Ekim Devrimi’nden Kasım’a Kalan

“Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretiert, es kömmt drauf an, sie zu verändern.”[1]

“Filozoflar dünyayı farklı şekilde yorumlamışlardır ancak, asıl mesele (yorumlayıp) değiştirmektir(verändern).”[2]

Olumsuzlama Hegel’de Mantık Bilimi adlı değerli kitabının içerisinde bir adım olarak mevcudiyet alanının yani belirli-varlık alanının bir niteliğidir. Mantık’ta Hegel olumsuzun kendini mevcutlaştırmadığı yer olan onto-teoloji alanında şunları dile getirir: 

‘‘Tanrı tüm Gerçekliklerin toplamı olarak belirlenirdi ve bu toplama ilişkin olarak kendi içinde hiçbir çelişki kapsamadığı, Gerçekliklerden hiçbirinin başkalarını ortadan kaldırmadığı söylenirdi; çünkü bir Gerçekliğin yalnızca hiçbir Olumsuzlama kapsamayan bir eksiksizlik olarak, olumlu bir şey olarak alınması gerekirdi. Böylece Gerçeklikler birbirlerine karşıt ve birbirleri ile çelişkili değildirler.”

Elbetteki soyut ve karmaşık ifade edimiyle hayli zor anlaşılan Hegel cümlelerini ancak yorumlama adımı atıp kendimce değiştirebilirdim. Çünkü yorumlama öncelikle Sembolik denen konuştuğumuz dilin içinden gelir. Bizi insan yavrusu olarak konuşma eylemine ve ardından anlaşılacağı talep etme adımı ve arkasından bunu yani agulamalı sessizliği olumsuzlayarak artık konuşmaya geçer ya da konuşturma talebini olumsuzlar. Burada Hegel’in Tanrıya yaptığı sığdırma da aynı şekilde onu tüm varoluşun toplamı yapar, bunu yaptığı gibi de kendisi kendi varlığı ile çelişmez görünür, varolan gerçeklik başka bir gerçekliği ortadan kaldırmaz, hep varolan varolmaktadır denir, aksi iddia edilemez gibidir. Gerçeklik nasıl olacak da yaşam denen şeyi olumsuzlayacaktı, çünkü yaşamın aksini bilmiyoruz. Aksini hep başkalarından görüyoruz. Buradan şunun çıkması engellenmezse, Marxçı adım “yorumlayarak değiştirmek” adımının şimdiye kadar atlanan kısmında yer alan esasen yorumlamanın kendisi hakkında ne biliyoruz sorusudur. Değiştirme konusunda partizan örnekleri kendimiz için miraz aldıkça tekrar etmek bayrakların altında Freud’un Dini yapan diye söylediği Obsesyonalin -tekrarlama zorlantısı-nın şarj etmesi olur.   

Lenin’in Hegel’i yakinen incelemesindeki patikalardaki son duraklardan biri kendisinin mutlak bir durum gibi algılanan Devrimi yaşayış gerçekliğinde bulunuyor. “Devrim” gerçekleşmiştir ve yakinen tarihi incelendiğinde bu mutlak bizi içinde çelişkileri ile beraber kollarını sarmaya zorlar. En gerçekçi olan için sizlere sunmak istediğim Lenin’in bize kalan son mirası. 

Rusya’da 1920 ile 1923 arasında yani “devrimden sonra” hem kırsaldaki tifüs salgını, kıtlık, isyanlar ve haydutluk; şehirlerde açlık, işsizlik baş göstermekteydi. Bunlarla baş etmek için hızlıca çözümler gerekiyordu. Lenin ‘yeni ekonomik politika’ denen adımları izlemek için adımlar atmak gerektiğine kanaat getirdi. Bu adımlar “çubuğu bükmek, bir adım geri iki adım ileri” gibi bir yöntemle gerçekleşti. Sınırlı derecede serbest piyasa ekonomisi Lenin eski hasımları için onların eleştirilerinin gerçekleşmesi olacaktı. Rusya tam kapsamlı bir komünizme hazır olmadığını başında belli etti. Lenin hakkında epey güçlü bir biyografiden alıntılarsam yorumlamadan bırakmamak gibi bir görev beklemekte. Bu vazifeyi gerçekleştirmenin ilk merhalesi: “1923’te perakende ticaretin yüzde 76’sı özel eller tarafından kontrol ediliyordu. Toptan satışların büyük kısmıyla dış ticaretin hepsi ise devletin yönetimindeydi. Endüstriler özel mülk sahiplerine devredilmişti, fakat kamulaştırılmış olarak geriye kalan yüzde 8,5’lik kısım işgücünün yüzde 80 kadarını kapsamaktaydı, o yüzden sanayinin ‘pazara açıldığı’ pek söylenemezdi. Kısmen altın desteğindeki para birimi ruble, dövizde bir istikrar sağlarken, para arzı yeni bankacılık sisteminin denetimindeydi. İyileştirmeler tedrici ama etkiliydi.”[3]Özetlemesi açısından erken Rusya devrimin ilk günlerinden itibaren mutlak anlamda devrim denen idealden hayli bağımsız ve kendine hastır. Devrimin şafağında ancak bir başlangıç kendini tanrısal olarak yapabilir ama insanların toplumsal yaşam olarak varoluşu krizlerle, çelişkilerle yumalı. 

