Sosyalizm Gelecektir-ESP Eş Genel Başkanı Özlem Gümüştaş

El Yazmaları’nın notu: Sosyalist solun mevcut krizinden ortak bir çıkışın sağlanması çabalarına katkı sunmak amacıyla, “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlığı altında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin çeşitli temsilcileri ve yazarlarına yönelttiğimiz çağrı çerçevesinde hazırladığımız dosyamızın üçüncü yazısını siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz. Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Eş Başkanı Özlem Gümüştaş’ın “Sosyalizm Gelecektir” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz. SSCB sonrası bir ara dönem tarifi yapan Gümüştaş, bu ara döneme eşlik eden bir kapitalist varoluş krizi tanımlaması yaparken, dünya geneline yayılan işçi sınıfı direnişlerinin, halk isyanlarının ve küreselleşme karşıtı hareketlerin henüz bir karşı hegemonya projesiyle ve bir programla buluşamadığı tespitini yapıyor ve bir yeniden yapılanma ihtiyacını dile getiriyor.

El Yazmaları devrimci komünist hareketin farklı siyasal kuvvetleri arasında bir teorik-örgütsel diyalog çağrısı yapıyor. Bu türden tartışmaların yok denecek düzeyde gerilemesi, devrimci hareketin güncel gerçeğinin çarpıcı bir verisidir. Teoriye bu düzeydeki ilgisizliğimiz ve tartışma-etkileşim yetersizliğimiz güncel bir sorun olmanın yanı sıra genleri tarihimiz içinde verili bir sorunumuz. El Yazmaları bu tablo içerisinde işlevsel bir yere oturtuyor çağrısını.

Sınıf mücadelesinin yeni koşulları, 21. yüzyıl devrimciliği, sosyalizmin sorunları tartışmaları, “yeni/yenilenme” vurguları, pratik yol arayışları; devrimci hareketin dünyayı, içinde bulunduğu koşulları çözümlemeye, değiştirmeye çalışan teorik, pratik çabaları olarak şekilleniyor, gelişiyor. Bu her şeyden önce bir yenilenme dinamiğidir. Devrimci sosyalistler olarak davete icabet gerekçemiz, bu yenilenme diyalektiğine çözümlemelerimizin ve tarihimizin bize söylediklerini dahil etmektir. 

Devrimci hareketin farklı siyasal kuvvetlerinin –parti, örgüt, dergiler- yenilenme arayışında teori-pratik bütünlüğü kurulamıyor. Hareketin dışına çıkarak üretilecek bir teori girişimi ile pratik adına teorinin ihmali ikilemi sürüyor. Sosyalist mücadele tarihinin analizinden çıkan teorik sonuçlar ve sorunu bunlar temelinde bütünsel kavrayış; devrimci teorinin ihtiyacı olan bütünlüğü kuracak, aynı zamanda yenilenme, yapılanma sorun ve görevlerini de açıklığa kavuşturacaktır. 

Bugün yapılan “kriz” tartışmaları ve “krizden çıkış arayışları” geniş bir dünyasal-tarihsel arka plana sahiptir. Teorik, siyasal ve örgütsel bütünlüğü bakımından bu arka plan, Ekim sosyalist devriminden günümüze, sosyalizmin ve sosyalizm mücadelelerinin 20. yüzyıla ait deneyimini kapsayan bir tarihsel dönemi kapsar. Bu tarihsel dönem, devrim deneyimleri nedeniyle ilerici, sosyalizmin yenilgisiyle sonuçlanmış olması nedeniyle geriye çekici bir niteliği barındırır. O nedenle bugünkü kriz tartışmaları ve yol arayışlarında ya da yeniden yapılanma-yeniden kuruluş tartışmalarında adımın ilk nereden atılacağı son derece önemlidir. 

Tarihin ve sınıf mücadelesinin ilerleyişinden kopuk “yepyeni bir teori” arayışı ve tartışmasının yeniden yapılanmanın ve devrimci öznenin-önderliğin inşasında gerçek hiçbir sorunu çözme şansı yoktur. Yol arayışını tarihin akışı, sınıf mücadelesinin seyri içinde, sosyalizmin devrimci deneyimlerini geçmişten geleceğe taşıyarak ilerletmeyi başaranlar, yenilenme diyalektiğini başarabilir, devrimci öznenin inşasında tarihsel bir rol oynayabilir.  

