Sosyalist Hareketimizin Dününden Bugününe Bir Fikir Alışverişi – Bir Grup Örgütsüz Sosyalist

El Yazmaları’nın notu: Sosyalist solun mevcut krizinden ortak bir çıkışın sağlanması çabalarına katkı sunmak amacıyla, “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlığı altında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin çeşitli temsilcileri ve yazarlarına yönelttiğimiz çağrı çerçevesinde hazırladığımız dosyamızın onuncu yazısını paylaşıyoruz. Çağrımıza mail yoluyla yanıt veren kolektif bir yazar topluluğu, Örgütsüz Sosyalistler imzasıyla kaleme aldıkları bu yazıda, sosyalist hareketin, tüm hareketi kapsayan, ortak, uzun vadeli sistematik, üzerine titizlikle düşünülüp adım adım hazırlanmış bir plana olan ihtiyacını vurguluyorlar.

 

Sosyalist hareket denince, ilk elden onlarca parti, grup ve çevre akla geliyor. Ancak, bu grup ve çevrelerin toplam etkisi halkın ilgisini çekmekten çok uzak.

Halk nezdinde “olmadık işlerle uğraşanlar” olarak algılanan bu grupların varlığı kanıksanmış olsa da bu kanıksanma halk açısından bakıldığında bir kabullenmeden daha çok halkın bu gruplara göstermiş olduğu demokratik tahammül olarak ortaya çıkıyor. Atılan sloganlar ise, eski sihirli etkilerini kaybetmiş, dar çevrelerin kendilerinden başka kimseyi heyecanlandırmayan fantezileri olarak kalıyor. Devrimci çalışma denen şey, giderek mahfil alışkanlıklarına ve nostalji ritüellerine dönüşüyor. Söylemler; ya aynı şeylerin yinelenmesi ya da orijinallik uğruna icat edilen içeriksiz monologlar olmaktan öteye gidemiyor.

Daha birçok şey eklenebilir ancak, “sol’un krizi” olarak algıladığımız genel halimizin, en temel nedeni olarak gördüğümüz ve bir türlü içinden çıkamadığımız “gruplar” aşamasını ele almayı uygun bulduk.

Tam elli yıl önce, en eski bir ses “demek ki, kırk yılın kazancı partiyi yitirmek olmuş” diyordu. O günlerde, solun krizi olarak görülen şey bugün de aynen devam ediyor. Bir farkla ki, o gün parti yoktu, bugün ise çok.

I. 2014 Ayrışmalarının Bazı Çağrışımları Üzerine

Yedi yıl önce, TKP’nin önce KP ve HTKP olarak ikiye bölünmesi, sonrasında HTKP’den bir üçüncü, TKH ayrışması yarım asır önceki sosyalist hareketin başından geçenleri andırdığı için, bizde hayli olumsuz çağrışımlar yarattı.

Bugün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın verilerine göre bu üç grubun üye sayıları sırasıyla: TKP:4565, HTKP(TİP):5092, TKH:1040 olarak verilmiş. Bir zamanlar aynı grubun içinde bulunan sosyalist hareketimizin bu üç irice grubu, sosyalist hareketin dağılma dinamiğinin karakteristik birer örneği olduğu için ele alınmıştır.

Bugünkü sosyalist grupların soy ağacı izlenirse benzer bir dağılma sürecinin bu gruplar için de söz konusu olduğu görülecektir. Yedi yıl önceki bu bölünmede her bir grup bir ölçüde kendi hikayesini bulabilir. Her ayrışmada ayrışan taraflar kendilerince çok haklı gerekçeler (yoksa mazeretler mi demeli) ortaya sunmuşlardır.

Ancak, burada bugünkü partilerin ayrışma gerekçelerini değil, yarım asır öncesinin sosyalist hareketinin bizde olumsuz çağrışımlar yaratan hal’i pür melalini çok kısaca hatırlatmak isteriz.

2014’ten 40 yıl öncenin fraksiyonlarının neredeyse tümü, ülkede bir İşçi Sınıfı Partisi’nin, hem olmadığı, hem de hayli çok olduğu üzerinde, zımnen “söz birliği” içindeydi. Üzerinde “birlik” oldukları biricik sonuç buydu.

Ne demek istiyoruz?

