcamalarıyla giriş yapan ama çeşitli ülkelerde ABD ve Fransa destekli darbelerle darbelenen Çin, şimdi ticari ilişkilerle yeni girişimlerde bulunuyor. Ayrıca Orta Asya ülkelerine de özel olarak yönelen Çin, Tek Kuşak Tek Yol projesinin önemli iki ayağında etkisini arttırmaya çalışıyor. ABD’nin küresel hegemonyasındaki kriz nedeniyle Afrika’da eskisi gibi zor gücünü kullanamaması ve Orta Asya’da sağlanacak “kalkanın” Çin’i kuşatmayı zorlaştıracak olması, Pekin’i bu iki hedefe yöneltmiş durumda. Fakat bu noktada Çin’in askeri gücü artsa da hedefleri sağlama alacak yeterli düzeyde olmaması ve iki bölgeyi bağlayan Orta Doğu’daki etkisinin göreceli olması, Pekin’in gözünü en yakın ortağına çeviriyor: Rusya’ya. 

SSCB’nin dağılmasının ardından kapitalist restorasyon sürecinde önemli oranda güç kaybeden, Putin ile birlikte kaybı durdurup atağa geçen Rusya da gücünün sınırlarına ulaşmış durumda. Suriye’de Esad’ın düşmesini engelleyebilen ve Orta Doğu’ya tekrardan giriş yaparak dünya sahnesine çıkan Rusya, tarihsel “arka bahçesindeki” gelişmelere engel olamıyor. Ukrayna’da ve Gürcistan’da Batı yanlısı iktidarlara engel olamayan, Belarus ve Kazakistan’daki gösterileri ancak şiddetle bastırabilen Moskova, içeride halkın giderek büyüyen tepkisini de zorla yönetmeye çalışıyor. Sovyet döneminin mirası olan askeri güçle çıktığı dünya sahnesinden istediği pasta payını alamayan, halk yerine oligarkları beslemeyen devam eden Putin rejimi ekonomik olarak güçlü durumda değil. Çin ile imzalanan anlaşmaların yanı sıra doğalgaz ve petrol kaynaklarına yaslanan ve uluslararası gerginliklerde Pekin’le birlikte davranan Moskova da Çin ile ABD arasındaki “çatışmanın” büyümemesi ve sermaye düzeninin ağır aksak da olsa yürümesinin taraftarı.  

Öte yandan Rusya da krizin derinliğinin farkında olarak “Batı” ile de ilişkileri geliştirmeye çalışmakta. Trump ile sıkı ilişkileri göz önünde olsa da Putin, iki emperyalist paylaşım savaşında da savaştığı Almanya ile ilişkileri büyütmeye özel önem gösterdi. Almanya’nın hegemonu olduğu AB’nin Belarus ve Kazakistan’daki gelişmeleri endişeyle izlemesinin de gösterdiği üzere bu ilişkiler oldukça gelişmiş durumda. Fakat Ukrayna ve Gürcistan’daki gelişmelerin de gösterdiği üzere AB Rusya’yı farenin üfleyerek ısırması misali, canını çok acıtmadan parça parça kapsamının peşinde. 

Merkel’in tavizsiz uyguladığı neoliberal politikalarla Alman işçi sınıfının kan ve teri üzerinden ekonomik “mucize” yaratan ve bütçe fazlası rekorları kıran Almanya küresel güçlerden biri olmuş durumda. Brexit ve Fransa’nın yaşadığı güç kaybıyla AB’nin hegemonu haline gelen Berlin, Rusya ve Çin’le ABD’den farklı ilişkiler kurarak kendi alanını yaratmaya çalışıyor. Çin’e benzer şekilde askeri olmaktan çok ticari olarak alan yaratmaya çalışan Almanya, Avrupa ordusunu kurmada başarısız olması nedeniyle askeri güç için NATO’ya bağımlı durumda. Bu nedenle ABD’den “farklı” uyguladığı politikalar sınırlı olsa da bağımlılığına takılmadan ekonomik ve diplomatik hamlelerle kendi özerk alanını güçlendirmeye çalışıyor. Bir taraftan ABD’yi AB’ye müdahalesini engelleyip stratejik müttefiki İngiltere’nin birlikten çıkmasına gık demiyor, diğer taraftan özellikle Rusya ile ticaretini geliştirip Çin’in Tek Kuşak Tek Yol projesiyle Berlin ile Pekin’i birbirine bağlamaya çalışıyor. Ama askeri gücün olmaması ise Berlin’in ayağını bağlıyor. Görünür ufukta Avrupa ordusu hayalinin gerçekleşme ihtimalinin düşük olması, Almanya ve ABD’yi birbirine bağlı kılıyor. Tabi kapitalizmin vardığı küresel düzeyde. 