“Dönem” ve “Kriz” Tariflerinde Tarihsel-Güncel Bütünlüğü Kurmak

El Yazmaları teorik-örgütsel diyaloğun gereğini, “sosyalist sol için yeni bir dönemin açılıyor oluşu”na; yenilenme arayışını-gerekçesini, “devrimci-komünist güçlerin krizi”ne bağlıyor. 

Öncelikle El Yazmaları ile “yeni bir dönemin açıldığı” tespitinde ortaklaşmadığımızı ifade ederek başlayalım. Bu dönem analizi devamla “kriz” tarifimiz ve yenilenme ihtiyacını içeriklendirişimizle de sıkıca bağlı bir konu. 

Modern revizyonist SSCB ve Varşova Paktı’nın çözülüşü, “soğuk savaş”ın emperyalist batının zaferiyle sonuçlanması, Arnavutluk’ta karşı devrim vb. ile ‘89-‘91 dönemecinde sosyalist mücadele tarihinin bir dönemi kapandı. 

Dünya burjuvazisinin azgın bir ideolojik saldırı fırsatı haline getirdiği ve tüm imkânlarıyla “sosyalizmin öldüğü” propagandası için kullandığı bu dönem, dünya gericiliğinin de yükselmesini beraberinde getirdi. 20. yüzyıl sosyalizminin yenilgisi kesinleşti ve sosyalizm mücadelesinin bir dönemi kapanıp, bir ara döneme girildi. ’89-91 olayları ile açılan bu ara dönem, son çeyrek yüzyılımızın temel bir gerçeğidir. Uzayan bir ara dönem haline gelmesinin temel nedeni; Sovyetler Birliği’nin dağılmasının dünya çapında sosyalizmin öldüğü düşüncesini yayarak, geniş yığınların saflarında oluşan sınıf bilincinde yarattığı kırılmadır. Yığınların sosyalizmden kaçışı, sosyalist örgütlerde çözülme ve dağılmalar, umutsuzluk ve çıkışsızlık döneminin belirleyeni olmuştur. Bu tablo sosyalizm iddialı tüm akımları yapısal bir kriz içerisine sokmuş, varlıklarını yeniden yapılanma ihtiyacı ile koşullandırmıştır. ‘89-91 dönemi ile oluşan yapısal kriz, sosyalist mücadele tarihinin en kapsamlı krizidir. Bu ara dönemin uzaması herşeyden önce bu krizin kapsamı ile ilgilidir. 

Dünya proletaryası ve halklarının mücadelesinin gelişim seyri ve düzeyi de ara dönemin uzamasında temel bir etkendir. Emperyalist küreselleşmenin özelleştirme terörü, taşeronlaştırma, esnek üretim modelleriyle dünya proletaryasının sınıf bilincinde yarattığı ideolojik kırılmanın, sendikal örgütlenmeleri işlevsiz kılmasının, emperyalist küreselleşme koşullarında safları genişleyen, çelişkileri keskinleşen işçi sınıfının kitle mücadeleleri geliştirmesindeki geciktirici etkisini kaydetmek gerekir.  

Emperyalist küreselleşme süreci tekelci sermayenin uluslararasılaşmasında yeni bir nitel düzeye vardı. Kapitalist dünyanın iktisadi, siyasi ve toplumsal çehresinde büyük çaplı dönüşümler meydana geldi. Bu tablo, sosyalizm için mücadelenin bir tarihsel döneminin kapandığını, yeni bir tarihsel döneminin ise eşiğinde olunduğunu resmediyor. Bu dönemde varlık gösteren tüm parti ve örgütlerin içinde hareket ettikleri tarihsel koşullar artık aşıldı ve bu durum, Marksizm ve sosyalizm iddialı bütün akımlar için nesnel olarak bir yeniden yapılanma zorunluluğu ortaya çıkardı. Bir dönemin kapanışı ile şekillenen yapısal kriz, yeniden yapılanma yolundan yanıtlanmayı dayatıyor. 

