Yükler ve Olanaklar Eşliğinde Sosyalistlerin Krizi – Mert Büyükkarabacak

El Yazmaları’nın notu: Sosyalist solun mevcut krizinden ortak bir çıkışın sağlanması çabalarına katkı sunmak amacıyla, “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlığı altında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin çeşitli temsilcileri ve yazarlarına yönelttiğimiz çağrı çerçevesinde hazırladığımız dosyamızın dördüncü yazısını siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz. Sosyalist Dayanışma Platformu(SODAP)’ndan Mert Büyükkarabacak’ın “Yükler ve Olanaklar Eşliğinde Sosyalistlerin Krizi” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz. Toplumsal dönüşümlerin kilitlerinin açılması için solun önündeki krizlerin aşılması gerektiğinin vurgulandığı yazıda, sosyalizmin bir seçenek olarak etkisizleşmesi üç ölçekte ele alınıyor.

21. yüzyıl halk isyanları açısından oldukça geniş bir coğrafyaya yayılan zengin bir profil sergiliyor. 2008 sonrasında Arap ülkelerinde diktatörleri deviren ve özünde neoliberalizme karşı halkın yoğun olarak duyduğu öfkeden beslenen isyanlar, kısa süre içerisinde Güney Avrupa’da meydan hareketlerine dönüştü.

Türkiye’de yaşanan Gezi İsyanı’nı da bu zincirin bir halkası olarak okuyabiliriz. Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelmesi, İspanya’da PODEMOS’un belirleyici bir güç olarak ortaya çıkması, ABD’de Occupy Hareketi, İngiltere’de Corbyn’nin İşçi Partisi’nin liderliğine yükselmesi, yine ABD’de Sanders kampanyasından doğan DSA (Democratic Socialists of America) önemli gelişmeler olarak kaydedildi.

Latin Amerika’daki 21. yüzyıl sosyalizmi dalgası Chavez’in ölümü, emtia fiyatlarında yaşanan dalgalanmalar ve ABD’nin yoğun siyasi müdahale girişimleri sonrasında ivmesini kaybetse de Bolivya’da darbenin püskürtülmesi sonrasında MAS’ın yeniden iktidara gelmesi ve Şili’de Pinochet Anayasasını sokakta yırtan ve Kurucu Meclis inşasını dayatan neoliberalizm karşıtı geniş halk hareketi kayda değer etkiler yarattı. Yine Arap Baharı isyanlarının egemen sınıfların otoriter geri tepmesiyle ve emperyalizmin Libya ve Suriye gibi ülkeleri orta vadede kendi ayakları üzerinde duramayacak hale getiren müdahalesiyle çığırından çıkarılması sonrasında Rojava deneyimi, kimi kurucu hamlelerle dikkat çekti. Lübnan ve Sudan’daki halk hareketleri de görkemli bir kitlesellikle önemli politik sonuçlar ortaya çıkardılar. Pandemi esnasında ABD’de yaşanan Minneapolis merkezli isyan ise Trump iktidarının düşürülmesinde belirleyici bir rol oynadı. 

Ancak bütün bu halk hareketlerinin son kertede köklü yapısal dönüşümlere yol açtığını söylemek oldukça zor. Mısır’da Tahrir isyanında olduğu gibi yeni bir askeri diktatörlükle karşılandığı örneklerin yanı sıra sokak hareketlerinin kendiliğinden sönümlendiği birçok deneyim de yaşandı. Sudan’da yeni bir askeri darbe yaşandı, ABD’de ırkçı sağın güçlenmesi Demokratların iktidarının kan kaybı yaşamaya başlamasıyla daha da görünürlük kazanıyor. Böylesine büyük halk hareketlerinin kendi hedefleri doğrultusunda son derece sınırlı kazanımlar elde etmesinin solun krizinden bağımsız ele alınamayacağı açıktır.

