Akılcı Tek Alternatif Devrimci Olan-Ferda Koç

El Yazmaları’nın notu: Sosyalist solun mevcut krizinden ortak bir çıkışın sağlanması çabalarına katkı sunmak amacıyla, “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlığı altında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin çeşitli temsilcileri ve yazarlarına yönelttiğimiz çağrı çerçevesinde hazırladığımız dosyamızın on ikinci yazısını paylaşıyoruz. Halkevleri YK üyesi Ferda Koç’un yazdığı “Akılcı Tek Alternatif Devrimci Olan” başlıklı yazıyı ilginize sunuyoruz. Koç, Türkiye sosyalist hareketinin 90’lı yılların ortasından itibaren yeni bir tarihsel kuruluş sürecine girdiğini tariflerken bugünkü krizi de bu kuruluş sürecinin içerisinden ele almak gerektiğini vurguluyor.

Solun Genel Krizine Nasıl Bakmalıyız?

Türkiye solunun bugünkü krizi, kırk yıllık bir yenilgiler zincirinin damgasını taşıyor. Yenilgiler zincirinin başlangıç noktasında 12 Eylül 1980, son halkalarında Haziran İsyanı’nın sönümlenmesi ve Erdoğan rejimine geçişin durdurulamaması bulunuyor.

Türkiye solu 12 Eylül yenilgisinden bu yana ayağa kalkamadı, bağımsız bir devrimci hareket merkezi oluşturamadı, ardı ardına gelişen politik ve toplumsal krizleri devrimci bir sürece dönüştüremedi; bu yöndeki çabalar, kurulu düzen tarafından ardı ardına akamete uğratıldı. Bu kötü sonuçta elbette solun hatalarının da payı oldu ama solun sürekli yenilgi halinde tutulmasını sağlayan, politik ve toplumsal kriz süreçlerine devrimci bir doğrultu kazandırmasını engelleyen gerçek gücün, devletin merkezindeki kontrgerilla sistemi olduğunun altını çizmeliyim. Sömürge tipi faşizmin bu temel aygıtı, 12 Eylül sonrasında devrimci hareketin yeniden yeşermemesi için oluşturulan muazzam ölçekte ve ayrıntılılıktaki denetim sistemini, birkaç yılda bir tekrarlanan faşist bastırma hareketlerini ve iyi hesaplanmış yozlaştırıcı müdahaleleri, son derece zengin enstrümanlarla yakın bir zamana kadar ustalıkla yönetti. Sistem bugünkü parçalanmışlığı koşullarında dahi solun gelişmesini durdurmaya odaklı fonksiyonlarının büyük bir bölümünü kullanabiliyor.

12 Eylül’de örgütsel ve politik düzlemde yenilgiye uğratılan Türkiye solunun bu alanlardaki zayıflığı, yeni sömürge devrimlerinin 1980’lerde, Nikaragua devriminden sonra duraklamaya uğraması ve “barış süreçleri” ile tasfiyesi, Avrupa işçi sınıfı hareketinin neoliberalizm karşısında uğradığı yenilgi, reel sosyalizmin çöküşü ve “’93 süreci” olarak adlandırılan faşist terör kampanyası sonrasında ideolojik düzleme de taşındı. Türkiye solunun ideolojik temeli, ’90’ların ilk yarısındaki bu gelişmelerle belirsizleşmeye başladı. Türkiye devrimci hareketinin ana akımları, Devrimci Yol, TKP, Kurtuluş, ve TDKP’den arta kalan/kökünü alan örgütlerin ve kadroların büyük bölümü, 1994-96’da tarihsel liderliklerinin sürükleyiciliğinde BSP, ÖDP, EP’de yasallaştılar ve yasadışı/devrimci örgütlenmeyi gündemlerinden çıkardılar veya arka sıralarına ittiler. Silahlı mücadele temelinde varlık oluşturmaya çalışan devrimci merkezler, TKP (B), Devrimci Sol, TİKKO,  MLKP uluslararası boyutlar da taşıyan kontrgerilla operasyonları ile 19 Aralık 2000’deki cezaevleri katliamının sonrasında politik mücadeleyi silahlı mücadele temelinde yürütme yeteneklerini önemli ölçüde yitirdiler. 

