Solun Güncel Krizi-Cemil Aksu

El Yazmaları’nın notu: Sosyalist solun mevcut krizinden ortak bir çıkışın sağlanması çabalarına katkı sunmak amacıyla, “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlığı altında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin çeşitli temsilcileri ve yazarlarına yönelttiğimiz çağrı çerçevesinde hazırladığımız dosyamızın on birinci yazısını paylaşıyoruz. Polen Ekoloji Kolektifi’nden Cemil Aksu’nun yazdığı “Solun Güncel Krizi” başlıklı yazıyı ilginize sunuyoruz. Aksu yazısında, solun tarihsel krizlerini tartıştırırken asıl olarak güncel krizlere odaklanıyor; “aciliyet” hissinden kurtulmak ve ekoloji tartışmalarına girmek gerektiğini vurguluyor.

Sosyalist hareketin doğum lekesi “kriz”dir. Kriz, sosyalist hareketin “kendiliğinden hareket” ile arasındaki bağların zayıf hatta bazen hiç olmamasıdır. “Sosyalist hareketin krizi” üzerine bir araştırma yapmaya girişmek bazı önkabulleri gerektiriyor. “Nesnel koşullar”ın bütün olanaklılığına rağmen “öznel faktör”ün çalışmadığını ifade eder. Kapitalizm krizdedir (küresel ve tarihsel nesnellik), Türk (ya da herhangi bir ulus) kapitalizmi ve devleti de krizdedir (yerel ve reel nesnellik). Fakat ne yerelde ne de kürede yükselen sosyalist bir bayrak yok. Yerel ve küresel düzeyde kapitalistler egemenlik kriz yaşarken, onu aşacak “başka türlü bir dünya” ufukta belirmiyor? Güney Afrika’dan Polonya’ya, Güney Kore’den Endonezya’ya sadece son on yılda tanık olduğumuz kitle isyanları ne kendi içlerinden kapitalist devletlerin iktidarına alternatif olabilecek işçi sınıfı ve halk iktidarının embriyonik biçimlerini yaratabildiler ne de zaten yakın olmadıkları geleneksel formları aşan yeni sendika ya da parti formları geliştirebildiler. Bu isyanlar “devrimci ilham”ın dünyadan hâlâ kaybolmadığını gösterdi.[1]

Son yarım yüzyılda mevcut hal ve gidişatı değiştirmeye yönelik stratejileri ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi ve geleneksel olanı, politikanın ana konusunun iktidar sorunu olduğunu söyleyen ve kendini sınıf/halk/parti ile devlet arasındaki savaş olarak kuran strateji. Diğeri de hegemonya stratejisi diye adlandırılabilecek, toplumsal hareket stratejisi.[2] Bu ikincisinin, geleneksel stratejinin yarattığı hayal kırıklığıyla olduğu kadar, 1970’lerden itibaren gelişen “yeni toplumsal hareketler” biçiminde teorize edilen sınıfın yeni sorunları ile ve elbette neoliberalizmin yarattığı yeni öznelliklerle bağı vardır. Yarım yüzyılda bu stratejilerin farklı denemelerini gördük. Filipinler, Nepal, Hindistan’daki Maoist partiler geleneksel stratejinin örnekleri sayılabilir. Chavez, Lula, Morales, Syriza, Podemos gibi hareketler de ikinci stratejinin örnekleri sayılabilir. (Trump’ın karşısına Sanders yerine Biden’ın çıkarılmış olması da belki listeye dâhil edilebilir).[3]Türkiye’de de ESP, Halk Cephesi, Maocu gruplar, vd. birinci sınıfa örnek teşkil edebilir. İkinci sınıfa Türkiye’den örnek seçmek epey zor; belki “aşkın ve devrimin partisi” dönemi ÖDP, HDK-HDP, ama daha çok kadın hareketi, Gezi “olayı” ve sonrası forum süreci,  ikinci sınıfa örnek teşkil edebilir. Eğer şimdiyi bir “tarihsel an” sayarsak, her iki stratejinin de kendi indinde başarılı olmadığını söyleyebiliriz.

Eğer bu – “kendiliğinden” ve sosyalist hareketin krizde olduğu savı – doğru ise, o zaman kapitalizmin krizinden bahsedemeyiz. Tabi, “krizi” sadece ekonomist bir yerden okumuyorsak, ya da Gramsci’nin değil de Lenin’in üçayaklı kriz tanımına sadık kalacaksak. Potansiyel değil, aktüel bir güç, hareket ya da örgüt var mı? Tersinden egemenler son 10 yılda karşı karşıya kaldıkları isyan dalgasının yarattığı krizden çıkabildiler mi?

Birinci sorunun cevabı şimdilik hayır, ikinci sorunun cevabı da şimdilik evet.