Çıkış Var! 

Kapitalizmin krizinin vardığı devasa boyutla yol açtığı hegemonya krizi, küresel güçlerin birbiriyle olan savaşımlarına hız vermekle birlikte sınır da koyuyor. Krizin her derinleştiği anda dünyadaki canlı yaşama ve kapitalist üretim biçimine kalıcı hasarlar veriyor olması, küresel güçleri sınırlı olmaya itiyor. Amma velakin krizden çıkmak için daha sert hamleler yapmaktan başka çare olmaması bu sınırın sınırlılığını gösteriyor. Nitekim küresel güçler de birbirleriyle kimi noktalarda uzlaşsalar da esas olarak savaşımlarına odaklanmış durumdalar. Ve bu durumun dünyadaki işçilere, emekçilere, halklara ve canlı yaşama kan, savaş, sömürü ve ölümden başka sunduğu bir şey yok.  

Dünyadaki işçilerin, emekçilerin ve halkların ise bu ikramı geri çevirmeye niyetli olduğu ise bir başka gerçek. SSCB’nin yıkılmasının ardından sosyalizmin kapitalizmin alternatifi olamayacağı söyleminin dillere pelesenk edilmesine rağmen, 21. yüzyıldaki mücadeleler işçilerin, emekçilerin ve halkların sosyalizmden başka bir seçeneği tanımayacağını gösteriyor. Seattle ve Cenova’daki büyük gösterilerle başlayan 21. yüzyıl, Nepal’den Venezuela’ya sosyalist devrimler ile Türkiye’den Brezilya’ya, Walt Street’ten Mısır’a halkların ayaklanmasına şahit oldu. Bu ayaklanmalar ve devrimler kimi zaman yenilgiye uğramış olsalar da sosyalizmin alternatifliğini yok edemedi. Aksine kapitalizmin her hamlesi, sosyalizmin güneşinin daha da parlamasına neden oldu. Bütün bunlarla birlikte 21. yüzyıl sosyalizminin örgütlenme eksikleriyle birlikte teorik sorunları önemli bir handikap. Handikabın aşılmasına yönelik ise küçük ama önemli adımlar da atılmaya devam ediliyor.  

Gezi’den Tahrir’e ve dünyanın diğer bölgelerine yayılan yatay ve yerel örgütlenme modelleri hâlâ işlevini korumakla birlikte halkın acil talepler etrafında hızlıca örgütlenmesini de sağlıyor. Diğer yandan bu örgütlenmelerin bütünlüklü bir programa sahip çeşitli anti-kapitalist alanlarıyla özgünlükleriyle kapsayan bir parti formuna bürünememesi, böylece iktidarın hedeflenmemesi “sonuca” ulaşılamamasına neden oluyor. Elbette elde edilen kazanımlar önemli olsa da, sonuca ulaşamamak kapitalizmin nefes almasına izin vererek kısmen kendini yeniden üretmesini sağlıyor.  

Diğer yandan post-Marksizm’in etkisinin azalarak sürmesi ya da ekoloji, kadın, ulusal mücadeleler gibi kimlik mücadelelerinin burjuva ideolojileri olarak nitelendirilerek kenara itilmesi teorik sorun olarak ortada duruyor. Bu noktada da kimlik mücadelelerinin kendi özgünlükleriyle işçi sınıfının öncülüğündeki anti-kapitalist alan içerisinde konumlanmalarını sağlayacak teorik açılımlar özel önem ve gereklilik kazanıyor. 

Son çeyrek yüzyıldaki mücadelelerin gösterdiği üzere örgütlenmedeki eksiklikleri ve teorik sorunları aşmak, gerekli adımları atma cesareti gösterildiği takdirde oldukça mümkün. Ve sosyalizm mücadelesi işçilerin, emekçilerin, halkların ve canlı yaşamın kapitalizmin sunduğu ölümden çıkışın tek çaresi olarak önümüzde duruyor. 

Nazım’ın da dediği gibi: “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.”