Türkiye devrimci hareketi ile Kürt ulusal hareketi arasında 1960’lı yıllarda kurulan sinerjistik ilişki, KÖH’ün yeni bir temel üzerinde ve hızla geliştiği 1984 sonrasında yeniden kurulamadı. Türkiye solunun çok yönlü zayıflığı koşullarında Kürt hareketine yönelik olarak “cephede ve cephe gerisinde” yürütülen kapsamlı isyan bastırma hareketi, Türkiye toplumunun politik düşünce ikliminde dolaylı ve dolaysız Kürt düşmanlığını güçlü bir fenomen haline getirdi. Türkiye devrimci hareketinin yokluğu koşullarında gelişen KÖH, Türkiye siyasi ortamı ile ilişkisinde uzunca bir süre boyunca, kendi sürekliliğini sağlamasına hizmet edecek ve mevzi ilerlemesine katkıda bulunacak pragmatik bir çizgiyi benimsedi ve sol liberalizmle ilişkisini ön planda tuttu. Buna benzer bir durum, devletin Alevi nüfus içinde yürüttüğü sistematik çalışmaların da bir sonucu olarak (Kürt-Alevilerin bir kısmı da dahil olmak üzere) Aleviler için de geçerli hale geldi. Mezhepsel baskı altındaki Alevi halkın siyasallaşma sürecindeki sosyalist hegemonya zayıfladı, reformizm, liberalizm hatta Türk milliyetçiliğinin etki alanı genişledi; Alevi siyasallaşması, sosyal demokrasinin sağ ve devletçi siyasetinin hegemonyasına girdi. Böylece Türkiye sosyalist hareketi “doğal” toplumsal ve siyasal dayanaklarından ikisinde ciddi bir erezyonla karşı karşıya geldi.

DİSK’in kapatılması sonrasında devlet güdümlü sendikalara mahkum edilen Türkiye işçi sınıfı hareketi, 1983’te bağımsız sendikaların kurulması ve 1989 işçi baharı sürecinde yeniden bağımsız bir kitlesel örgütlenme yönelimine girdiyse de Türk-İş’in kontrolü dışına çıkamadı. Kamu çalışanları hareketinin işçi sınıfı hareketinin örgütsel temelini yenileyici enerjisi ise 1994-96 da sosyalist hareketin yasallaşması sürecinde heder oldu ve “memur sendikacılığı”na hapsedildi. Son olarak devrimci sendikal kadroların önderliğinde, sağlık ve enerji iş kollarında gelişen ve diğer iş kollarına yayılma eğilimi gösteren güvencesiz işçiler hareketi 2013 sonrasında iktidarın içerme operasyonları ile, Marmara bölgesi metal işçilerinin sarı sendika karşıtı isyanı “Metal Fırtına”, öncü işçi kuşağının siyasi ve sendikal bakımdan yeterince olgunlaşmamış olduğu koşullarda,  iktidar, MESS ve sarı sendikaların ortak baskısı altında sönümlendirildi. İşçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketi arasında, işçi sınıfı dinamizminin sosyalist harekete itilim kazandırdığı bir ilişki genellikle kurulamadı; ancak nadiren, geçici ve kısmi olarak kurulabildi.

Emperyalist kapitalist sistemin ilk adımlarını 1980 civarında attığı neoliberal politikalarla kapitalizmin küresel çapta yeniden örgütlenmesi, ’90 lı yılların başında iki kutuplu dünyanın ortadan kalkması, reel sosyalist ülkelerde kapitalizmin egemen hale gelmesi ve bu ülkelerin uluslararası kapitalist sisteme içerilmesi, ’90’ların ortalarından itibaren dünya politikasında ön plana çıkan, sömürgeleştirme ve yeniden sömürgeleştirme hareketleri, işçi sınıfı partilerinin ve devrimci örgütlenmelerin gerilediği koşullarda dünya halklarının dünya tarihinin gördüğü en büyük mülksüzleştirme ve proleterleştirme sürecinin kurbanları haline getirilmesi, emekçi sınıfların ve ara sınıfların kompozisyonlarının ve bağımlılık ilişkilerinin değişimi, kapitalizmin küresel çaptaki bu genişlemesine eşlik eden  ve emek sermaye mücadelesinin koşullarını köklü bir biçimde değiştiren yeni üretim ve iletişim teknolojileri, burjuvazinin siyasi egemenlik koşullarının, araçlarının ve iktidar teknolojilerinin aşırı gelişmesi buna karşılık devrimci siyasal ve toplumsal hareketlerin silahsızlandırılması ve düzenin tam denetimi altındaki mücadele kulvarlarına hapsedilmesinde somutlaşan 21.yy’ın dünyası 40 yıl boyunca yenilgiden yenilgiye sürüklenen Türkiye solunun krizini bir başka ve dünya-tarihsel bir plandan derinleştirdi. 