Her birinin kendi dışındakiler hakkında söylediklerine bakılırsa, hakikaten ortada bir “İşçi Sınıfı Partisi” yoktu. Zira, kendi dışında hiçbir çevrenin bu vasfı taşımaya layık olmadığına inanıyorlardı.

Her birinin kendi hakkında söylediklerine bakılırsa, ortada birçok “İşçi Sınıfı Partisi” vardı(!) Zira her birisi, kendisinin bir “İşçi Sınıfı Partisi” olduğu –en azından bu “potansiyeli haiz” olduğu– diğerlerinin, istiyorlarsa, kendi çevresi etrafında birlik olmaları gerektiği kanısındaydı.

O günlerin sosyalist hareketinde “diyalektik zıtların birliği”  işte tam da böyle tezahür ediyordu.

Bugünün mevcut durumu farklı mı?

Üzerinde düşünmeli.

* * *

Yedi yıl önceki bölünmeyle kurulan HTKP’nin (bugünkü TİP’in) genel başkanı, kendi ayrışmalarını, “Solda genel olarak hakim olan, mevcutla yetinme eğilimi TKP’nin devrimci kadroları tarafından kabul edilmemiştir” diye izah etmişti. (“TKP neden bölündü?” haberi, 29.07.2014, birgun.net)

Demek ki, “mevcut”, tıpkı elli yıl öncesinde olduğu gibi hâlâ, kendisiyle yetinmemeyi gerektirecek kadar değiştirilmeye muhtaç.

HTKP’den ayrışan TKH’nin bir Merkez Komite üyesi de kendisiyle yapılan bir söyleşide, “… İşçi sınıfının örgütlenmesinde başarısız olduk. … Emekçi sınıflarla buluşamayan bir TKP bizim tarihimizdir …” der. (Marksist Manifesto, Nisan 2017, s. 191)

Demek ki, eski kuşaktan bir yarım asır sonra da hâlâ bir İşçi Sınıfı Partisi yok.

Sayın MK üyesi, yukarıda anılan söyleşide, “… nasıl bir parti tartışmasını merkeze koymak istiyoruz. Tıpkı 1902 yılında Bolşeviklerin yaptığı gibi…” (aynı dergi, s. 192) diyerek, Lenin ustanın “Ne Yapmalı?”sını işaret eder.

Türkiye Sosyalist Hareketinin nasıl olup da her defasında tarihi yeniden başlatan kopukluklarla tekerrür edebildiğini düşünmeden edemesek de şimdilik bu meseleyi açmadan “Ne Yapmalı?” üzerine bir okuma denemesi yapalım bizde.

II. Ustanın Eserinden Bir Bölüm Bize Ne Anlatıyor?

Lenin’in “Ne Yapmalı?”sının sadece bir bölümü bizim ne olduğumuzu (veya ne olamadığımızı) göstermeye yeter gibi görünüyor bize.

Ama tabii, okumak var, “okumak” var.

Kitabın IV. Bölümünün ilk başlığı “İlkellik Nedir?”

Bilindiği üzere, Lenin, kendisinin de mensubu olduğu bir çevrenin 1894–1901 arası 7 yıllık tecrübesini anlatır, “ilkellik nedir?” sorusuna cevaben.

Bize çarpıcı gelen kadarını özetleyelim:

“… Bir öğrenci çevresi, hareketin eski mensuplarıyla, başka bölgelerdeki veya hatta aynı kentte öteki (ya da diğer eğitim kurumlarındaki) çalışma çevreleriyle bir bağ kurmadan, devrimci çalışmanın çeşitli kısımlarını örgütlemeden ve belirli bir zamana yayılmış olan sistematik bir faaliyet planı yapmadan, işçilerle bağlar kurar ve işe girişir. …”

“İlkellik” tezahürü olarak çizilen bu profil bize de uyuyor. Özellikle kendi dışımızdaki çevrelerden kopukluk (birbiriyle “bir bağ kurmadan”), plansız (“belirli bir zamana yayılmış olan sistematik bir faaliyet planı yapmadan”) gelişigüzel “iş yapma” bakımından.

