Faşizmin İnşa Süreci ve Amaç Olarak Şiddet 

Her an daha yüksek bir gerilimin içinden geçiyoruz.

Belirsizlik, hayatımızın neredeyse bütün alanlarına hâkim. Yaşadığımız anda zaten zorlanırken gelecekte bizi daha da zor günlerin beklemekte olduğunu bilmek günlük yaşamlarımızı zorlaştırıyor. Bu durum, geleceğe dair karar alma, değişime yönelme ya da farklı planlar yapma konusunda bize bariyer oluşturuyor. 

Her an hayatınıza müdahale edildiğini, evde, sokakta, işyerinde, yolculukta size yönelebilecek şiddet, gözaltı, işsizlik, açlık, ölüm, hastalık, inkâr, görmezden gelme, taciz mi hissediyorsunuz? Şimdiden söyleyeyim yalnız değilsiniz!

Bu süreci yaratan, inşa eden siyasi, ekonomik ve toplumsal yapılar mevcut. Heteroseksist ataerkil ilişkiler erkeklere kadın, çocuk, doğa üzerinde tahakküm kurma fırsatı sunuyor. Ekonomik üretim ilişkileri, bunun üzerinden kendini şekillendiren devlet ve siyasi iktidar; işte tam da bu tahakküm biçiminden güç alıyor. Faşizmi yerleştirmeye çalışan iktidar da varlığı ve uygulamalarıyla ataerkil ilişkilere güç veriyor. Karşılıklı olarak birbirini güçlendiren iki ana sömürü, baskı ve ezme ilişkisiyle kuşatılıp, belirleniyoruz.

Kapitalist devlet tipinde iktidar biçimleri sermayenin gelişimi ve ihtiyacı doğrultusunda kendini yeniden üretir, üretirken aynı zamanda toplumsal ilişkilere de müdahale eder. Gücünü hem bu ilişkilerden alır hem de aynı zamanda kendine daha uygun hale sokmak için müdahalelerde bulunur. Bu ilişkilerin yeniden üretilmesinde de özel olarak mekanizmalar inşa eder.  İnşa süreci, elbette düz bir çizgi gibi ilerlemez.

Marksizmin kazandırdığı tarihsel maddeci yaklaşım, bize bir kavrayış sunar; sistem toplumu değiştirirken, değişen insan, toplum ve toplumsal hareketler de sistemi başka bir değişime yeniden zorlar. Bu şekilde tarihsel süreçten kopuk olmayan ama karşılıklı olarak sürekli yeniden biçim-biçimler alan yeni formlar oluşturur.

İçinden geçtiğimiz siyasi süreçte yaşanan  “Faşizm mi sağ popülizm mi” tartışması böyle bir zemine oturuyor. Söz konusu siyasal süreci, faşizmin kurumsallaşma süreci olarak tarif etmeyi doğru buluyorum. Yazının gidişatında bu sürecin emarelerini açmaya çalışacağım, ancak faşizm ve erkek şiddeti arasındaki diyalektik ilişkiye odaklanarak bunu yapmaya çalışacağım.

Bu yöndeki tespitler, içinden geçtiğimiz süreci tariflemeyi ve buna uygun mücadele araçlarının geliştirilmesini etkileyecektir.

Türkiye’deki Siyasal Rejimin Faşistleşme Süreci

Faşistleşme sürecini tariflemek için bir bütün olarak devletin siyasal rejiminin dönüşümüne bir göz atmak gerekiyor. 

Osmanlı’dan devralınan ve kendisinin kuruluş harcını oluşturan otoriter, despotik devlet geleneği, Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli özelliği olarak süregeldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti elbette sermayenin ihtiyaçları, gelişimi ve devletin buna uygun değişimi ile yeni bir devlet olarak şekillendi. Ama, içinden çıkıp geldiği Osmanlı’nın despotik geleneği dönüşüp kapitalizme uyumlu hale gelerek kendini sürdürdü. Türkiye’ye özel bu durum faşistleşme sürecini tanımlamada birtakım sorunları beraberinde getirebiliyor.