Birincinin olmaması ile ikincinin olması arasında diyalektik bir neden-sonuç ilişkisi var. İkisi de aynı anda hem neden hem de sonuç. O zaman “sosyalistlerin krizi” tartışmasını “kapitalizm krizde” tespitinin yarattığı aciliyet hissinden kurtararak yapmak zorundayız öncelikle. Çünkü aciliyet hissi tam bir yanılsama ve yabancılaşma üretiyor. Bunda egemenlerin “kriz” ile yönetmelerinin toplumda yarattığı hislerin de payı var. Kriz, kalp krizi gibi, ivedilikle çözülmesi gereken sorunları, “güvensizlik, ıstırap ve imtihanı çağrıştırır ve önkoşullarının yeterince açıklığa kavuşturulamadığı belirsiz bir geleceği işaret eder.”[4] Dolayısıyla kriz tespiti, krizi yeterince tartışmak için zaman olmadığını hissettirir. Ve kriz anını “tarihsel an” yapar. Bu “tarihsel an”da doğru yolu bulursak kurtuluruz, yoksa hasta masada kalır.

Kriz söyleminin aciliyet hissi hareketlerin volantarizmi ile birleşince felsefe, teori, kültürel çalışmalar için zaman(sızlık) krizi yaratıyor. Başka bir sürü örneği vardır ama Marx’ın Kapital’i yazmaya karar vermesi ve ömrünü bitiren o çalışmaya girişmesi “doktora tezi”ni bitirmek için olmadığını, komünist hareketinin “krizi”ne müdahale etmek için olduğunu hepimiz biliyoruz. Keza Lenin’in Ampiryokritisizm ve Felsefe Defterleri’nde toplanan Hegel okumalarının da. Zaman(sızlık) sorunu solu “reelpolitik” yapıyor. Sıklıkla evetçi-hayırcı ittifakların oluşması bununla ilgilidir. Zaman(sızlık) sorunu örneğin “sosyalizmin sorunları” hakkında bir araştırma yapılmasını imkân vermez. Çünkü Sovyetler üzerine bir araştırma Rusça, İngilizce bilmeyi, arşivlerde aylarca çalışmayı vb. gerektirir. Ve en önemlisi böylesi bir çalışma için uluslararası bir enstitü faaliyeti gerekir. Ayrıca bu zaman(sızlık) krizi, kadro krizi de yaratıyor.

Öncesi bir tarafa, 90’lardan beri, “tartışma süreçleri”, “emek/sendika hareketinin krizi”, “birlik, çatı, ittifak” girişimleri, tartışmaları hiç eksik olmadı. Ama krize neden olarak gösterdiğimiz konularda – örneğin Sovyet devriminin tarihi – ne ampirik ne de teorik kapsamlı bir çalışma ortaya koyabilmiş değiliz. Kırk yıl önceki yazıyı referans göstererek sorun aşağı yukarı hâlâ bu minvaldedir, deme durumundayız. Peki, geçen kırk yılda mesaimizi neye harcadık? Bugün yine bir kriz tartışması yapılacaksa, belki ilk yapılması gereken bu hiç eksik olmayan “solun krizi” tartışmasının tarihinin yazılması. Bu tartışmalardaki tarafların tezlerini öğrenmek bizi tekerrürden kurtarabilir.

Aciliyet hissinden kurtulup içinde bulunduğumuz süreci ya da konjonktürü de “tarihsel an” olarak telakki etmeden solun güncel krizini tartışmak mümkündür. Bugün yine krizi konuşuyorsak, bu güncel olarak, yani son yenilgimiz olan 12 Eylül’den sonra, şimdi bir kez daha yenildiğimiz için konuşuyoruz demektir. Tekrarlamak gerekirse, bu yenilgi küresel bir olgudur. Tüm ülkelerde egemenler kriz(ler)ini, şiddet yoluyla ezilenleri boyunduruk altına alarak aşmayı başardılar. Her devirde olduğu gibi, 1871’de, 1919’da, 1940’ta, ‘60, ‘80, 2000, 2020’de… Her biri birer şiddet dönemini imleyen tarihlerin hepsinde kriz ve tarihsel an tartışması yapılmıştır ve bu tarihlerin böyle süregelmiş gidiyor olması tarihsel andaki yenilgiye ve krize rağmen devrim ilhamının yok olmadığını da imler. Bunun “nesnel” bir olgu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü kapitalizmde emek-sermaye çelişkisi her an ve devrevi olarak krizler yaratmaktadır. O zaman bu tarihlere 2040’ı, 2060’ı da ekleyebiliriz şimdiden. 2040’ta devrim yapabilecek miyiz?