Devam ediyor Lenin:

“… Bu çevre, propaganda ve ajitasyonunu adım adım genişletir; faaliyetleriyle, hayli geniş işçi çevrelerinin, içinden ‘komiteye’ yeni genç grupların katıldığı ve parasal destek sağladığı belirli eğitimli kesimlerin sempatisini kazanır. Komitenin (ya da Mücadele Birliği’nin) çekim gücü büyür, faaliyet alanı daha genişler; komite bu faaliyeti tümüyle kendiliğinden genişletir; birkaç ay veya bir yıl öncesine kadar öğrenci çevrelerinin toplantılarında konuşan ve ‘nereye’  sorusunu tartışan, işçilerle bağ kurup bunu sürdüren, broşür yazan ve yayınlayan aynı kişiler şimdi diğer devrimci gruplarla bağ kurar, yazın üretir, yerel bir gazete çıkarma işine girişir, bir gösteri örgütlemekten söz etmeye ve nihayet …açık mücadeleye başlar…”

Sahadaki işçi ilişkilerimizin zayıflığını göz önüne alınca, söylemde dilinden “işçi sınıfı” düşmeyen bizlere kıyasla, Lenin’in ilkellik olarak tasvir ettiği durum, çok ileri ve tabii kıskanılası bir durum diyebiliriz.

Oysa, Çar’ın küçücük bir fiskesiyle darmadağın oluveren; işçilerin, öğrencilerin gözünde onca fedakarlıkla kazanılan sempatiyi kaybedip, güvensizliğe dönüşmesine yol açan, dolayısıyla sıklıkla uğradığı kesintilerle bir süreklilik kazanamayan bu kendiliğindenliği, haklı olarak, bir amatörlük hastalığı olarak nitelendirir.

Onların –bize kıyasla hayli ileride görünen– durumu “amatörlük” ve “fiyasko” idiyse bizimkisi nedir? sorusu kafamızın bir yerinde bulunsun.

“Bu şekilde başlayan eylemler, genellikle, hemen ve tam bir fiyaskoyla sonuçlanır” dedikten sonra, “çünkü..” diye sürdürür Lenin:

“… çünkü bu açık mücadele, uzun vadeli ve kararlı bir mücadele için sistematik, titizlikle düşünülüp adım adım hazırlanmış bir planın değil, fakat alışıldık çalışma çevresi işinin kendiliğinden gelişiminin sonucuydu…” (Selected Works V.1, s. 169)

Eski kuşağın her biri kendini “işçi sınıfı partisi” olarak gören (ama kendi dışındakileri zinhar reddeden) grupları da her eyleminde, yakın oldukları “diğerleri” ile o eyleme has anlık taktik planlar yaptılar elbet. Ama bir kere bile, tüm hareketi kapsayan, ortak, uzun vadeli “sistematik, titizlikle düşünülüp adım adım hazırlanmış bir plan” ihtiyacı duydular mı acaba?

Bugünkü mevcut durum, geçmişin de bir benzeri ise, bu soruya evet demek ne yazık ki mümkün görünmüyor.

Onun içindir ki, Ne Yapmalı’da “amatörlük” olarak nitelenen düzeyin bile karikatürü olarak, her biri bir yerlere dağılmış halde bugün.

* * *

Lenin, “sistematik, titizlikle düşünülüp adım adım hazırlanmış bir plan” ihtiyacından söz ederken, “neyi planlamak” gereğinden söz ediyordu? Yani onlar, “nasıl bir parti” murat ediyordu?

Cevabını ararken, bu “nasıl bir parti tartışması..”na naçizane bir katkı kabilinden, Lenin’in, kuşkusuz çoğumuzun bildiği şu sözlerini, bir de biz aktarmış olalım: “Bir örgütün karakteri, doğal olarak onun faaliyetlerinin muhtevası tarafından belirlenir.”(a.g.e., s. 168)

Peki, onların tasarladıkları parti faaliyetinin ana muhtevası neydi?