Devlet aygıtları tarafından gelen her türlü baskıyı faşist bir devlet biçimi olarak tarif etme eğilimi çok yaygın. Bu yaygın yanılgı sonucu, devlet ve iktidar baskısının her artışında “faşizmin dozunun arttırıldığı” tespiti gibi, faşizm kavramının içini boşaltan ve bağlı olarak siyasi gelişmelerin seyrinin okunmasını zorlaştıran çeşitli sorunlar oluşuyor.

Tersinden bir yaklaşımla “otoriter” tespitinin yeterli olduğu görüşü de özel olarak şimdi yaşanan özel süreci/faşizmin kurumsallaşma sürecini görmeyerek yaşadığımız gerçekliği açıklamakta yetersiz kalıyor.

Bulunduğumuz siyasal atmosferde bir “sürekli faşizm” yerine, faşizmin kurulma iradesinin pratikleştiğini, faşizmin üstüne yerleşeceği zeminin inşa edilmek istendiğini ve bu süreçte iktidar tarafından sürekli yol alındığını belirtebiliriz.

Bunun bir süreç olarak görülmesi ve faşizmin kurumsallaşmasının henüz hedefine ulaşılamadığı tespiti, toplumsal muhalefet alanına, politika üretmede, çözüm araçlarında ve sokaklarda ortaya çıkan özel fırsatları görmeyi sağlayacaktır. 

Elbette bu süreci sırf öyle tariflemek için anlamaya çalışmıyoruz, onun gerçeğine uygun bir muhalefet konumuna yerleşip, onu engellemeye çalışacağız.

Faşizme Özgü Ögeler

Faşizm iradesinin netleştiği sürecin inşa edilme emarelerine biraz bakalım. 

Nicos Poulantzas “Faşizm ve diktatörlük” kitabında faşizmin gelişim sürecinde tarihte yaşanan İtalya ve Almanya örneklerini incelerken, günümüz kapitalizmi ve devlet olgusunun gelişimini karşılaştırır, bazı yaklaşımları tartışmaya açar. Biz konuya Türkiye özelinde yaşanan gelişmeler ile birlikte bakalım.

Nicole Poulantzas, faşizm gerçeğine devletin ideolojik ve baskı aygıtları arasındaki dönüşüm üzerinden bakar. Devletin ideolojik ve baskı aygıtları; yani, polis, yargı, ordu, idari- yürütmedeki değişimlere bakmak gerekir.

Kapitalizm koşullarında, sermayenin ihtiyaçları ve devletin içinde olduğu ortamdan etkilenmelere bağlı olarak, devlet olağan ve olağanüstü biçimler alır.

Geldiğimiz süreçte, artık neredeyse olağan biçim olarak devletin “otoriterleşme” süreci tüm dünyada kalıcılaştı. Özellikle kapitalizmin 1970’lerde krize girdiği dönemden sonra “yasama” karşısında “yürütmenin” sürekli daha öne çıktığı bir gerçeklik oluştu. Yürütme, iktidar alanındaki diğer güç alanları olan yasama ve yargıyı doğrudan kendine bağlayan özel bir baskı aygıtına dönüştü. 

Türkiye’de ise, 2013’ten itibaren Gezi süreciyle birlikte başka bir döneme geçişin adımları hızlandırıldı. Gezi, devlet içinde ittifak halinde olan AKP ve Cemaat’in ayrışmasını tetikledi. Halkın ayaklanma dinamiğinin bir biçimde hareket etmesi, iktidarın dümeni halk muhalefetini şiddetle bastırmaya çevirme iradesini yoğunlaştırdı ve sonrasında yaşanan devlet katliamları ile faşist irade netleşti.

Bu aynı zamanda devlet içinde bir çatlama ve sürekli derinleşen bir kriz odağı yarattı.

Bir diğer kırılma noktası olarak, 7 Haziran 2015 seçiminde HDP’nin seçim barajını geçip %15’lere sıçraması ve iktidarın seçim sonuçlarını kabul etmeyerek yaptığı seçim darbesiyle Suruç ve Ankara katliamları yaşandı. Ardından 2016’da “Cemaat” odaklı darbe girişimi, Cemaat’in tasfiyesi ve burada devlet içinde yeni ittifak zeminlerinin oluşturulması yaşandı. “Cemaat’in” yerini “Ergenekon” alıverdi.