Uzayan ara dönem ve yapısal kriz, sosyalizm iddialı tüm akımlar, parti ve örgütlere uygulanabilir. Sosyalizm iddiasındaki her bir yapının, içerisinde oluştukları ve hareket ettikleri dönemi anlaması, içine çekildikleri yapısal krizi çözümlemeleri, yeniden yapılanmanın sorun ve görevlerini açığa çıkarmayı amaç edinmesi krizden çıkışı mümkün hale getirebilir ve gelişimin önünü açabilir. Kuşkusuz bu yapısal krizi aşmanın tek koşulu değildir ama en esaslı belirleyenidir. Son çeyrek yüzyıllık dönemde emekçi sol hareketi oluşturan yapıların saflarında meydana gelen güncel krizler ve bölünmelerin en derinlikli nedeni bu yapısal krizdir. Bu krizin güncel boyutu; ideolojik-örgütsel krizler ya da siyasi tıkanıklıklar biçiminde de dışa vurmaktadır. 

Devrimci-komünist güçler bu teorik-politik çözümleme ile kendi gelişimlerini yönetmelidir. Yapısal krizin içinde oluştuğu tarihsel koşulların eğilimi sosyalizmin güncelliğine işaret ediyor. Sınıf mücadelesi tarihin ve insanlığın önünü açarak ilerliyor. Bugünkü krizi; komünist hareketin ideolojik-örgütsel krizi ve sosyalizmin bir döneminin kapanması olarak ele alan, onun çözümünü Marksizm-Leninizmin devrimci yenilenmesi biçiminde kavrayanlar yol açabilir. Dolayısıyla El Yazmaları’nın söylediği üzere; sosyalist hareketin nitelik sorununu yaratan “paradigma boşluğu”, iddiasını belirleyen de “sol muhalefet boşluğunu doldurmak” değildir, olmamalıdır.

“Yeni bir teori” bağlamında söylenecek sözler, anarşizmden feminizme, ekosistem mücadelesinden post-Marksizm’e uzanan görüşlerin birbirine eklemlenmesi ile üretilecek sözler, paradigmalar ve yeni siyasal varlık biçimleri oluşturabilir. Fakat bunlar devrimci yenilenmenin değil, ancak sol liberal bir arayışın adresi olabilir. Biz devrimci sosyalistler için ML yenilenme, geride kalan dönemin köklü eleştirisine ve bir önceki dönemde mayalanan teori, program, strateji sorunlarında, örgütlenme sorunlarında kopuşa denk düşüyor. Yeninin devrimci kuruluşunda ihtiyaç olan paradigma değil, kopuştur. Önceki dönemin birikimlerini içermek ve aşmak, kopuşulması gerekenden kopmak devrimci yenilenmenin önünü açtığı gibi, krizi devrimci bir imkana dönüştürmenin yöntemi haline geliyor. 

Sol’un krizden çıkış arayışları bu paradigma ve kopuş düzleminde karakterize oluyor. Bu tabloda Hardt ve Negri, Samir Amin, Fikret Başkaya, Abdullah Öcalan, Subcomandante Marcos gibi paradigmacılar Marksizmin krizde olduğunu söylüyor, onun gereksizleştiğine inanarak, yeni kurtuluş teorileri, sosyalizm tahayyülleri öne sürüyor. Kopuş düzleminde yol arayanlar ise teoriyi yeniden kurmak ile devrimci yenilenme şeklinde yol ayrımlarında duruyor. 

Paradigma ve sol muhalefet boşluğunu doldurmak görüş açısı; bugünkü sorunu, krizi, teori ve misyon yoksunluğu olarak koymak, teoriyi sınıf mücadelesinden ayrıştırarak kurutmak anlamına geliyor. Büyük bir yenilgiyle kapanan bir dönemin ardından oluşan zor ve kaotik, aynı zamanda büyük alt üst oluş imkanları ile dolu bir ortamda teori, krizden çıkışın dinamolarından biri olacaktır. Fakat hangi, nasıl bir teori?