Kapitalizm, toplumsal egemenliğini ve hiyerarşisini neoliberalizm ve yeni sömürgecilik temeli üzerinde küresel çapta dönüştürmeyi başardı. Sosyalizmin bir tarihsel dönemi, 1917 Ekim devrimiyle açılan 20.yy’ın proletarya devrimi süreci 1990’lı yıllarda sona erdi ama aynı zamanda kapitalizmin de tarihsel bir döneminin sonuna gelindi. Nesnel olarak bu, sosyalizmin de kapitalizmin de yeni bir tarihsel döneminin açıldığı anlamına geliyordu. 

Uluslararası sosyalist hareketin ve Türkiye sosyalist hareketinin yenilgi sonrası bakiyesinin, bu yeni gerçekliğin içerdiği devrimci dinamikleri kavramaya, bu dinamiklerle ilerletici bir etkileşim kurmaya ve bu praxis üzerinden yeni devrimci tarihsel sürecin bilinçli öznesini oluşturmaya yönelmesi teorik ve pratik bir birikim sürecinden geçilmesini gerektiriyordu; elbette zaman alacaktı, ve öyle de oluyor. 

Türkiye Solunun Güncel Krizi 

Yukarıdaki anlatımdan da anlaşılabileceği gibi ben Türkiye sosyalist hareketinin 12 Eylül yenilgisiyle ortaya çıkan krizinin esas olarak sonuçlandığını, Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel bir döneminin sona erdiğini, 90’lı yılların ortalarından itibaren Türkiye sosyalizminin yeni bir tarihsel kuruluş dönemine girdiğini düşünüyorum. Türkiye solunun bugünkü krizini, bu yeni kuruluş süreci içerisinde ortaya çıkan bir kriz olarak ele almalıyız.

Bugünkü somut krizimiz de dönemsel bir yenilginin sonrasında ortaya çıktı. Türkiye solu olarak, devlet iktidarının merkezinde 2011’de patlak veren ve halen devam eden siyasi kriz sürecine bu güne kadar devrimci bir müdahalede bulunamadık. Üstelik bu aralıkta, Türkiye tarihinin en büyük halk ayaklanmasını, Haziran İsyanını da yaşadık.  Buna rağmen faşizmin krizini faşist güçler arasındaki bir hesaplaşmanın dışına taşıramadık. 15 Temmuz olayında en yüksek noktasına ulaşan bu çatışmada, çatışan faşist kliklerden birinin siyasi tabloya egemen hale gelmesini ve oluşturduğu yeni koalisyonla tek adam diktatörlüğüne geçişini durduramadık. Oluşturulan açık terörist rejim karşısında güçlü bir anti-faşist direniş merkezi ve direniş çizgisi oluşturmayı başaramadık. Üst üste gelen bu başarısızlıklar ve açık faşizm benzeri “tek adam rejimi”nin baskıları, ’90’ların ortalarından itibaren örgütsel, politik ve ideolojik gelişmesini ağır aksak sürdüren Türkiye sosyalist hareketinin siyasal örgütlerinin kadrolarında yaygın bir moral bozukluğuna, kitle bağlarında bir daralmaya ve liderliklerinin ve politikalarının sorgulanmasına ve bütün bunlara bağlı olarak göreli bir durağanlık ve kararsızlığa yol açtı. 