Neoliberalizmin 2008 krizi sonrasında yaşadığı sallantılı sürecin köklü bir dönüşüme yol açamaması da esas olarak sosyalizmin belirgin bir seçenek olarak masaya konamamasının doğal bir sonucudur. Sosyalistlerin örgütlü bir güç olarak üretim tarzını dönüştürecek bir politik perspektif ortaya koyamıyor olması ve hegemonya inşasında yaşanan yetersizlikler öfkelerin köklü bir dönüştürücü rol oynamasını olanaksız hale getiriyor. Hareketlerin sonuç yaratamaması ise en azından belli bir süre umutsuzluk duygusunun yaygınlaşmasına yol açıyor. Sokak hareketlerinin yarattığı tehdit duygusunun egemen sınıfları bir reaksiyon ekseninde birleştirmesi, kitlelerdeki sonuçsuzluk, geri çekilme ve moralsizlik duygusu ile birleşince küresel ölçekte gözlenen neo-faşist dalganın da zemini güçleniyor. 

Dolayısıyla toplumsal dönüşüm açısından yaşanan kilidin açılması için sosyalistlerin kendi krizlerini çözecek hamleleri yapabilmesi kritik önemdedir. Bu krizin çözülmediği koşullarda halk isyanlarının tarihsel sıçramalar gerçekleştirme şansı bulunmamaktadır. Zaten halk hareketlerinin kendisinden duyulan aşırı beklentiler de sosyalistlerdeki örgüt ve öncü irade bilincinin görece zayıflamasının, kendiliğindenciliğe yönelik post-modern meftunluğun bir alameti olarak ele alınmalıdır. Oysa faşizm koşullarında sınıfın örgütlü politik unsurlarının ön açıcı ve güven kazandırıcı hamleleri olmaksızın kitle hareketlerinin köklü değişimlere yol açması mümkün görünmemektedir. 

Sosyalizmin bir seçenek olarak etkisizleşmesinin sebepleri ideolojik, politik ve kurumsal ölçekte kategorize edilerek ele alınabilir. 

Krizin İdeolojik Kertesi

İdeolojik krizin en büyük sebebi hiç kuşku yok ki 1990’larda yaşanan çöküşün muhasebesinin bütünlüklü bir çerçevede gerçekleştirilememesidir. Özellikle sosyalizmin iktisadi programı ve sosyalist demokrasinin alabileceği olası biçimler en kritik, en temel nokta olarak ortada durmaktadır. Sosyalizmin ekonomik anlamda uygulanabilir bir projeye sahip olup olmadığı noktasında işçi sınıfı başta olmak üzere alt sınıfların tereddüdü giderilmemiştir. İşçi sınıfının bağımsız bir politik hattının inşası bu alanda netlik sağlanmadan mümkün değildir. Programın ancak kitlelerin örgütlenmesi sonrasında netleşebileceği, kitlesel bir sınıf hareketi yaratılamadan sosyalizmin teorik ve ideolojik pürüzlerinin de giderilemeyeceği düşüncesini savunanlar, büyük halk hareketlerinin böylesi bir sonucun doğmasına yol açmadığına dikkat kesilmesi gerekmektedir. 

Sömürüye ve eşitsizliğe dayalı sistemlerin eleştirilmesi açısından büyük bir yetkinlik ortaya koyabilen sosyalizm, pratik bir işleyişin sürdürülebilir işleyişinde önemli zaaflara sahiptir. Kamusal mülkiyetle özel mülkiyetin uzunca bir süre beraber yaşayacağı koşullara hazır olacak biçimde ikili bir yapının yönetilmesiyle ilgili çok daha net bir çerçevenin ortaya konabilmesi ve bunun da sosyalistlerin çoğunluğu nezdinde ikna edici bir çerçeve olarak benimsenmesi zorunluluktur. 

Sosyalizm hiç yaşanmamış gibi davranarak, geçmişimizde özellikle ekonomi alanıyla ilgili kimi olumsuzluklar olduğu gerçeğini unutarak, böylesi sorunlar karşısında kafayı kuma gömerek ilerlenebilecek geniş bir alan bulunmamaktadır. Bu açıdan Syriza’nın Yunanistan’da referandum sonrasında yaşadığı kırılma ve AB’nin istikrar paketinin taşeronu rolüne soyunması, sosyalizmin uygulanabilir bir ekonomi programına sahip olduğu düşüncesine verilen desteği çok daha zayıflatmıştır. Solun böylesi bir net programa sahip olamaması ise neoliberalizmden ümidini kesen kitlelerin demagog ve popülist hareketler tarafından örgütlenebilmesinin önünü açmıştır. 