Marksizmin kurucuları da Lenin de teoriyi sınıf mücadelesiyle dolaysız ilişkilenerek ve onun sorunlarına nüfuz ederek oluşturdular, uyguladılar, geliştirdiler, değiştirdiler ve onu “devrimci pratik için devrimci teori” katına çıkardılar. Bugünkü kriz ve çıkış tartışmalarında ortaya çıkan paradigmalar; ulusalcı, sosyal devletçi bir program; devrimsiz, sınıfsız, partisiz sosyalizm; burjuva komünizmi gibi bol çeşitli. Yapılması gereken sosyalizmin güncelliği ile buluşmak, devrimci teoriyi sınıf mücadelesi içerisindeki yerine oturtarak, kapitalizmi ortadan kaldıracak, onu aşacak bir toplumsal devrim hedefini ortaya koymaktır. 

Dünyanın Çehresine Genel Bir Bakış ve “İnterregnum”

Biriken veriler son 10-15 yıllık süreçte emperyalist küreselleşme döneminin çelişkilerinin iyiden iyiye olgunlaştığına tanıklık ediyor. 2008 krizi bunun ilk verisi olmuştu. Seattle’da başlayan ve hızla yayılan sosyal forumlar sönümlenme sürecine girmişken; 2010’nun sonunda Tunus’ta patlak veren ve Mısır ile Bahreyn’den Yemen’e ulaşan, İran’a, Suriye’ye sıçrayan 2013 Gezi Haziran başkaldırısında etkileri Türkiye’de hissedilen halk ayaklanmaları dönemin temel bir eğiliminin olgunlaşmakta olduğunu gösteriyordu. Rojava Devrimi halk isyanlarının en ileri kazanımı oldu. Kadın özgürlük mücadelesi tüm dünyada kitlesellik kazandı. 2019 yılı 40’ı aşkın ülkede halk isyanlarına sahne oldu. Fransa’da, Ukrayna’da, İngiltere ve Türkiye’de yükselen ırkçılık ve faşizm de aynı evrensel durumun farklı görünümleri.

Toplumda genel bir uçlaşma eğilimi olarak tarif edebiliriz bu tabloyu. Burjuva demokrasisi çürümüştür. Kapitalist ekonomi kriz içinde debelenmektedir. Burjuva ideolojisi çökmüştür. Bu koşullar altında sınıf çelişkileri keskinleşiyor, emekçiler burjuva devlete ve burjuva parlamentoya güvenini yitiriyor, burjuvazinin eskisi gibi yönetememesi, ezilenlerin eskisi gibi yönetilmeye razı olmaması durumu ortaya çıkıyor. Böylesi koşullar altında burjuvazinin faşizme ve ezilenlerin isyana, devrime yönelmesi olası bir durumdur. Ve bugünkü toplumda tüm patlayıcı dinamikler verili ve günceldir. 

Kapitalizm tarihi boyunca burjuva toplum içinde pek çok iktisadi ve politik kriz patladı. Neredeyse 8-10 yılda bir tekrarlanan iktisadi krizler, dünyayı sarsan 1929-30 büyük ekonomik bunalımı örnekleri verilebilir. 1848’de Avrupa’yı saran devrim ve karşı-devrimler, Ekim devrimi ve burjuvazi-proletarya karşıtlığında iki kutuplu dünya, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile emperyalizmin sömürgeci boyunduruğunun parçalanması, ‘68 gençlik hareketi. Bunların her biri burjuva toplum içindeki politik uçlaşmanın kimi görünümlerdir. Burjuvazi her defasında bu iç bunalımları aşmayı başardı. Çünkü, kapitalizmin klasik krizleri sermayenin üzerinde hareket ettiği ve içinde oluştuğu koşullarda esaslı bir değişiklik gerçekleştirmez. Sermaye kendi varlık koşulunu kendisi üretmeye devam eder. Büyük döngü krizlerinde ise böyle değildir. Sermaye mevcut koşullar içinde kendisini eskisi gibi üretemez olur. Kriz ancak bu mevcut koşulların değiştirilmesiyle aşılır.