Diğer yandan yenilgi sadece sol hareket merkezleriyle ve politik başarısızlıkla sınırlı olarak yaşanmadı; kitle hareketi düzeyinde de stratejik bir kırılma yaşandı. Haziran İsyanı’nın geriye çekilmesinin sonrasında neoliberal yıkıma karşı hak mücadeleleri ekseninde gelişen halk direnişleri geri çekilmeye başladı; Kamudaki taşeron şirket işçilerin kademeli bir teslim alma programıyla kadroya alınması ve işkolu düzenlemeleriyle güvencesiz işçi hareketinin devrimci kitle örgütlerinin tabanı eritildi; 17-25 Aralık’ın ardından Erdoğan iktidarının eski kontrgerilla merkezi ile yan yana gelişi, seküler kesimlerin muhalefetinde bir duraklamaya yol açtı; Yeni faşist ittifakla birlikte 2015 Mart’ında İmralı Barış Süreci’nin sonlandırılması, 7 Haziran seçimleri sonrasında Kürt savaşının yeniden başlatılması, 10 Ekim katliamı ve “Demokratik Özerklik” ilan edilen Kürt yerleşimlerinde gerçekleştirilen yıkım ve katliamların sonrasında kitlesel Kürt direnişi de kırıldı. 

15 Temmuz 2016 olayı işte bu ortamda gerçekleşti. Ne Türkiye sosyalist hareketi ne Kürt özgürlük hareketi ne de ilerici-devrimci kitle muhalefetinin merkezleri, faşizmin iktidar merkezinde ortaya çıkan bu çatışmanın ardından güçlü bir demokratik atılımın önünü açacak bir inisiyatif alabildi. Sömürge faşizminin iktidar merkezindeki çatışma, AKP-MHP+ koalisyonunun yönetimi altında “tek adam diktatörlüğü”ne geçiş sürecine dönüştü. Ve iki yıl süren bu süreci engellemek için bağımsız bir strateji oluşturamayan ve sandığa sıkışan sol 24 Haziran 2018’de Erdoğan’ın başkanlığına engel olamadığı gerçeği ile yüzleşti. 

Artık bir süreç bitmiş, kapanmış ve yeni bir dönem başlamıştı. 2018 itibariyle karşımızda, yeni bir siyasi rejim bulunuyordu ve neoliberalizm bütün cephelerde zaferini ilan etmişti. AKP-Gülen koalisyonunun 2007’de devlet iktidarını ele geçirmesinin ardından gelişen neoliberal yıkıcılığa karşı direniş hareketleri, güvencesiz işçi hareketleri, dinbaz gericiliğin dizginsiz egemenliğine geçişi durdurmaya yönelik seküler kesimlerin direnişlerinde somutlaşan sol  muhalefet çizgisinin bu yeni gerçekliğin içerdiği toplumsal çatışma dinamiklerine göre dönüştürülmesi zorunluydu. 

Türkiye solunun bugünkü krizi, bu dönüşüm ihtiyacını karşılamakta gösterdiği yetersizliklerde aranmalıdır. 

Türkiye Solu Kendi Krizini, Türkiye’nin Krizini Aşma Mücadelesi İçerisinde Aşabilir mi?

Türkiye’nin yeni gerçekliğinin içerdiği devrimci çatışma dinamiklerinin nerelerde bulunduğunu anlamak için fazla beklememiz gerekmedi. Neoliberalizm bütün cephelerdeki zaferini ilan ettiği andan itibaren açık bir toplumsal ve ekolojik yıkıcılıkla, muazzam bir ahlaki çürümeyle ve nüfusun büyük çoğunluğunu baskısı altına alan bir beden disiplini politikası ile işletilebilen tahammül edilemez bir ekonomik gerçeklik haline geldi. 2019’da yüksek işsizlik rakamlarıyla hissedilir hale gelen ekonomik kriz, 2019 sonunda COVID 19 küresel salgınının patlak vermesiyle perdelendi. Ancak dünya piyasasındaki muazzam daralma, petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki büyük artışlar, turizm gelirlerinin dibe vurması ile Erdoğan tipi neoliberalizmin “Reis Gemisi” Beton Lobisi krize girdi. Erdoğan, faizleri akıl dışı bir biçimde düşürmeye zorladı ve bu da enflasyonun büyük bir hızla yükselişine neden oldu. Emekçi sınıfların hızla yoksullaştığı bu ortam, artık neoliberalizmin bir bütün olarak tasfiyesini ve emekçi halkın refahını istikrarlı bir temel üzerinde artırma hedefiyle  temel üretim ve hizmet alanlarının geniş ölçekli kamulaştırılmasını ve geniş çaplı bir ekolojik tarım ve hayvancılık reformunun yapılmasını günün sorunu haline getirdi. 