Neoliberalizmin krizi ekonomi programını son derece belirleyici bir noktaya sıçratmışken bu alandaki yetersizliklerin ve kafa karışıklıklarının yarattığı tahribat çok büyük olmuş, işçi sınıfının çeşitli fraksiyonlarının burjuvazi ile geliştirdiği ittifakların önüne geçilememiştir. İkili bir ekonomik yapının uzun süre varlığını devam ettirdiği uzun soluklu bir NEP’i çok güçlü bir Güvence Toplumu projesiyle bütünleştiren bir sosyalist ekonomi programı dönemin ihtiyacını karşılayabilir. Demokratik planlama deneyimlerinin hayata geçirildiği, toplumsal artığın üzerinde toplumsal denetimi arttıracak önlemlerin güçlü bir biçimde alındığı bir programın propagandası ve halklaştırılması önemli bir politizasyon aracı olarak değerlendirilmelidir. 

Yine Syriza örneğinde görülen yabancı sermaye hareketlerinin yaratabileceği tehditler karşısında ikna edici ayakta kalma stratejileri üretilemeden bütünüyle tutarlı bir program ortaya koymak mümkün değildir. Sermaye hareketlerinin denetlenmesine dönük programları hızla olgunlaştırmak önemlidir. Sosyalistlerin özgüven kaybı yaşadıkları ekonomi alanında konuşmaktan çekinmeleri krizin en önemli sahasının ekonomi ve gelir dağılımı, talep yetersizliği olduğu bir momentte ağır bir tahribata yol açmaktadır. 

Kimi değerlendirmeler küresel ölçekte yaşanan ekonomik, kültürel ve siyasal krizlerin yol açtığı meşruiyet boşluğunun 20. yüzyılda ortaya çıkan kurumsal yapının 21. yüzyılın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olmasından kaynaklandığını iddia etmektedirler. Oysa esas yapılması gereken bu kurumsal yapının yeniden üretimini üstlendiği üretim ilişkilerini sorgulamaktır. Feodal üretim ilişkileri, sanayileşmenin ön günlerinde emekçileri tarımsal üretimin geri biçimlerine mahkûm ederek üretici güçlerin gelişimini engelledikleri için aşılmışlardı. Bugün de kapitalist üretim ilişkileri varlığını sürdürebilmek için küresel ölçekte milyonlarca emekçiyi üretim sürecinin dışına itmekte ve değer üretemez hale getirmektedir. 

Her anlamda toplumsallaşmış üretim sürecinin, toplumsal ihtiyaçları esas alan bir kurumsallaşmaya dönüşmesinin önündeki engel kapitalist üretim ilişkileridir. 26 süper zenginin dünya nüfusunun yarısının gelirine eşit bir servete sahip olması etik bir rezalet olmasının yanı sıra üretici güçlerin gelişiminin önünde de devasa bir engeldir. Çalışma ile gelir elde etme arasındaki ilişki dönüştürülmeden, bilgi nesneleri üstündeki özel mülkiyet kelepçesi kaldırılmadan, üretim araçları sahiplerinin ürüne el koyma prensibi aşılmadan üretici güçlerin daha da gelişeceği bir döngü yaratılamaz. Sermayenin kâr mantığı aşılmadan toplumun, insanın ve ekolojinin yeniden üretiminin dayandığı sınırlar geriletilemez. Gelinen nokta, komünizmi kolektifleştirmeyi ve demokrasinin ekonomiye taşırılmasını bir zorunluluk haline getirmektedir. 

Bu yüzden bugünün temel meselesi halihazırda dünyanın dört bir yanında ayağa kalkmakta olan emekçilere ve orta sınıflara, toplumun piyasa sistemini ve özel mülkiyete dayalı üretim ilişkilerini denetim altına almalarını sağlayacak bir program sunabilmektir. Özel mülkiyetin yarattığı yıkımın karşısında kolektif mülkiyet deneyiminin yarattığı hayal kırıklığı emekçilerin ve daha da önemlisi solun zihinsel kireçlenmesine yol açmıştır. Bugün başarılması gereken bu zihinsel kireçlenmenin aşılmasını sağlayacak çerçeveyi yaratabilmektir. 