2007-08 krizi emperyalist küreselleşmenin birikmiş çelişkilerinin dışa vurmasıydı. Bu kriz önceki büyük döngü krizlerinden farklıydı. Tarihsel varlık nedenini yitirmiş bir üretim tarzının, bu üretim tarzına tekabül eden toplum biçiminin krizi olarak ortaya çıktı. Kapitalizmin varoluşsal krizini ilan etti. Varoluşsal kriz, iktisadi, siyasi, ideolojik krizin bütünüdür. Bu kriz, içinde oluştuğu koşullar altında ve burjuva toplumun kendi iç dinamikleriyle aşılmaz. Bu ancak bir “dış” gücün mevcut koşulları ortadan kaldırarak, yerine yeni koşulları koymasıyla, yani eski toplum biçiminin yerine yenisini geçirerek aşılabilir.

Kapitalist dünya ekonomisini çatırdatan 2008 krizi sırasında, burjuva iktisatçıların  “Marx haklı çıktı” söylemleri, krize ve iflasa devlet müdahalesini çağırmalarının nedeni işte bu gerçektir. Marx şöyle diyor: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”

Tam burada El Yazmaları Antonio Gramsci’nin eski dünyanın yıkılıp gitmekte olduğu, yenisinin ise bir türlü doğmadığı bir ara dönemi tanımladığı İnterregnum kavramına başvuruyor.  “Türlü olasılıkların aynı anda bir arada olduğu ve eski düzenin çoklu krizlerle sarsılıp zorlanarak kaçınılmaz bir değişime zorlandığı melez dönemi” bir yol ayrımı olarak niteliyor ve değişim tartışmasını oraya konumlandırıyor. Bu kavramlaştırma ve konumlanışa katılıyoruz.

Kapitalizmin varoluşsal krizi aynı zamanda bir hegemonya krizidir. Burjuvazi tahakküm ve hegemonya ile egemenliğini sürdürür. Gramsci bu gerçeği, egemenliğin zoru, yönetmenin ise rızayı gerektirdiğini açıklayarak pekiştirir. Hegemonya ideolojik aygıtlarda somutlaşır, egemen sınıfın ezilen sınıflar üzerindeki iktidarını, onların rızasına dayalı olarak sürdürebilme kapasitesidir. Gramsci –yukarıda tariflediğimiz üzere- bir toplum biçiminin bütün boyutlarını etkisi altında alan krizi “organik bunalım” olarak tarifler. Organik bunalım, yapıyla üstyapı arasında bir kopuş uğrağıdır.

Kendi varoluşunu eskisi gibi üretemeyen burjuvazi, diğer toplumsal sınıfları yönetme gücünü ve meşruluğunu da yitirir. Üstyapı kurumlarında ideolojik çatlamalar ve kırılmalar ortaya çıkar. Geleneksel burjuva temsil mekanizması, burjuva parlamento ve ana akım burjuva siyasi partiler inandırıcılık erozyonuna ve dolayısıyla işlev kaybına uğrarlar. Ezilen sınıflar artık ana akım burjuva partileri kendi temsilcileri olarak görmemeye başlarlar. Burjuva siyaset düzeni eskisi gibi yapılanamaz olur, temsil krizi baş gösterir. Tüm üstyapı kurumlarında, ideolojik aygıtlarda birbirini etkileyen çürüme ve çözülme örnekleri yayılır. Ezilen sınıflar önceden görülmemiş bir bağımsız hareketliliğe yönelirler.