Devlet iktidarındaki parçalanma ve çatışmayı gerekçe göstererek geçilen “tek adam diktatörlüğü”nün devlet kurumlarını bütünlük içinde işler hale getirmek gibi düzenin en temel “onarım” ihtiyaçlarını bile karşılayamacağı ortaya çıktı. Başta kontrgerilla sisteminin kurumları olmak üzere devletin bütün temel kurumları, devlet iktidarına hep birlikte “çökmüş” kontrgerilla koalisyonunun bileşenleri arasında paylaşılmakta ve devlet içerisinde çetelerin, çıkar gruplarının, mafya derebeylerinin, aşiretlerin, tarikatların, siyasi nüfuz ticareti yapan politika erbabının, aile kümelerinin, lobilerin mevzi kapma yarışı her geçen gün daha da hızlanıyor. Bu ortamda 103 Amiral’in bildirisi, Peker-Soylu olayı, 15 diplomatın sınır dışı edilmesi talimatına karşı Dışişleri Bakanlığında gelişen direniş, ordudan özellikle işgal bölgelerinden sızan komuta kademesi sorunları da gösteriyor ki, parçalanmış bir kontrgerilla merkezinin artıklarını bir araya getirerek Kürt düşmanlığı, demokrasi ve özgürlük düşmanlığı ve emperyalist heveslenmeler üzerinden sömürge tipi faşizmin parçalanan aygıtını onarabilmek mümkün değildir. Bugünkü Türkiye toplumunda “burjuva siyasi egemenliğini” değil “devleti kurtarmanın” yani Türkiye halkı adına kamu yönetimini üstlenebilecek düzenli bir devlet işleyişinin oluşturulmasının tek yolu faşizme bir bütün olarak son vermektir, yani kontrgerillayı tamamen ortadan kaldırmaktır ve bütün halkın devlet yönetimine eşit ve etkin katılımını sağlayacak köklü demokratik dönüşümler gerçekleştirmektir. (Tersi de doğrudur; emperyalizmin ve büyük sermayenin egemenliğini sürdürmeye odaklanan bütün “siyasi onarım”, “restorasyon” projeleri düzenli ve tutarlı bir kamu yönetimi aygıtı oluşturma yeteneğini kazanamayacak, sömürge faşizminin yapısal/tarihsel krizini yönetmenin çalkantıları içinde iflas edecektir.)

Kısacası, neoliberalizmin zaferi ekonomik iflasla, sömürge faşizmini onarma girişimi siyasi iflasla sonuçlanmıştır. Egemen sınıfların değişik iktidarlarıyla bu tabloyu değiştirmek, yıkımı durdurmak da mümkün olmayacaktır. Türkiye halkının bu yıkımın üstesinden gelebilmesi için tek alternatif sosyalizm ve emekçi halk demokrasisidir.

Neoliberalizmin ve faşizmin krizinin karşısında, solun bugünkü krizine rağmen bu alternatifleri gerçek güçler haline getirebilmemiz mümkün mü?

Faşizmin ve neoliberalizmin günden güne derinleşen krizi karşısında sosyalist politik muhalefetin yakın döneme kadar etkili bir politik mücadele pratiği sergileyemediği bir gerçek. Bu durum Türkiye sosyalist hareketinin krizinin pratik görünümünü oluşturuyor. Bununla birlikte, 2018’den bu yana kadınların ve LGBTİ+’ların kitleselliğinden birşey kaybetmeyen mücadeleleri, ekolojik köylü direnişleri, Barış Akademisyenlerinden Boğaziçi direnişine uzanan üniversite mücadeleleri zinciri, “Pandemi yasakları” süresince market, kargo, inşaat ve enerji işçilerinin çoban ateşleri gibi yanan irili ufaklı direnişlerinin ardından enerji işkolunda patlak veren sarı sendika karşıtı hareketlenme, şeriatçı hoyratlığa karşı kadınların ve beyaz yakalı işçilerin yarattığı seküler direnişler, göçmenlere yöneltilen ırkçı-faşist saldırganlığa karşı görünür hale gelmeye başlayan sol tepki ve bütün bunların ötesinde pandeminin bir muhalefet bastırma aracı haline getirilmesine karşı Türkiye sosyalist hareketinin militan unsurunun sergilediği boyun eğmez direngenlik, Türkiye halkının derinliklerinde faşizme ve neoliberalizme karşı mücadele enerjisini canlı tutan sürekli bir temelin sağlanmış olduğunun kanıtları. Peker-Soylu skandalıyla ortaya dökülen pisliklerin milyonlarca insanın canlı ilgi konusu haline gelmesi ve halkı perişan eden enflasyon dalgası karşısında ortaya çıkan büyük hoşnutsuzluk dalgası ve yaygın protesto hareketleriyle birlikte kitle muhalefetinin yeni bir dalgasının yükselişine tanık oluyoruz. 