Yine Ne Yapmalı’dan aktaralım:

“… Ve devrimin kendisi, … hiçbir şekilde tek bir eylem olarak değil, fakat, az çok güçlü başkaldırı dönemlerinin yerini süratle az çok tam sükûnet dönemlerine bıraktığı bir dizi (iniş çıkışlar) olarak görülmeli. Bu yüzden, bizim Parti teşkilatımızın faaliyetinin esas muhtevası, bu faaliyetin odak noktası, tam bir sükûnet döneminde olduğu gibi en güçlü bir başkaldırı döneminde de hem mümkün hem de zorunlu olan iş, yani,

  • tüm Rusya (biz Türkiye diyelim) çapında irtibatlandırılmış,

  • yaşamın bütün görünümlerini (veçhelerini) aydınlatan,

  • ve yığınların mümkün olan en geniş kesimleri arasında yürütülen

siyasi ajitasyon işi olmalıdır. …” (SW, s. 230)

Paragrafın bütünlüğünden kopararak, madde madde sıraladık ki, kendi fiziksel yapılanmamız ve yazınsal birikimlerimizle, burada dile getirilen fonksiyonlar arasındaki makası daha rahat görelim.

* * *

Görüldüğü gibi, onların gördüğü temel misyon, “tam bir sükûnet döneminde olduğu gibi en güçlü bir başkaldırı döneminde de hem mümkün hem de zorunlu olan iş”, yani gerçek bir işçi sınıfı partisinin “… faaliyetlerinin muhtevası …”, yukarıda alt alta sıralanan çapta bir “siyasi ajitasyon” olmalı.

Sosyalist grupların mevcut kapasitelerinin bu faaliyeti başarmaya uygun olup olmadıklarını cesaret ve samimiyetle tartışabilmelerini dileriz.

Bugün kendilerini 68 ve 78 kuşağı diye tanımlayan nesil bunu yapamadı.

İlki yetmişli ikincisi altmışlı yaşlarını yaşayan bu iki kuşaktan ve yeni kuşak sayılabilecek ama en genci kırklı yaşlarında olan diğer sosyalistlerden oluşan ve başarılamayan bu temel misyondan ötürü kendini Örgütsüz Sosyalistler olarak adlandıranlar olarak, yaşamlarımızı “Örgütlü” olarak noktalayabilme umuduyla bu samimi tartışmanın bir bileşeni olmayı umuyoruz.

Dileğimiz, yeni neslin kendinden önceki kuşakların deneyimlerinin ışığında bunu başarması.

Eğer yapılabilirse, buna yardımcı olabileceğini düşündüğümüz için, o üç koşul hakkındaki görüşlerimizi açmak istiyoruz.

Bu, eksiklik ve hatta yer yer yanlışlar da barındırabilir elbet.

Maksat, konu grup liderlerince masaya yatırılırsa, tartışmaya naçizane bir katkı olsun.

III. “Yaşamın Tüm Veçheleri”nden Ne Anlıyoruz?

Partinin temel işlevi olarak görülen “siyasi ajitasyon” denince, kimsenin, amiyane deyişle “gaza getirme” gibi bir şey düşüneceğini sanmıyoruz.

Zaten işçilere, “sömürülüyorsunuz!”, “kahrolsun patronlar, kurtuluş sosyalizm!” demenin; öğrencilere, “mezun olunca iş bulunmuyor!”, “genç işsiz oranı şu kadar!” “bilimsel eğitim!” vs.. demenin “gaza getirme” işlevi bile görmeyeceği açık.

Peki, “yaşamın bütün görünümlerini (veçhelerini) aydınlatan” ajitasyon ne?

Bir defa, hepimizin bildiği gibi, soyut, genel geçer klişelerden olmamalı.

Sosyal, ekonomik, siyasi yaşamın tüm ilişki ve çelişkilerinin somut tezahürlerini işleyebilmeli, gösterebilmeli.

Doğrulanabilir bilgiye dayanmalı; bilgiye dayalı, ufuk açıcı, doyurucu analiz ve yorumlarla olmalı. Ve, zaman içerisinde hedef kitlelerin gözünde, söz yerindeyse, “bunlar ciddiye alınası, kulak verilesi insanlar!” izlenimi yaratacak kadar sürekli olmalı.

* * *

İşçilere dönük broşürler, yalnız işçilerin yaşadığı sömürü, ezi tezahürleriyle sınırlı olmamalı.

Elbette madende, inşaatta, tersanede, fabrikada, atölyedeki ağır çalışma koşulları, iş cinayetleri, düşük ücret, kayıt dışılık zulmü, kıdem tazminatına ahlaksızca uzanan eller, örneğin Tayyip Erdoğan vb. gibi birinin, “grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. …iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i” gibi itirafları, uygun momentlerde mutlaka işlenmek, teşhir edilmek zorunda.