İçinden geçilen bu tablo, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin mutlak biçimde aşılması ufkundan kopmaksızın var olan koşulları geliştirecek, sınıfın ekonomik taleplerini somutlayacak ve onu etkin bir toplumsal aktör olarak şekillendirecek bir mücadele hattını zorunlu kılmaktadır. Solun bu konudaki tutukluğu, özel mülkiyetin aşılmasının ne kadar etkin sonuçlar yaratacağına dair duyduğu inançsızlık ile özel mülkiyetin ilgası dışındaki programatik talepleri sosyal demokrat ve reformist olarak görme dogmatizmi arasındaki sıkışmışlıktan kaynaklanmaktadır. Bu sıkışmışlık, solu en etkin olması gereken yeniden paylaşım ve eşitlik alanlarında program üretemez hale getirmektedir. 

“Bugün devrimci talepler naif, reformist talepler ise nafile görülüyor. Tartışma çoğunlukla bu noktada son buluyor; iki taraf da birbirini suçluyor ve koşullarımızı değiştirecek stratejik gerekler unutuluyor. Bu yüzden bizim önerdiğimiz talepler reformist olmayan reformlar olarak tasarlandı. Bununla üç şeyi kastediyoruz: İlk olarak, bu taleplerin kapitalizmi ödün verebileceğinden daha fazlası için zorlayan ütopyacı bir yanı var. Bu da onları kibar istekler olmaktan çıkarıp, uzlaşmaz ve ısrarcı taleplere dönüştürüyor… İkinci olarak, bu reformist olmayan öneriler günümüz dünyasındaki gerçek eğilimleri temel alır ve bu eğilimlere devrimci hayallerin veremediği yaşam gücünü verir. Üçüncü ve en önemlisi, bu tür talepler mevcut siyasi dengeleri değiştirir ve meydana gelecek gelişmeler için bir platform inşa eder.”(Srnicek ve Williams, 2017:196)

Emek gücü, sermaye ile karşı karşıya geldiğinde bir meta hüviyeti kazanır. İnsanın doğayı dönüştürerek ihtiyaçlarını temin etmesini ve kendisini gerçekleştirmesini sağlayan faaliyetlerinin tümüne emek dersek, emek gücü emeğin meta haline getirilmiş biçimidir. “Emek gücü ya da çalışma kapasitesi sözünden, insanın kendisinde bulunan ve hangi türden olursa olsun bir kullanım değeri üretirken harcadığı zihinsel ve fiziksel yetilerin toplamı anlaşılmalıdır” (Marx, 1990: 183). 

Emek gücünün değeri, bir meta olarak ortaya çıkarılması için gerekli emek zaman ile ölçülür. Emek gücü her ne kadar kişiye ait bir meta gibi görünse de aslında emek gücünün işlevi toplumsal üretimde işbölümü gereğince kendi üzerine düşen işlevi yerine getirmek ve sermaye birikimine katkı sağlamaktır. Meta üretimi koşullarında üretimin kişisel ihtiyaçların karşılanması için gerçekleştirilmediği açıktır. Herkes meta üretmekte, doğrudan kendi ihtiyacı olan metaları ise pazardan temin etmektedir. 

Üretim faaliyeti toplumsallaşmıştır, toplumsal zenginliğin üreticisi olarak emek gücü sermayeyi büyüten bir faaliyet gerçekleştirmektedir, ancak ürünler bu sermaye üretim araçlarının sahiplerinin elindedir. Toplumsal zenginlik sermaye biçimine bürünmüştür, bunun kapitalist üretim ilişkileri gereğince özel ellerde birikiyor olması onun toplumsal karakterini ortadan kaldırmaz. İşlevi toplumsal zenginliği üretmek olan emek gücünün yeniden üretiminin temini sorumluluğu ise tamamen kendi omuzlarındadır. 

Kentleşme ve yaygın özelleştirmeler sonrasında bu yeniden üretim faaliyetinin maliyetleriyse büyük oranda artmaktadır. Kapitalizm bu aşamada kadın emeğini, emek gücünün yeniden üretimini ailenin yeniden üretimine dönüştürerek ücretsiz bir biçimde temellük etmektedir. Emek gücünün maliyetlerinin karşılanmasının emekçinin sırtına yüklenmesi sermayeye emekçi karşısında muazzam bir güç kazandırmaktadır. 