Kapitalist devlet tipinde devlet, genel olarak sermaye birikiminin önünü açmak için çeşitli araçları geliştirmek ve farklı sermaye odakları arasındaki dengeyi kurmak üzerinden inşa edilmiştir. Faşizm süreci içinde ise, devlet elbette gene sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket eder, ancak aynı zamanda kendine daha özerk bir alan açar. Devlet, faşizm koşullarında “olağanüstü hâl” gerekçesiyle verdiği emirler ve sıkça uyguladığı zor yoluyla kendisini gerçekleştirir. Örneğin, işgücü piyasalarını düzenler veya gerekirse mülklere el koyar vd. Kapitalist devlet, faşizm tipinde genel olarak siyasal ve toplumsal egemenlik-idare sürecinde yasalarla ve yasal denetim mekanizmalarıyla kendisini sınırlamayan özerk-keyfi hareket alanı-alanları oluşturur.

Bazı örneklerle açacak olursak; faşizmin ülkemizdeki kurumsallaşması sürecinde iktidar eliyle cemaat şirketlerine ya da bazı bireylerin mallarına el konulması, Demirören medya grubunun Doğan medya grubunu ele geçirme süreci, el konulan devlet arazileri, üzerine çökülen kamu malları, Sedat Peker’in ifşalarında dökülen inanılmaz vurgunlar, denetimi tamamen kamudan özerkleştirilen ve kolayca el koyulan sermaye birikimlerinin de aktarıldığı yer olan Varlık fonu…vd. Bunlar, hem sermayenin Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği “vurguncu” karakterini yeniden gösteriyor hem de faşizmin kendine özgü ana eğilimleri olarak açıyor.

Öte yandan, Gezi’de halka uygulanan şiddet, Roboski katliamı, 7 Haziran-1 Kasım arasında yapılan Suruç ve Ankara katliamları da yine faşizmin kendisini yasalarla sınırlamayan egemenlik kurma iradesinin sonuçlarıdır.

Siyasal strateji olarak da(sağ popülizmde de mevcut olan) halkı homojen bir kitle-yığın olarak tarif etme ve dışında kalanları, özellikle de entellektüelleri “elitler” olarak tarif edip düşmanlaştırma özelliği söz konusudur. Yine, sağ ve gerici hareketlerin tümünde olan kadın ve LGBTİ+ düşmanlığını özellikle öne çıkarır.

Öte yandan, aynı zamanda, faşizmin farklı bir zaman algısı vardır.

Kitlede var olan memnuniyetsizliğin ne olduğu bilinmez “dış” ve “iç” düşmanlarla bütünleştirilerek, “iç ve dış düşmanlarla kuşatıldığımız bugünü” yıkarsak “geçmişteki şaşaalı günleri yeniden yaşayabiliriz” algısı yaratılır. “Küllerinden yeniden doğmak” ve “yeniden diriliş” imgelemeleri faşizm süreçlerinde belirgin özelliktir.

Türkiye’de bu sürecin, olduğu var sayılan eski “Osmanlı gücü ve heybeti” üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz. Bunun için eski padişahlar kendi gerçekliklerinden kopartılarak parlatılırken, o döneme özlem ve güç fetişizmi(okullarda teneffüs aralarında mehter marşlarının çalınması, temsili figürler vs.) öne çıkarılıyor. Aynı zamanda, “o eski muhteşem günlere” dair medyada da çok fazla dizi ve film yayınlanarak; toplum gündelik yaşamın içerisine sızılarak kuşatılıyor.

Faşizm, Toplumsal Yapı ve Onay İnşası

Faşist inşa sürecinde toplumsal yapının, rejime uygun müdahalelerle şekillendirilmesi gerekir. İktidar toplumsal yapıyı; sermayenin çıkarları ve siyasal İslam ideolojisiyle uyumlu, heteroseksist, erkek-egemen ve ırkçı formda olmasını hedefleyen politikalarıyla özel olarak inşa ediyor.

“Tek Millet” vurgusu ile tektipleştirilmiş toplum, bunun sürekliliğini sağlayacak olan geleneksel aile ve bu aileyi kuracak olan “egemen erkek” ve “makbul kadın”, hem günlük söylemde hem de politik düzlemde inşa ediliyor.