Ama bunda bile, bir sektördeki işçileri, diğer sektörlerdeki ezi ve sömürü örneklerinden haberdar etmeye de özen gösterilmeli.

Zira bir sektörün işçileri kendilerinin maruz kaldığı zulmü zaten yaşamından biliyor.

Diğer sektörlerdekinden haberdar olmalı ki, sınıf içi kader birliği üzerine bir farkındalık oluşturmaya yardımımız olsun.

Bu alanda en zengin bilgi kaynağımızın, açık haber kaynakları kadar, sendikaların araştırma birimleri olduğu da unutmamalı.

Bildiri ve broşürlerde bu kaynakları belirtmek, hatta gerektiğinde sendikanın ilgili yayınını ulaştırmaya özen göstermek de, işçilerde, onların acılarıyla yakından ilgilenen sendikal örgütlenmelerin varlığına dair farkındalık oluşmasına da katkıdır.

Bizde “Marksist klişe”ye dönüşmüş gibi görünen “dışarıdan bilinç taşıma”  kavramının deyim yerindeyse sınıf içi manası böyle bir şey. Çeşitli sektörlerdeki işçilerin, kendi sektörü dışındaki sektörlerdekilerle sınıfdaşlığının farkına varması…

* * *

Elbette iş, sınıf içi yaşamın somut tezahürlerinin teşhiri ile sınırlı değil.

Ne diyor usta, “yaşamın bütün görünümlerini (veçhelerini) aydınlatın”.

Mesela,

  • Tayyip Erdoğan, “… grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız..” mı dedi. Grevi tehdit olarak algılayan zihniyeti teşhir etmekle kalmamalı; aynı günlerde büyük grevlerin olduğu Hollanda, Almanya, Fransa’da grevler hak iken, bizim nazenin “iş dünyamız..” nezdinde niye saygın bir hak olarak tanınamadığı da sorgulanabilmeli,

  • Hatta, örneğin bizim burjuvazinin yaratabildiği ekonomi ortamı, cari açıksız (dış borçsuz) büyüyememek gibi müzmin bir hastalıkla malulken, niçin bizim Konya ovası kadar küçücük Hollanda’nın ekonomisi cari fazla verebiliyor? Sanayisi bizden çok daha yüksek oranda robotlaştığı halde işsizlik oranı nasıl bizdekinin yarısından bile az olabiliyor? vb. gibi sorular uyandırabilmeli, izah edilebilmeli,

  • Hatta, çalışan nüfusu ve yıllık ortalama çalışma süresi, örneğin Hollanda’dan çok daha fazla olduğu halde, yıllık katma değer üretiminin Hollanda’dan daha düşük olmasının Türk ve Hollandalı çalışanların birim emek değeri açısından ifade ettiği şeylere; bununla ilişkili olarak, Hollandalı (veya Hollanda sanayinde Türk asıllı) bir işçi emeklisinin Türkiye’nin pahalı sahillerinde tatil yapabilirken, Türkiye’de çalışıp emekli olmuş birinin ay sonunu nasıl getireceğini bilemez halde olması vb. gibi sonuçları da teşhir edilebilmeli, izah edilebilmeli, 

  • Bizde –AKP’li CHP’li fark etmez– tüm belediyelerde burjuvazi, kentsel ranta hücum eder, “inşaat ya resulullah” ekonomisinden daha kârlı bir birikim alanı yaratamazken, onlar nasıl oluyor da yüksek katma değerli bir sanayileşme yaratabiliyor? vb. gibi sorular da uyandırabilmeli, izah edilebilmeli,

  • Gıda, ilaç, gübre vb. tekellerinin sebze meyve, süt ve et üreticisi köylüleri nasıl sömürebildiğinin; bunlara karşı köyde kooperatifleşme mücadelesinin düzeyi ve kooperatifleşmenin tekeller karşısında güçlenmenin aracı olduğu kadar, küçük ve orta köylülerin, toplumsal karar mekanizmalarına katılım becerisi ve gücü kazanmasının staj alanları işlevi de görebileceğinin somut görüngüleri de yakalanmalı, hem işçilerle hem köylülerle paylaşılabilmeli, vb…

Yaşamın bu gibi sayısız somut tezahürlerini tanımak, işçilerin, Türk burjuvazisinin hastalıklı reflekslerini anlamasına yardımcı olabileceği gibi, ilgi ve dikkatini köyün küçük üreticilerinin çıkarlarına, çıkmazlarına yöneltmesine de yardımcı olabilir.