Kürt halkı, siyasi iradesi üzerindeki bütün baskılara karşın siyasi eşitlik ve özgürlük mücadelesini sürdürüyor ve Türkiye için güçlü bir demokratikleşme dinamiği, başta kadın hareketi olmak üzere toplumsal eşitlik mücadelelerinin önemli bir kaynağı haline geliyor. Bu mücadele dinamizmi, Kürt hareketini temsili siyaset düzleminde “denklemden çıkarmanın” mümkün olmadığı güçlü bir noktaya taşıdı. 

Bu nedenle, önümüzdeki dönemin siyasi mücadele düzlemi sömürge faşizminin değişik iktidar alternatifleri arasına hapsedilemeyecektir. Faşizmin ve neoliberalizmin bugünkü iflası karşısında Türkiye’nin demokratik ve eşitlikçi güçlerinin hiç de küçümsenmeyecek bir anti-faşist/sosyalist potansiyele sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Oysa, Erdoğan-Bahçeli koalisyonunun ekonomik ve siyasi iflası karşısında “kurulu düzenin” (eski deyişle “müesses nizamın”) merkezindeki güçler, yani emperyalist merkez(ler) ve oligarşi, devletini kurtarmak için devlet iktidarını yeniden şekillendirmenin yollarını arıyor. Bu yalnızca temsil alanına ilişkin bir arayış da değil. Başta ordu, istihbarat, adliye ve polis olmak üzere devletin örgütsel çekirdeğini teşkil eden bütün bir kurumsal altyapıyı dönüştürecek partnerlerin ortaya çıkarılmasına çalışıyorlar. 

Krizin devletin örgütsel çekirdeğinde yaşanması nedeniyle, bu sürecin düzen açısından meşru bir kurucu inisiyatife dayandırılması zorunlu. 15 Temmuz olayı nedeniyle bu kurucu inisiyatifin eskiden olduğu gibi kontrgerilla merkezli bir “karanlık alan”dan geliştirilmesi de olanaklı görünmüyor. Bu yeni kurucu sürecin merkezi inisiyatifinin, Erdoğan-Bahçeli ikilisinin hileler ve oldu bittilerle yürürlüğe soktukları “Başkancı Rejim Anayasası”nın sağladığı geniş “istisna üretme yetkisi”nden yararlanarak, temsil alanı öne çıkarılarak oluşturulması en makul yol gibi görünüyor. Yeni kurucu inisiyatif merkezine temsil alanının dışından katılacak “güç merkezlerine” yer açacak olan da yine temsil düzleminde çoğunluğu kontrol eden “irade sahipleri” olacak. Tabii bu “katılım” sürecinin, olacaksa, seçimlerden önceki çatışma/didişme sürecinde gelişmeye başlayacağını tahmin etmek güç değil. 

Millet İttifakı (Mİ), egemen güçlerin devlet iktidarını yeniden şekillendirme yönündeki arayışına karşılık vermeyi temel alan bir iktidar stratejisine göre oluştu. Siyasi krizin, “Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçilerek/dönülerek”, “hukukun üstünlüğünü” ve “liyakat esasını” yeniden egemen kılarak aşılabileceği iddiasında. İttifak bileşenleri bunun için bir an önce seçime gidilmesini istiyorlar. Amaçlarını “devleti düzene oturtacak”, yani emperyalizmle ve büyük sermaye ile kooperasyonu yüksek bir temsili iktidar merkezi oluşturmak olarak tanımladıkları için halkın gücünün ve eyleminin mümkünse yalnızca oy kullanma olarak devrede olacağı bir taktik planla hareket ediyorlar. Belirleyici öncelikleri, emperyalizmin ve büyük sermayenin desteğini almak, devletin temel kurumlarının, esas olarak da kontrgerilla altyapısında yer alan büyük güç kümelerinin iktidarlarına yol vermesini sağlamak. 