Güç fetişizmi faşistleşme sürecinin bir diğer özelliği.

Sıradan insanların düzene olan hıncını ve öfkesini, düzeni değiştiremediği ölçüde hiyerarşide kendisinden aşağıda gördüğü kişilere yönlendirmesi istenir ve örgütlenir. Bu yöneliş ataerkil sistem koşullarında erkeklerin öfkesini kadınlara, çocuklara ve hayvanlara yöneltmesinin önünü açıyor. Siyasi iktidar, adalet sisteminden kamusal politikalara, medyasından güvenlik güçlerine kadar bu güç fetişizmi ve farklı şiddet biçimleriyle besleniyor.

Bu süreç, yeniden ve özel olarak vurgulamak gerekirse, meşruiyetini erkek egemen sistemden alıyor. 

Polis şiddeti ile birlikte sıradan insanların güncel yaşamda şiddete yönelmesi, faşizmin devinimini sağlayan en önemli özelliğidir. Burada şiddet bir araçtan çok amaçtır. Şiddet bir “kolektif iletişim biçimi” olarak ortaya çıkar.1

“Kutuplaştırma” ve sembolik olarak “düşmanlaştırma” siyaseti böyle bir sürecin inşasında önemli adımdır. 

Lider kültü, cehalet taraftarlığı ve anti entelektüalizm…vb. Türkiye’de faşizmi kurumsallaştırma sürecinin çeşitli biçimlerde açığa çıkan süreçleri oluyor.

Faşizm ve Baskı Aygıtları 

Baskı aygıtları da farklılaşarak gelişiyor. 

Medya iktidarın ideolojisini üretirken zor aygıtına dönüşüyor. Ana akım medya ve haber kanallarından sürekli olarak üstümüze kusulan tehdit söylemlerinin ulaştığı boyut hepimizin malumu. “Polisleşen” köşe yazarları sayfalarından topluma sürekli parmak sallıyor. 

Bir diğer baskı uygulaması olarak, kamu kurumlarında ve özellikle de üniversitelerde üstlerine itaat etmeyenler ya da inşa edilmeye çalışılan “milli makbul vatandaşın” dışında görülenler KHK’larla cezalandırılıp, işinden atılıyor. 

Yargılama süreci olmadan iktidar eliyle suçlular ilan ediliyor. Yürütme, hukuk süreci içinde yargı yoluyla yasaları uygulamadan doğrudan yargılıyor ve cezalandırıyor. İhbarcılık, itibar kazanıyor.

Diyanet de ideolojik baskı aygıtları içinde iktidarın araçlarından biri olarak en öne çıkanlardan. Bütçesi birçok bakanlıktan kat kat fazla. Toplumla ilgili her konuda, eğitimden, sağlığa, politikaya ve ekonomiye kadar söz üretiyor. 

Kadınların nasıl davranması gerektiği, “iyi aile babası” ve “anne” olmanın muhafazakâr çerçevedeki “incelikleri”, kadını hane içinde tutmanın “gerekliliği”, “milli ahlak ve değerlere uygun anne-kadın” olma öğretileri temel işleri içinde.

Diyanete bağlı “Aile büroları” neredeyse Türkiye’nin tüm ilçelerinde kurulmuş durumda. Diyanetin protokoldeki yeri ise, cumhurbaşkanlığının hemen yanında.

Amaç Olarak Erkek Şiddeti

Geçtiğimiz haftalarda sokakta rastgele seçtiği Başak Cengiz’i samuray kılıcı ile öldüren Can Göktuğ Boz’un ifadesinde, “savunmasız ve zayıf gördüğüm için bir kadını seçtim” demesi, yaşanan süreci çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.

Erkek şiddetinin önü tamamen açılıyor. Erkekliğin en aşağılık biçimleri, en kaba halleri ortaya dökülüyor. Adeta kadınlara savaş açılmış durumda. Bu savaş, devletin yargısı ve polisi ile destekleniyor. Evde ve kamusal hayatta kadınlar, erkek şiddeti ile tehdit edilerek, kendilerine biçilen rollerin içine hapsedilmek isteniyor.