İşçi sınıfının sınıf bilinci, kendi dışındaki hasım veya dost sınıf ve tabakaların reflekslerinin somut tezahürlerini fark ettikçe gelişip güçlenebilir.

İşçi sınıfına dışarıdan bilinç akışı, esas olarak, bu demek. Onlara “aydınca” önderlik taslamak değil.

Nasıl “insan insanın aynası” ise, yani insan kendisinin farkına “öteki” ile varırsa, sınıf da sınıfın aynasıdır; “ötekini” tanımak, kendinin farkına varmasına yardım eder.

* * *

Bu kadar mı?

Bir işçi sınıfı partisi, örneğin,

  • Dünya askeri/jeopolitik güç dengelerinde değişim eğilimlerinin,

  • DB–IMF eksenli mevcut finansal yapıya karşı Pasifik/Çin eksenli AIIB (Asian Infrastructure Investment Bank) rekabetinin doğması gibi, dünya finansal güç ağırlık merkezlerindeki değişimlerin,

  • Üretimde robotlar ve yapay zeka yoluyla meydana gelen verimlilik artışlarına karşılık giderek artan gelir eşitsizliğinin ve yoksulluğun,

  • Küresel ısınma ve “karbon ayak izi” kavramlarının,

  • Salgınlar ve diğer felaketlerde kamusal refleksin zayıflığının,

  • Giderek dijital emperyalizm diye adlandırabileceğimiz, milyarlarca insanı kayıt ve dolayısıyla kontrol altında tutan teknolojik gelişmenin 

ardındaki sınıfsal dürtülerin somut tezahürleri üzerine de konuşabilmeli işçilerle.

Sözün özü, “yaşamın tüm veçheleri” çok geniş kapsamlı.

Söz konusu “siyasi ajitasyon” görevinin diğer iki koşuluna gelince.

IV. “Siyasi ajitasyon”un coğrafi ve toplumsal kapsamı üzerine

Ne diyor Lenin?

O son derece geniş kapsamlı “siyasi ajitasyon” faaliyeti, “tüm Rusya çapında irtibatlı” olmalı.

Bize gelince, bu, 81 vilayeti kapsamalı diyor yani.

Dahası, 81 ilde, birbirinden kopuk onlarca çalışma grubunun kendiliğinden amatörce işlerinden değil, iyi düşünülmüş bir plan dahilinde irtibatlandırılmış, sistemli bir faaliyetten söz ediliyor.

* * *

Faaliyetin toplumsal kapsamına gelince, “yığınların mümkün olan en geniş kesimleri”ni işaret ediyor.

Biz bunu şöyle okuyoruz: Mevcut durumda, işçi sınıfının tüm kesimleri içinde olamayabiliriz, köylüler arasında olamayabiliriz. İşçi, aydın, üniversite gençliği içinde, ne kadar varsak onunla başlayabiliriz diyor.

Tabii başlayabiliriz demek, hep mevcut durumu sürdürelim demek değil.

Sistemli, iyi düşünülmüş planlı bir “siyasi ajitasyon” faaliyeti, inandırıcılık, dinlenilirlik, saygı ve güven kazandıkça, etki ve faaliyet alanının adım adım genişlemesi de beklenir.

V. Bitirirken Geniş Kapsamlı Görevlere Dair Birkaç Söz

Sözün kısası, sosyalist hareketin omuzlarındaki görev, ajitasyonunun gerek içeriği, gerek coğrafyası, gerekse toplumsal yayılımı bakımından, çok geniş kapsamlı.

* * *

Parti, o geniş kapsamlı görevleri hayata geçirmenin aracı olduğuna göre, yapısı ve işleyişi o amaçlara uygun olmalıdır.

Lenin’in, “Bir örgütün karakteri, doğal olarak onun faaliyetlerinin muhtevası tarafından belirlenir”  şeklindeki sözlerini böyle okuyoruz.