Lenin’in öngörüsü Sosyalizm için şu idi: “Sosyalizme ulaşılmadan önce en az yirmi yıllık bir süre geçmesi gerekecek.” Hegel’deki kendi ve kendinin zıttı düşüncesinin ufuk açıcılığına önemli bir örnekte şu şekilde dile getirilir: “1921’den 1923’e kadar geçen zaman dilimi Lenin’in tükenmenin sınırına gelen melekeleri ve sosyalizme giden yol üzerine yeniden kafa yorma yeteneği açısından kayda değer önemdedir. Bazı önemli noktalarda Lenin, bir ‘Leninist’ sayılamayacak kadar bağımsız fikirli olabildiğini göstermiştir.”[4] Buradaki önemli iki fark Lenin ile Leninizm arasındaki aralık aynı zamanda tarihi olarak farkının vurgularını çok iyi bildiğimiz Marx ve Marxizm arasındadır. 

Lenin mirası için söylenebilecek son yazıları ve konuşmalarında üç önemli noktaya odaklanabiliriz. Bunlardan ilki hem kitlelerin hem de komünistlerin eğitimi meselesiydi: ‘“Proletarya kültürü’ hakkında daha az gevezelik edip, kendimizi önce serf zihniyetinden kurtaralım. Bu konuda başlangıcı sağlam bir burjuva kültürüyle yapabiliriz.” Burjuva kültürünü Hegelci bir manevra olarak görebiliriz. Öncelikle köylülükten gelen Ruslar için Burjuva devrimi şart idi, Çarlığın devri ile birlikte oluşan tabloda ortada komünizme dair oluşturulabilecek koşullar daha Sosyalizm için bile mümkün değildi, Lenin’e göre 20 yıl olan bu uğraşılması gereken süre başka ülkede Sosyalizm “hayali” ile proleter olan ya da örgütlenme prensibi olan grupların çıkarabileceği sezgi şunu dayatabilir, ki o da devrimin mutlak bir durum olmadığıdır. İçerisinde çelişkiyi barındırmak zorunda ise, kimi zaman devrimcilere ters düşüncede olan devletin silahlı gücü yeterince-doğru-ikna ile kendi cephesine geçilecek yollar tercih edilmek zorunda. Bunu Lenin’in tek başına devrim yapmaması ama adıyla anılmasında bile bulabiliriz. Tarih kitaplarından bildiğimiz anlamda “kral” figürleri gerçekte çıplaktırlar, ama bunu söyleyen şunu unutur; biz de kıyafetlerimizin içinde çıplağız. Devrimci kıyafetlerimiz ile belki de içinde olduğumuzun en zıttı ya da kendisinin karşıtı olabiliriz. Lenin’in ikinci amacı tarım kooperatiflerinin hızla kurulmasını teşvik etmekti: onun gözünde, köylü ağırlıklı bir toplumda eninde sonunda sosyalizme varmayı sağlayacak tek anayol olarak bu görünüyordu. “Köylünün karşısına ‘komünizmle çıkmayın,” diye uyarıyordu, “o takdirde sizin neyden bahsettiğinizi anlamaz. Üstelik bu onu dehşete düşürür ve iyice soğutur.” Yığın ya da Kitle denen gruplara ve üstelik bunların eğitimsizliği düşünüldüğünde gözden kaçırılmaması gereken, eğitimsizliğin dünya çapınca iktidar araçlarında taktiksel olarak yaygınlaştırılan bir usulü vardır, aynı asgari ücret gibi eğitim de kitlelere asgari düzeyde verilir, üzerini örtmek istedikleri bulut ise “fırsat eşitliği” bulutudur. Denir ki, insanlar eşittir ama kimileri daha eşittir. Lenin’in kafasındaki üçüncü (ve bizim de 1990’larda çok aşina olduğumuz) mesele, milliyetler ve etnik azınlıklar sorunuydu. Lenin milliyetler sorununun devlette merkezileşme yoluyla amansızca halledilmesi için 1920-1921’de ve özellikle Kafkaslar ile Gürcistan’da Stalin’e geniş bir inisiyatif alanı tanımıştı. Sonra 1922’de ansızın (sanki milliyetçi etnik çatışmalarda yatan tehlikeleri çok geç öngörmüş olsa da) ‘Rus şovenizmi’ne ve bu eğilimden dolayı küçük ulusların küçümsenmesine karşı topyekûn bir saldırıya girişti. Aynı zamanda ulusların kendi kaderlerine onların kültürleri içindeki nüvelerle yaklaşmak gerektiği ve onlara kızıl bayraklarla değil, yeri geldiğinde yeri gelenle yaklaşmak gerektiği dersini Lenin “onların karşısına ‘komünizmle çıkmayın” sözleri ile vermiştir. 