Sermaye birikimine ucuz işçi cenneti vaatlerinde bulunan iktidar, aslında zaten her zaman kadınlar üzerinden yarattıkları güvencesiz ve ucuz iş gücü koşullarıyla da kolaylık sağlıyordu. Şimdi, daha da yoğunlaştırılarak, kadınlara ekonomik kriz ve pahalılık koşullarında aileyi yüklenme ve aile geçimini sağlama görevleri hatırlatılıyor. Yerine getirmeyen kadınlara da “erkek sopası” gösteriliyor. 

Yasal güvenceler rafa kaldırılıp uygulanmayarak, erkek, polis ve hukuksuzluk şiddetiyle oluşturulan faşist bir çember içine sokulan kadınlardan tam hizmet ve koşulsuz itaat talep ediliyor.

Erkeklerden de siyasal İslam’a uygun dini referanslarla itaatkâr, milli ve yerli “vatandaş” rollerini yerine getirmeleri, “ailelerini de” buna uygun biçimlendirmeleri isteniyor.  Aile kurumunu çökertecek tehdit olarak hedef gösterilen LGBTİ+’lar çıplak şiddetin ve hatta olası katliamların önü açılarak, düşman ilan ediliyor.

Faşizmin kurumsallaşma sürecinde şiddet ana motivasyon aracı olarak kullanılıyor. Bu aracın ana kaynağı ve “meşru” zemini, ataerkil toplumsal ilişkiler ve erkek egemen iktidar biçimlerinden alınıyor.

Moral Üstünlük Kadınlarda, Kadın Hareketinde, Feminist Mücadelede!

Faşizmin kurumsallaşma süreci tamamlanabilmiş durumda değil. Sermayenin kölesine dönüştürülmek istenen işçiler, kadınlar, Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere halklar ve inançlar, öğrenciler, doğa ve yaşam savunucuları, laikler ve diğer büyüklü küçüklü toplumsal direniş odakları faşizmin kurumsallaşması önünde engel teşkil ediyor, baraj oluşturuyor.

Kadın hareketi tam da böyle bir sürece uygun bir okuma ve pratikle oluşturduğu direniş odağıyla, faşizmin kurumsallaşma hamlelerini engelleyen en önemli toplumsal dinamiklerden biri.

Kadın mücadelesi, kadınlara reva görülen şiddet sarmalına karşı müthiş bir direngenlik ve politikleşme ile mücadele sürdürüyor.

Aynı anda faşist iktidar tarafından kadınlar üstünde bin bir çeşit baskı aygıtları, şiddet ve hukuksuzluk ile korku inşa edilmeye çalışılırken, kadınlar en son 1 Temmuz “İstanbul Sözleşmesi” eylemleri ve ardından 25 Kasım’daki “Kadına şiddete hayır” eylemleriyle sokaklardaki fiili meşru mücadele hattını genişletti ve zaten var olan faşizme karşı moral üstünlüğünü genişleterek sürdürdü.

Şimdi, bir adım daha ileri atmanın zamanıdır.

Kadın hareketinin, farklı nüansları ortaklaştıran feminist bir politikayla, ulaştığı güce ve sokaklarda yakaladığı meşruiyete dayanarak oluşturduğu etki alanı üzerinden siyasal bir güce de dönüşmesi gerekiyor.

Bu güç, kadın hareketinin kendi gündemini ve şimdi-hemen gerçekleşmesini talep ettikleri acil ihtiyaçlarının şimdi-hemen gerçekleşmesini hedefler.

Aynı zamanda, sistem karşıtı özgün bir güç olarak aynı zeminde var olan başka toplumsal güçlerle ortaklaşarak, faşizmin kurumsallaşmasını daha güçlü engelleyebilir. Ve nihayet, erkek egemenliğinin ürettiği cinsiyet rollerinin ve cinsiyet eşitsizliklerinin ortadan kalktığı bir geleceğe doğru fiili-meşru adımlarla ilerler.

Şimdi, erkek ve erkek-devlet şiddetine ve sermaye sömürüsüne karşı oluşan gerilimli ama bir o kadar fırsat kokan havayı kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda yapılandırma zamanıdır.

 

Kaynak; Moment Dergi, Otoriterizmin yüzleri: Popülizm ve Faşizm