Ancak bütün bunlar egemen güçlerin “evdeki hesabı”dır. Sosyalistlerin, egemen güçlerin bu hesabının, çarşıda nasıl gerçekleşeceği, bu politik tasarıların seçimlere kadar, seçimler sırasında ve seçimlerden sonra nasıl bir somutlukta seyredeceğini kendi kavramsal araçlarıyla analiz etmeleri gerekir. Düzen dışı devrimci ve demokratik güçlerin bu süreci faşizmi ve neoliberalizmi yıkma noktasına taşıyacak bir politik müdahale aralığını elde edip edemeyecekleri bu analize bağlı olarak saptanabilir.  

Millet İttifakı’nın emperyalist merkezler, oligarşi ile mutabakat ve kontrgerilla altyapısında yer alan kümelerin devletin zor aygıtı içinde iktidar etmeye yeterli bir bölümünü yanına almayı öngören programı, devletin bugünkü iflasının yapısal-tarihsel temeline dayanarak “devleti kurtarma”ya çalışmak gibi bir imkansızlığı içeriyor. 

İflas eden neoliberal yeni sömürge kapitalizminin yıkıntısından büyük sermayeyi kurtarmayı temel alan bir yaklaşımın neoliberalizmle değil “yandaş/yeni yetme” sermaye ile hesaplaşmayı ön plana çıkaracağı da açık. Ancak “yandaş sermaye” yerine “geleneksel büyük sermaye”yi kurtarmaya odaklanan bir ekonomi politikasıyla neoliberalizmin bugünkü iflas tablosunu hafifletebilmek dahi mümkün değildir. 

Merkezini CHP’nin oluşturduğu Millet İttifakı’nın sağa doğru güç kazanarak büyütme politikasının arkasında esas olarak bu iki imkansız politik tercih bulunuyor. 

Millet İttifakı’nın “restorasyonculuk” olarak nitelendirilen bu programatik çerçevesinin, geçtik 2023 Haziran’ına kadar geçecek bir buçuk yılı, en kısa sürede gidilecek olsa dahi ayları bulacak bir erken seçime kadar yaşanacak ekonomik ve politik sarsıntılar içerisinde ne hale geleceği de öngörülemez. 

Örneğin, kur krizinin ilk günlerinde aynı anda birbirinden farklı çok sayıda sosyalist merkezin yaptığı protesto çağrılarını “iktidarın oyununa gelmek” olarak nitelendiren ve sosyalistleri Soylu’nun polisinin önüne atan CHP (ve Millet İttifakı’nın sağcı bileşenleri), sosyalistlerin kitlesel-militan protesto hareketlerini polis zorbalığına karşı boyun eğmeden sürdürmesiyle, kendisini iktidarın oyununa gelen taraf olarak buldu. Sosyalistler eylemleriyle CHP’nin sokaktan kaçış siyasetini sürdürülemez hale getirdiler. Artık aklı başında herkes, temsili iktidarın mümkün olan en “barışçı” biçimde el değiştirmesi için muazzam bir kitle seferberliğinin zorunlu olduğunu görüyor.  CHP’nin Mersin mitingiyle başlattığı süreç bu yöndeki bir hamle. Bu hamle karşısında Erdoğan-Bahçeli iktidarının başvuracağı karşı taktiklerin neler olacağını ve bunların CHP’de ve Millet İttifakı’nın bileşenleri içerisinde nasıl karşılık bulacağını şimdiden öngöremeyiz. Yine bu sürecin devlet iktidarının “karanlık sahası”nda nasıl ortaklıklara veya ayrışmalara yol açacağı da kolayca öngörülemez. 