Peki, hareketimizin mevcut yapısı ve işleyişi, burada konuştuğumuz geniş kapsamlı görevleri omuzlamaya uygun mu değil mi?

Hangi işlevlere uygun bir yapısal dönüşüm gerekiyor?

Lenin’in buna “Ne Yapmalı?” eseriyle verdiği yanıtın bir özetini konuştuk.

Gruplar, bu işlevler üzerinde mutabık kalırsa, ona uygun yapısal dönüşümün nasıl olması gerektiği de konuşulup tartışılabilir.

Yani, söz yerindeyse, “ne yapmalı”da mutabık kalınırsa “nasıl yapmalı” aşamasına geçebilir gruplar.

* * *

Şimdilik bitirirken, geçmiş tecrübelerimizin bize “ne yapmalı”yı değil ama “ne yapmamalı”yı öğrettiğini bir kez daha belirtelim.

Önceki nesil, birkaç “birlik” denemesi yaptı, ama yeni bir sentez uğruna mevcut dükkan varlığını sonlandırmayı kimse göze alamayınca, ortaya tekrar tekrar bölünmeler getiren, “dükkanlar birliği” gibi ucubeler çıktı.

Yani kantite, kaliteye dönüştürülemedi.

Durum, bir gözden geçirmeyi ve bu yazıda konuştuğumuz işleve uygun bir yeniden yapılanmayı gerektiriyorsa –ki bizce gerektiriyor– geçmişimiz de gözden kaçırılmamalı deriz.

Malum, farklı bir sonuç almayı umarak aynı şeyi tekrar tekrar denemek pek sağlıklılık işareti değil…

* * *

Yukarıda Ne Yapmalı’dan alıntıladığımız ilk iki paragrafta betimlenen faaliyetleri tekrar hatırlayalım.

Onların ilkellik, amatörlük diye nitelendirdiği o faaliyetlerin içeriği ile kıyaslarsak Türkiye sosyalist hareketinin mevcut düzeyinin ondan bile hayli geri olduğu belli.

Peki nasıl aşılacak bu “mevcut”? Nasıl aşılacağını zaman gösterecek. Nasıl aşılamayacağını da geçmiş zaman gösteriyor.

Bizde “Solda birlik”, “birlik oluşturma” gibi amaçlarla, “Geleceği Birlikte kuralım” gibi çekici gibi görünen sloganlarla azımsanmayacak sayıda ”tartışma toplantıları” yapılageldi (70’lerin ilkelliğini aşacağı varsayılan –80’ler sonrası– Kuruçeşme toplantıları, BSP, ÖDP vd. girişimler bunlardan bazıları).

“Mevcut” hâlâ kendisiyle yetinilemeyecek düzeyde olduğuna göre, hiçbirisi ciddi bir sonuç üretememiş.

Çünkü, hiçbirisinde Ne Yapmalı’da tanımlanan işlevler öne çıkarılmadı.

Soyut, içeriği belirsiz “birlik” sloganı ile yürüyen “tartışma toplantıları”, ya bazı grupların kendilerini parlatma, alan açma sahnesine, ya da gerçekteki işlevsizliğin ufunetini dağıtacak gel geç bir “yar bana bir eğlence medet” işine dönmüş.

İlerletici bir sonuca varsaydı –bugünkü TİP liderinin belirttiği gibi– “mevcut” kendisiyle yetinilemeyecek kadar geri düzeyde olur muydu?

Bugünkü “tartışma platformu” onlar gibi sonuçlanmasın istiyorsak, tezlerin tartışma ekseni Ne Yapmalı’nın bize anlattığı geniş kapsamlı görevler (işlevler) olmalı.

Bu işlevler üzerinde olursa, birlik ancak gerçek birlik sayılabilir.

Bu işlevleri, sistemli, sürekli ve yaygın olarak yerine getirebilecek bir yapılanma arayışına odaklanmayan tartışmaların öncekilerden farklı bir sonuç üreteceğini sanmıyoruz.

İşlev (“tam bir sükûnet döneminde olduğu gibi en güçlü bir başkaldırı döneminde de hem mümkün hem de zorunlu olan iş”biçimi belirler.

Unutmamalı, “Bir örgütün karakteri, doğal olarak onun faaliyetlerinin muhtevası tarafından belirlenir”