Üretimin kesintiye uğradığı koşullarda sermaye daha gelişkin finansal olanaklarını kullanarak ayakta kalabilmekteyken emekçi sürekli olarak çalışmak zorundadır. İşsizlik işçi için üretilen toplumsal zenginlikten pay alma hakkını kaybetmek anlamına gelmektedir. Tam da bu ilişki biçimi toplumsal olanı çözmektedir. Emekçinin, hızlı kentleşme sonrasında kırsal desteğini kaybetmesi ve ağır ekonomik koşulların da desteklediği geniş ailelerin çözülmesi işçi bireyi yalnızlaştırmakta ve güçsüzleştirmektedir. Prekaryalaşma bu anlamda işçinin çok büyük bir kısmını tam anlamıyla savunmasız hale getirmektedir. Bu açıdan emeğin metasızlaştırılmasının en önemli gerekçesi rolü gereğince toplumsal üretimi gerçekleştiren emekçinin yeniden üretim maliyetlerinin toplumsallaştırılmasıdır. Emeğin bu anlamda metasızlaştırılması prekaryanın sonu anlamına gelecektir. Güvencesizliğin sarmalından kurtulan işçilerin sermaye karşısında ortak hareket etme olanakları artacaktır.

İdeolojik krizi yaratan nesnel koşullardan bir tanesi de Marksizmin yeniden üretiminin büyük oranda akademiye sıkışmış olmasıdır. İdeolojik üretimin üniversitelere sıkışması, teorinin gelişim hattının mücadelenin ihtiyaçlarıyla beslenmesinin koşullarını büyük oranda ortadan kaldırmıştır. Eğitimin paralı hale gelmesi ve üniversitelerin neoliberal kuşatmayı yoğun bir biçimde içselleştirmesi, üniversitelerden işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine kadro aktarımı sürecini sekteye uğratmıştır. Üniversite öğrencileri tarafından düzenli ve istikrarlı bir biçimde beslenmeyen devrimci hareket ise teorik üretim süreçlerinden adım adım kopmuştur. Devrimci hareketin dahi teorik ihtiyaçlarını akademinin üretiminden sağlamak durumunda olmasıysa teorinin mücadelenin pratik ihtiyaçlarıyla bağını koparmasına yol açmıştır.

Bu durumun ortaya çıkmasının tek sebebi üniversiteli kadro akışında ortaya çıkan kopma değildir elbette ki, ama işçi sınıfının karşı hegemonya odağı olarak kapasitesi zayıfladıkça burjuvazinin alt katmanlarından kendisine kadro çekme yeteneği zayıflamış ve bu süreç kesintiye uğrayınca da sınıfın hegemonya kapasitesi daha da zayıflamıştır. İşçi sınıfının hegemonya inşasının gerektirdiği kadro profilini yaratmada yaşanan krizi kendi kaynaklarından etkili bir biçimde karşılayabildiği söylenemez. Bu açıdan sosyalist parti ve örgütlerin alt ve orta sınıflar içinde örgütlenme kanallarını etkin bir biçimde çalıştıracak manivelalara ihtiyacı bulunmaktadır. 

Teorik yetersizlik duygusunun yerleşmesiyse güncel olanı yakalayan, taktiksel ihtiyaçlar üzerine düşünen, pragmatik de olabilen bir yaratıcılığı imkânsız kılmakta; ezbercilik, geçmiş kalıpların tekrarı ve “yuvarlak konuşma” eğilimi kökleşmektedir. Hata yapma korkusuyla yuvarlak ve genel konuşma eğilimiyse dönemsel taktiklerin gerektirdiği keskinliğin ortaya çıkmasını engellemekte, bu durum da sosyalist taktikleri daha ilk nefeste etkisiz ve hegemonya oluşturamayan bir konuma itmektedir. “Reformist olmayan reformlar” mantığıyla kapitalizme yapısal olarak bütünüyle karşıtlık içerisinde olmayan ancak sınıfın çeşitli öbeklerini belli momentlerde harekete geçirebilecek taktik hatlardan uzak durulmakta, böylece de geniş kesimlerle bağ kurma olanakları çoğu zaman beylik ve her dönem kullanılabilecek söylem ve taktiklerle harcanabilmektedir. Böylesi bir dönemin kendine özgü ihtiyaç ve olanaklarını kavrayamamanın en ağır bedelini Gezi Direnişi’nin önemli bir örgütlenme katkısı sağlamadan gerileyip buharlaşmasıyla deneyimledik. 