Eğer tarihten ders çıkaracaksak, tartışmasız ilk ders, yukarıdaki her bir devirde farklı program ve stratejileri takip eden isyanların, halk hareketlerinin egemenlerin şiddeti ile yenilgiye uğratıldığı dersidir. Yani hepsi devlet dersinde yenildiler. Eğer tekerrürden çıkmak istiyorsak bu apaçık dersi çalışarak ne yapacağımıza karar vermemiz gerekir.

Türk burjuva egemenleri Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte ve sonrasında muktedir olmayı her devirde başardılar. Muktedir olmak ikircimsiz şiddet sorunudur. Öldürmeye karar veren ve öldüren “devlet aklı”dır. Modern egemenliğin özü budur. Foucault’nun öznellikleri yaratan iktidarı da bu özün bir görünümüdür. Genel kabul gören anlamıyla hegemonya, bu özden sonra gelir. Fakat bu özü bir an için bile olsa gözden kaçırdığımızda yenilmemiz kaçınılmazdır.

Öncesi bir tarafa, 19 yıllık AKP dönemindeki sınıf/halk/parti-devlet çelişkisi stratejisi bakımından da hegemonya stratejisi bakımından da apaçık dersleri vardır. AKP iktidara 2000’de gerçekleşen bir darbe sonrasında gelmiştir. Solun bütün kesimleri 19 Aralık 2000’de gerçekleşen darbeyi topluma yapılmış bir darbe olarak görmemiştir maalesef. Ama darbeyi yapanlar öyle yapmışlardır. 19 Aralık katliamı olarak gerçekleştirilen darbe, 12 Eylül askeri faşist darbesi kadar konuşulmamaktadır. 12 Eylül darbesinden sonra Özal’ın gelişi gibi 19 Aralık darbesinden sonra da Erdoğan gelmiştir. Biliyoruz ki, 24 Ocak kararları ile 12 Eylül darbesi arasındakine benzer bir ilişki 19 Aralık darbesi ile Kemal Derviş yasaları arasında da vardır.

AKP, Türkiye’deki demokratik toplumsal güçlerin boyun eğdirildiği bir ortamda iktidara geldi. “Açılım siyaseti” sistemi zorlayan fay hatlarının sisteme içerilmesi bakımından bir hegemonya stratejisi olarak işlev gördü. Siyasetteki “açılım” havası, ekonomideki birikim modelinin yıkıma uğrattığı emekçi köylülerinin “çevre direnişleri” ile ve kent emekçilerinin  “kentsel dönüşüm”e karşı direnişleriyle karşılaştı. Birikim rejimi krize girdikçe “açılım siyaseti” de kapanmaya başladı. Cumhuriyet’in temel sorunu olan Kürt sorununda da “Büyük Ortadoğu Projesi”nde “rol-model ülke” olmak için “ileri demokrasi”nin “çözüm süreci” ise ilkin Kürt hareketinin HDK ve HDP’yi kurarak “özerklik-özyönetim programı”nı Türkiyelileştirme hamlesine çarptı. Ardından 2008 krizi ve “Arap Baharı”, BOP başta olmak üzere bütün büyük stratejileri değişmeye mecbur bıraktı. Tam 2013’te dünyada malî sıkılaşma politikası başladı ve Türkiye’de adım adım dövizlerin yükseldiği, TÜSİAD-MÜSİAD arası zikzakların başladığı, birikim modeli krizi başladı.

AKP iktidara nasıl geldi ise iktidarını da öyle korudu. Gezi isyanını, 7 Haziran seçim başarısını Haziran-Kasım 2015 sürecinde geliştirdiği şiddet ile bastırdı. Denebilir ki, 2014’teki 6-8 Ekim’de “kent savaşı” denemesini yaptı devlet. Ardından 15 Temmuz darbesi fırsatını iyi kullanarak tam bir OHAL rejimi kurmayı başardı. 2013-2016 yıllarında Gezi isyanı, 7 Haziran HDP’nin sandık başarısı ve “özyönetim direnişleri” şiddetle ezildi. Kendiliğinden hareketlerin Gezi’de, sandık siyasetinin 7 Haziran’da, silahlı isyan provasının “özyönetim direnişler”inde yenilgisini gördük. Hem de en acı halleri ile. Sadece bu üç şiddet yılının deneyimlerini ferasetle bilince çıkaramayan hiçbir parti hiçbir zaman Türkiye’de siyasal olarak devrimci bir güç olamayacaktır.