İtalyan Marksist teorisyen Antonio Gramsci (1891-1937), Mussolini’nin faşist rejiminde hapishanede geçirdiği karanlık yıllarda, Lenin’in parti hegemonyasına bir cevap niteliğindeki sosyalist hegemonya fikrini geliştirmişti. Burada ‘hegemonya’ derken kastedilen, bir toplumsal sınıfın diğer sınıflar karşısındaki üstünlüğü ve o sınıfın dünya görüşünün egemen norm olarak önceliği almış olmasıydı. Peki ama hegemonya nasıl sağlanacaktı veya egemen bir norm nasıl olacaktı? Gramsci’nin devrim fikri, çoğunluğun siyasal rızası temelinde sosyalist hegemonyayı kazanma mücadelesine dayanıyordu (bu düşünce o dönemde Marksist çevreler açısından tam bir yenilikti, hala daha yeni sayılabilir). Gramsci için söylenebilecek çok şey var ama onun fikirlerinden şu dört adımın izlenmesi yolu oldukça kısaltabilir. 

1) “Marx esas olarak kapitalizmin iktisadi analizine yoğunlaşmıştı. Hükümete geçildiğinde sosyalizmin fiilen nasıl işlemesi ya da işleyebileceği konusunda belli bir model bırakmamıştı.” Belki Gotha’ya yazdığı eleştiri yazısında devletle ilgili fikirleri daha su yüzünde denebilir.

2) Ondan sonraki Marksistler yalnızca iktidarın sosyalizme aktarılmasını sağlayan devrim anına yoğunlaştılar. O andan sonra neler olup bittiğinin, daha önce meydana gelmiş olan şeylerle bağı söz konusu edilmiyordu. 

3) Marksistler, ‘tarih’in kendisinin iktidar devrini sağlayacağına inanıyorlardı. Sanayi işçi sınıfının, iktidarı namlunun ucunda ya da oy sandığında ele geçireceği şekilde ezici çoğunluğu oluşturacak ölçü de gelişmesine bel bağlamışlardı. 

4) Gramsci, iktidarın ele geçirilmesinin kaçınılmaz olarak doğuracağı krizi öngörmüştü. Sorun devrimcilerin nasıl iktidara geldiklerinde değil, çoğunluğun kendilerini siyasal bakımdan nasıl kabul edeceklerindeydi. Burada önemli olan iktidarın devri yerine, dönüştürülmesiydi. Değişen yön neydi, geçmişten korunan yön ne? Bir devrim nasıl basitçe geçmişten bir ‘kopuş’ değil, aynı zamanda geçmiş tarihin tamamlanması işlevini görebilir? Çoğunluğun rızasını elde edememek ancak ‘pasif bir devrim’e yol açabilir, yani tarihsel, ekonomik değişikliklerin halktan gelen yaygın girişimler söz konusu olmaksızın ‘tepeden’ uygulamaya konmasına varabilir. 

Eylem Bitişi 

İnce bir anektod Zizek’ten: ‘‘Edebiyatta, Jaroslav Haşek’in iyi kalpli aslan askeri Şvayk’ı hatırlamadan olmaz. Siperlerinden düşman askerlere ateş eden askerleri görünce iki cephe arasındaki sahipsiz toprağa doğru koşup şöyle bağırmaya başlamıştı Şvayk: “Ateş etmeyi kesin, diğer tarafta insanlar var!” Bu ahmaklığın kök-modeli ise Andersen’in masalında imparator çıplak diye çığlığı koparan, ama böylece, Alphonse Allais’nin belirttiği gibi, kıyafetlerimizin altında hepimizin çıplak olduğunu gözden kaçıran saf çocuktur.”[5] Hegelci olan burada ne düşman ne dost tarafında olup onların ikisinin birbirlerine çelişkilerini aşacak bir kapsamlı aşma gerçekleşmeli.