Post-Marksist akımların emek-sermaye çelişkisini ikincilleştiren tutumlarının kazandığı etkinlik de sosyalizmi, eşitliği görece ikinci planda bırakan bir özgürlükler projesi olarak yansıtmış, sosyalizmin orta sınıflaşmasını hızlandırmış, işçi sınıfının geniş öbeklerini de burjuvazinin çeşitli kanatlarının etki alanında bırakmıştır.  Sosyalizmin orta sınıflaşmasından kasıt ise orta sınıf tarzı konformizminin ve rutin bağımlılığının sosyalist kadrolarda genel bir ruh haline dönüşme eğiliminin güçlenmesidir. Yoksa yukarıda bahsedilen tarzda alt ve orta sınıftan gelen organik aydınlarla beslenmek bunların işçi sınıfı hegemonyasına bağlanmaları sağlandığı oranda bir olumluluk olarak algılanmalıdır. Oysa orta sınıflaşma kent merkezlerine sıkışan, kent varoşlarının ve işçi havzalarının dışına itilmiş, sınıfın temel meselelerinden ziyade kültürel çatışmalarla motive olmaya daha açık kadrolarla yürütülen bir sosyalist faaliyet, çok açık ki devrimin ihtiyaçlarından ziyade sol sektlerin ve burada edinilmiş kimi statülerin yeniden üretimini esas alan bir hale bürünmüştür. Bu ruh halinin sosyalist faaliyetin kimi öbeklerine egemen olmasıysa işçi sınıfıyla sosyalist siyaset arasındaki yabancılaşmayı artırmaktadır.  

Sosyalistlerin önemlice bir kesiminin sınıfsal olana müdahale refleksleri zayıflamış, diğer azınlığın önemli bir kesiminin mücadele taktik ve söylemleriyse yenilenememiş ve güncel ihtiyaçlara uyarlanamamıştır. Sınıf ve sosyalistler arasındaki zayıf ilişkiler hem sosyalistlerin hem de sınıfın süreklilik kazanmış krizinin en öncelikli gerekçeleri haline dönüşmüştür. 

İdeolojik krizin bir diğer önemli alanıysa sosyalizm ve demokrasi geriliminden beslenmektedir. Proletarya diktatörlüğü deneyiminin sınıfın diktatörlüğünden ziyade bir parti ve giderek de bürokrasinin diktatörlüğü olarak yaşanmış olması sosyalist zihinlerde büyük yarılmalara yol açmaktadır. Bir grup gelenekçi bakış açısı yaşanan deneyimde bu açıdan ciddi bir zafiyet olduğunu düşünmemekte, Sovyetlerin devrim içinde etkinliğini hızla kaybetmesini tali bir sorun olarak görmektedir. 

Sosyalist devletin sönümlenmesinin sınıfın öz örgütlerinin giderek yaşamın her alanında güçlenmesi dışında bir kanalı bulunmamaktadır. Sosyalist teorinin böylesi bir proletarya diktatörlüğü deneyimine nasıl yol verebildiği hala muammadır. “Teori iyiydi, uygulama yanlıştı” gibi bir kelime oyununa takılmayacaksak, o zaman devletin sönümlenmek yerine giderek tüm sınıf örgütlenmelerini yuttuğu, devlet-toplum ikiliğinin giderek silikleştiği bir pratiğe yol açan teorik kapıların üzerinde dikkatle durulması gerekmektedir. Öncülük ve sınıfa dışarıdan bilinç taşıma yaklaşımlarının bir biçimde kavranmasının, işçi sınıfı ve parti arasındaki ilişkinin köklü bir biçimde yapılandırılmamasının, politik aktörlerin sınıf adına hareket edebilme kapasitesinin abartılı bir biçimde ele alınmasının, parti içindeki çokluğun özsel bir zaaf olarak anlaşılmasının büyük sorunlara yol açtığı ciddiyetle ele alınmalı, teoride bu tutumları meşrulaştıran tespit ve yaklaşımlar radikal bir biçimde eleştirilmelidir. Marksistlerin üst yapısal bir olgu olarak zaman zaman fazla değer atfetmedikleri halkın katılımı, demokrasi ve siyasi katılımın kurumsallaşması, sosyalist bir siyasi rejimin temel parametreleri konusunda netlik üretmek zorundayız. 