Önümüzdeki süreç sadece siyasi iktidarın belirlenmesini sağlayacak bir seçim süreci olarak yaşanmayacak. Bu süreç, devlet iktidarının elde tutulması/el değiştirmesi ekseninde gelişecek bir siyasi mücadele dönemi olarak yaşanacak ve seçimler en iyi durumda bu mücadelenin “dış kabuğunu” oluşturabilecek. Elbette her durumda seçim düzlemindeki varlık, bu sürecin bütününe müdahale açısından stratejik bir mevki sunacaktır. Önümüzdeki dönemin devlet iktidarının belirlenmesini Cumhur ve Millet İttifakı’nın didişmelerine terkedilmesi de doğru değildir. Sosyalist hareketin irili ufaklı bütün merkezlerinin neoliberalizmin ve faşizmin iflas fenomenlerine karşı geliştirecekleri kitle seferberlikleri “krizin devrimci alternatifini” somut siyasi ve toplumsal güç haline getirebilir. 

Öte yandan, sandığa nasıl, hangi ittifak sistemi içinde ve hangi ortak çerçevede gidileceği önemlidir  ama önce bu sorunu çözmeye çalışmakla optimal bir çözüme ulaşmak kolay olmayacak hatta özel güçlükler yaratabilecektir. Bu yöndeki yöntemsel öncelik zorlamaları yeni ayrışmalara ve belirsizliklere neden olabilir. Oysa önümüzde Türkiye sosyalist hareketinin ve demokratik halk muhalefetinin doldurması gereken geniş bir siyasi mücadele alanı bulunuyor. Elbette düzenin iktidar alternatifiyle aramızda çok köklü farklar var . Biz “faşizmin daha iyi bir iktidarını” değil, faşizmin yıkılmasını istiyoruz, neoliberalizmin yozlaşmalarından arındırılmasını değil, neoliberal sömürge kapitalizmine son verilmesini istiyoruz. Ve bunlar birer temenni değil. Faşizmin temel kurumları kendi kendini tahrip etti, neoliberalizm maddi olarak sürdürülemez hale geldi. Faşizmin yıkılması ve sosyalizme geçiş bugünkü durumda Türkiye halkının tek rasyonel alternatifi. Bu temel farklılıklarımızı görünür hale getireceğimiz alan ise program deklarasyonlarından önce bu deklarasyonların içeriğini ortaya koyacağımız mücadele süreçleri olmalı. 

İmal edilecek mücadele süreçlerinden bahsetmiyorum. Anaakım muhalefetin halkı uzağında tutmaya çalıştığı siyasi mücadele ortamını belirleyen somut güç ilişkileri düzleminden söz ediyorum. Bu noktada iktidarın, seçimlerin içerisinde yaşanacağı ortamı şekillendirmek için hali hazırda başvurduğu ve devamla başvuracağı faşist saldırganlığa ve neoliberal istismara karşı mücadelelerin tayin edici bir önem taşıyacağını biliyoruz. Bunu daha önce de gördük. İktidarın bu süreçteki faşist müdahalelerine antifaşist halk hareketleri zinciriyle karşılık üretemediğimizde iktidar mücadelesi düzen güçleri arasındaki karşı devrimci bir oyun alanına hapsoluyor. Bu nedenle bir an önce yapmamız gereken şey, faşizme ve neoliberalizme karşı kitlesel militan halk direnişlerini yükseltmeyi ve bu direniş hareketleri boyunca, mevcut iktidarın faşist, kontrgerillacı, neoliberal, mezhepçi-ırkçı-kadın düşmanı, yağmacı, entrikacı, özgürlük düşmanı yıkıcılığını karşısına alan saydam, tam demokratik, kamucu, laik, eşitlikçi, ekolojist, toplumsal cinsiyet özgürlükçü bir toplum idealini, yani sosyalizmi öne çıkaran bir mücadele birliğini ve bu mücadele birliğinin politik-örgütsel formunu oluşturmaktır. Başarılı bir anti-faşist/sosyalist direniş çizgisi, sadece seçimlere değil, bütün bu siyasi kriz sürecine hakim bir konumdan ortaklaşa müdahale edebilmemizin yolunu açacaktır. Kürt siyasi hareketi ile Türkiye sosyalist hareketi arasındaki en kapsamlı birleşik mücadele düzlemi de bu ortak hatta kurulabilecektir. Türkiye sosyalist hareketi 2013-2018’de uğradığı yenilgiyi aşacak momentumu bu süreçte yakalayabilir.