Mantık kitabından adımlarsak: ”Böylece, yansımaların durağan bir karşıtlık örneği alınırsa, genel olarak Işık yalnızca Olumlukaranlık ise Olumsuz olarak geçerlidir. Ama ışık sonsuz uzayda… hakiki olarak mutlak olumsuzluğun doğasını taşır. Buna karşı karanlık, çoklu olmayan bir şey olarak ya da kendini kendi içinde ayrımlaştırmayan doğurgan dölyatağı olarak kendi ile özdeş yalın bir şey ya da Olumludur. Salt ışığın bulunmayışı olarak onun için hiçbir biçimde bulunmuyor olması anlamında yalnızca Olumsuz olarak alınır, – öyle ki, ışığın karanlık ile bağıntısında bir başkası ile değil ama yalnızca kendi kendisi ile bağıntılı olması, öyleyse karanlığın onun önünde yalnızca yitiyor-kayboluyor olması gerekir.”[6]

Bu ikiliği iyilik ve kötülük olarak da görebileceğimiz gibi devrimci ile mütedeyyin olarak da düşünebilir. İkisi de saf bir olumsuz olarak alınabilir, keza Lenin’in Hegel’i didik didik ettiğini düşünürsek buradaki biyografide de Rusya tarihinin önemli bir noktasında da devrim için devrimciliğe karşı olmak gerekir, onu olumsuzlamak ancak sonucu alınacak adımdır. Bu eylemci ile polis arasındaki karşıtlık gibidir, onlar birbirlerini birlikte bulurlar. Biri olmadan diğeri mevcudiyeti fesh eder. 

Buradaki manevra Lenin’in yaptığı ama bir Leninistten öğrenmemek gereken dünyayı değiştirmek meselesindense minör alanın kendisini olumsuzun ilk alanı addetmektir. Nihai nokta unutulmamalıdır ki, olumsuzlamanın olumsuzlamasıdır. Bu ne devrim düşüncesine engel teşkil etmekte, ne de karşıtı ile birlik oluşturacakları bütünlüğün geleneğinde varolacaktır. Kendi devrimci tarihine bir olumsuzlama ile el alınan bu olumsuzluğa olumsuzlama geliştirebilmek kabiliyeti öne çıkmaktadır. Önden alınması gereken tecrübe edilmiş olanın tekrarındaki tatmin olan devrimci duygu ve Kant’çı Ödev Ahlakımız minvalinde kuşandığımız genç öfkemiz, bizatihi Lenin’in işareti ile Hegel’in olumsuzlaması nasıl Marx’a ilham olmuştur, bizim bugün de karşıtların birliğinde patinaj çekmektense yapabileceğimiz şimdiye kadar ne yaptıysak onu olumsuzlayarak başlamak olacaktır.

Bu İsa’nın sana tokat atana öbür yüzünü çevirmek değil, bizatihi ne İsa ne tokat atanın birliğindeki mucizevi soyut alanda olmak gerekir, somut durumun tarihsel analizi ile somut bir yaşam icat etmek.

Dipnotlar:

[1]Marx, K., Engels, F. (1958).Die deutsche Ideologie. Berlin: Dietz Verlag, s. 7.

[2]Alman İdeolojisinin başlangıcında meşhur 11. tez kısmının çevirisi için önerilen ‘yorumladılar, aslolan değiştirmektir’ kısmı son yüzyılımızda atlatan ve bu bilinçsiz ıskalama(hata, araz) ile politik aksiyon geliştiren bir çağın kutsal cümlesi oldu. Buradaki Almanca aslında görülen “es kömmt” kısmı önceki cümlede çeken yorumlama kısmının yerini ‘es’ ile karşılar. Bu demek oluyor ki, Marx’ın British Museum’a kapanıp, Lenin’in Cenevre Kütüphanesine kapanıp yaptıkları ‘yorumlama’ sonunda Hegel’i yorumlayan ve didik didik ettiğini Lenin’in Felsefe Defterlerinde görebileceğiz hali ile Marx’ın Grundrisse adlı 25 yıllık kapital taslağı Hegel’in içinden çıktı. Ez cümle, aslolan Almanca Welt denen Dünyanın bir sembolik düzen olarak Welt-anschauung olarak yani dünya görüşü-ideolojisi yapmadan yapısını söküp yeni dünyayı aslolan şekilde değiştirmeyi icat etmektir.

[3] Richard Appignanesi – Oscar Zarate (2010).Yeni Başlayanlar için Lenin (Çev. Osman Akınhay) İstanbul: Agora Kitaplığı, s. 167.

[4] Richard Appignanesi – Oscar Zarate (2010).Yeni Başlayanlar için Lenin, s. 167.

[5] Zizek, S.(2015).Hiçten Az.(Erkal Ünal, Çev.) İstanbul: Encore Yayınları, s. 1.

[6] Hegel, G.W.F.(2014).Mantık Bilimi.(Aziz Y., Çev.) İstanbul: İdea Yayınları, s. 332.