Krizin Kurumsal Boyutları 

Bu alanda yaşanan kafa karışıklığının belki daha da sorunlu yan etkisiyse dikey örgüt düşmanlığıdır. Merkeziyetçi, profesyonel, Leninist partiyi arkaik bir kurum olarak kavrayan yataycılık-yerelcilik takıntısıyla kendisini kıpırdayamaz hale getiren forumcu sosyalizm, 21. yüzyıl sosyalizminin çocukluk hastalığıdır. Ancak büyük halk hareketlerinde güçlü bir siyasi hegemonyanın yokluğunda yataycılık eğilimi nüksetmekte, hareketin güçlü kararlar almasını olanaksız hale getiren bir felç haline yol açmaktadır. 

Sosyalistlerin yaptırım gücünün zayıflamasında faaliyetin şiddetten arınmasının da önemli bir etkisi bulunmaktadır. Şiddetsizleşme özellikle mafya ve çete organizasyonlarının güçlü olduğu varoşlarda sosyalist faaliyetin boğulmasına yol açmakta, kent merkezlerine sıkışan mücadele ise işçi sınıfının özellikle en alt katmanlarıyla olan bağını kaybetmekte, böylece de orta sınıf ruh halinin mücadeleye hâkim olması ve kendini tekrar eden etkisiz bir faaliyet çarkının içerisine sıkışma dinamikleri güçlenmektedir. 

Demokrasiyi örgütsel işleyişin kalıcı bir öğesi olarak kurumsallaştıran, yapı içindeki enformel statüleri kurumsal işleyiş içerisinde eriten, gerontokratik pederşahi ilişkileri aşan ancak bunları yaparken de yataycılık ve demokratçılık sapmalarıyla gereksiz bürokrasi inşa ederek karar alınmasını ve uygulanmasını imkansız hale getiren zaafiyetler üretmeyen, devrimci öznenin çokluğunu veri kabul eden ancak bu çokluğun kolektif aksiyonunun zorunluluğunu da içselleştiren bir neo-Leninist yapılanmaya ihtiyaç vardır. Günümüzün devrimci örgütü, çokluk ve tekliğin yeni bir sentezinin üzerine oturmalı, var olan siyasi yapıların her ne pahasına olursa olsun yeniden üretimi için ömür tüketmek yerine devrimci öznenin çokluğunu esas alan yeniden yapılanmalara açık bir tutum öne çıkmalıdır. 

Krizin Politik Veçhesi 

Krizin ideolojik ve kurumsal boyutları, politik krizin koşullarını hazırlayarak devrimcileri devrim fikrinden uzaklaştırmakla en öldürücü darbeyi vurmuş olmaktadır. Devrimin güncelliği fikrinden kopuş, var olan statükonun sürdürülmesine dair inancı pekiştirmekte, düzenin çok köklü kriz yaşadığı koşullarda dahi iddialı bir varoluş biçimi sergilenememektedir.

Türkiye’nin 2015’ten beri belli bir ritimsel değişikliklerle de olsa yaşamaya devam edegeldiği çok boyutlu kriz bugün sosyalistlerin devrimin güncelliği fikrine yeniden kazanılması için olağanüstü olanaklar sunuyor. Düzenin parametreleriyle çözümü giderek zorlaşan bu organik krizi için sosyalistlerin kendilerini bir devrimci çözüm odağı olarak yapılandırmaları hem mümkün hem de zorunluluktur. Krizin ideolojik ve kurumsal boyutlarındaki çözüm hamleleri sosyalistlerin iktidar düşüncesi ile bağlarını kaybetmelerine yol açan politik krizin çözümü için koşulları güçlendirecektir.