2013-16 şiddet yılları sayesinde, 2005’lerde yeniden ivmelenen, Gezi ile zirve yapan toplumsal hareketleri HDP etrafında birleştirerek Türkiye’deki toplumsal hareketin de liderliğini alan Kürt Hareketi ile birlikte bütün toplumsal muhalefet bastırıldı, dağıtıldı. HDP ve Kürt Hareketi her türlü şiddet yoluyla marjinalize edildi. Karşı karşıya kaldığı şiddet dalgasını göğüsleyemedi. Ona meyleden kitlelerse daha hızlı geri çekildi. Devrimci Kürt hareketinin liderliğindeki bir “birleşik devrim” hareketinin Devlet ve devlet için “kırmızı çizgi”, “bekâ sorunu” olduğu – parti olarak kendi varlığı için de aynı şeyin söz konusu olduğu – konusunda hemfikir olan CHP’nin desteği ile yaratılan bu koşullarda CHP “adalet yürüyüşü” ile yeniden toplumsal muhalefetin liderliğini eline aldı. HDP bile seçimlerde CHP’yi desteklemek zorunda bırakıldı. Ve sol artık CHP’nin cevaz vermediği sokak çağrıları karşılık bulmayan bir partiler, gruplar toplamı haline gelmiş oldu.

Bir dönem kapanıyor. Küresel olarak da yerel olarak da. Trump bir “ara dönem”di. Biden ile emperyalist Batı yeni bir ideoloji, yeni egemenlik teknikleri, yeni üretim bileşimi ile bu dönemi başlattı. Yeni Dünya Düzeni’nden Yeşil Yeni Düzen’e geçiyor emperyalist kapitalist sistem. Bu, sistemde hiçbir krizin olmadığı anlamında değil, egemenlerin şiddetle isyanların bastırılmasından sonra yeni bir reformizm dalgası (restorasyon) ile en azından ideolojik ve politik olarak hegemonya krizini aşmada daha avantajlı hale geçtiğini imler.[5]

Türkiye’de (ve aslında Türkiye gibi ülkeler de) egemenliklerini tehlikeye sokan halk hareketlerini yenilgiye uğratarak bu yeni düzene geçiş yapıyorlar. Şimdi iş, bu düzenin restorasyonuna katılacak mıyız, yoksa burjuva egemenliğinin yeni bir devrevi krizinde, onu zayıf anında yakalamak için hazırlık mı yapacağımıza karar vermeye kaldı. Hangi yolun “tek devrimci yol” olduğuna karar vermek değil mesele. Eğer burjuva egemenliğinin tehlikeye düştüğü anlarda rejimin karakterini unutmadan ve onun gereğini yaparak, aynı zamanda seçim müzakerelerinde boy göstermeyi başarabilecek bir yetkinliğe sahipsek birinci yol da devrimcidir. Ama o yetkinlikte değilsek sosyalistler seçime katılacaksa, ikinci yolu tercih ettiklerini halka beyan etmek için katılmalıdırlar.

Sosyalist hareketin güncel krizini aşmadan “tarihsel/yapısal sorunlar”a zaman bulması imkânsız görünüyor. Mülteciler, ekolojik yıkımın vardığı düzey, gıda ve su krizi, kuraklık felaketler gibi kapımızda duran sorunlar da cabası. Özellikle bu mülteciler “krizi” ve ekolojik yıkıma kapitalizmin cevabı hızla disptopik bir dünya yaratmak doğrultusunda. Denetimin, kontrolün her anı/mekânı/bireyi kapsadığı bir distopya. Dolayısıyla sosyalistlerin “sosyalizmin sorunları”nın yanında bir de ekolojik yıkım karşısında süren “ekolojik Leninizm”[6]tartışmasına bir an önce dâhil olmaları gerekiyor.

[1]https://www.polenekoloji.org/devrimin-bugunku-anlami-nedir/

[2] Lenin’in stratejisinin bu iki stratejinin ustalıkla birleştirilmiş hali olduğuna dair çalışma: Lenin ve Hegemonya Mantığı – Sınıf Mücadelesinde Siyasal Pratik ve Teori, Alan Shandro, Köstebek Kolektif Yayınları

[3] Bu aynı zamanda Negri-Hart gibi İmparatorluk-Çokluk-Meclis gibi, sistem-özne-örgüt konularında getirilen paradigmaların da iflas demesek de krize soktuğu anlamına gelir. Ve bu tür teorilerin de krize girdikleri yer devlet konusudur. 

[4]Reınhart Koselleck, Kavramların Tarihi, s.209

[5][5] Bu “geçiş”in ekoloji hareketi açısından yarattığı tuzakları ve çözüm arayışlarına dair hazırladığımız dosyaya bakabilirsiniz: http://www.abstraktdergi.net/dosya09-kapitalizm-ve-ekolojik-yikim-mucadele-yollari-ve-alternatifler/

[6] Ekolojik Leninizm tartışmasına dair bir literatür özeti için şu yazılara bakılabilir:

https://www.polenekoloji.org/devrimci-yanitlar-ekolojik-bir-leninizme-dogru/

https://www.polenekoloji.org/ekolojik-leninizmi-deneme-zamani-andreas-malmin-roportaji/