Toplumun yapısındaki onulmaz çelişkilerin olgunlaşması ve gün yüzüne çıkmasıyla karakterize olan organik bunalım, aynı zamanda bir hegemonya krizi olarak tezahür eder. Hegemonya krizi, bugünkü koşullarda derin bir karşı-hegemonya ile iç içe gidiyor. İşçi sınıfı direnişleri, ezilenlerin toplumsal hareketleri, emperyalist küreselleşme karşıtı enternasyonal mücadeleler, Latin Amerika halkçı sol dalgası, İşgal Et ve Öfkeliler hareketleri, Orta Doğu ve Kuzey Afrika devrimci süreci, “başka bir dünya mümkün” arayışı, bütün bunlar yine de henüz bir karşı-hegemonya kurmaya yetmiyor. Zira çeşitlenen toplumsal hareketler ve halk isyanları şimdilik sosyalizm hedefiyle dolaysızca buluşmuyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin genişleyen mücadeleci bölüklerinin bir program etrafında birleşmeleri ve amaç açıklığına ulaşmaları halen söz konusu değil. Ama burjuvazinin hegemonya krizi maddi koşullardan kaynaklanan ve artık üstesinden gelinemeyecek bir nesnellik olmasına karşın, proletaryanın karşı-hegemonya sancısı bilinç karmaşasından ileri gelen, giderilmesi politik program ve örgütlenme sorununun çözümüyle bağlı olan öznel bir yetmezliktir.

Bir toplum biçiminin ömrünü aslında tamamladığı ve yeni bir toplum biçimine geçişin sancılarının yaşandığı, ama o yeni toplum biçiminin ne olacağının henüz belirginleşmediği ara bir dönemi anlatıyor İnterregnum.

Kapitalizmin varoluşsal krizi bütün bir burjuva toplumun krizidir. Burjuvazinin bu krizden çıkış imkanı olmadığı gibi, bütün bir toplumun bu krizi taşıma marjı da kalmamıştır. Ezilenlerin kitlesel hareketleri, halk isyanları, antikapitalist mücadele damarları, Arap isyanlarından, Türkiye’nin Haziran ayaklanmasına değin gelişen toplumsal hareketler dalgası hedef ve yön birliği sağlayamamış olsa da, egemen bilinç biçimlerinden kopuşun verisidir. Yeni koşullar emekçiler arasında toplumsal devrimin zorunluluğu fikrinin oluşumuna kaynaklık ediyor ve bu süreç hızlanacak. Zira sermaye ilişkilerini ortadan kaldırmaya yönelmeyen hiçbir arayış işçilerin ve ezilenlerin temel sorunlarına herhangi bir çözüm getirme imkanına sahip değildir. Sosyalist karşı-hegemonya kurma sorunu, bunu çözüme kavuşturacak koşullarla beraber, kapitalizme karşı mücadelenin güncel gündemindedir artık. 

Yeniden Yapılanma Zorunluluğu ve Devrimci Yönelim

Marksizm’in kuruluşundan günümüze sosyalist mücadele aşağı yukarı iki yüzyıllık tarih boyunca nesnel koşulların değişmesiyle belirlenen birbirini izleyen belli tarihsel eşiklerden ve değişik tarihsel dönemlerden geçmiştir. 

1848 devrimlerinden 1871 Paris Komünü’ne kadar geçen süreç sosyalist mücadele tarihinin ilk dönemidir. Bu dönemin devrimci öncü örgütlenmesi I. Enternasyonal’dir. Paris Komünü’nün yenilgisi ile I. Enternasyonal içerisinde mayalanmakta olan kriz olgunlaşır, sosyalist hareket aynı süreçte yapısal bir krize girer. Bu dönemde yeniden yapılanma, teorik, programatik ve stratejik konularda, aynı zamanda örgütsel boyutları da olan bütünsel bir süreç olarak sosyalistlerin dikkat merkezine girer. 

1871’den II. Enternasyonal’in kuruluşuna kadar geçen süreç, bir geçiş dönemidir. 1900’lerin başından 1914-1915’e kadar olan dönem; kapitalist gelişmenin yeni ve daha yüksek bir aşamaya geçtiği, tekelci kapitalizme dönüştüğü bir tarihsel kesittir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesi, II. Enternasyonal’in çöküşü ile dünya sosyalist hareketini güncel siyasi olduğu kadar, derin bir yapısal krize sokar. 1914-1915 savaşın patlak vermesiyle bir önceki dönem kapanır, yeni bir dönem açılır. Yeni tarihsel dönemin niteliğini ve yönünü gösteren özellik, 1917 Ekim Devrimi’dir. Ekim Devrimi hem yeni tarihi dönemin devrimci niteliğini ortaya koyar, hem de içerisine girilen dönemin devrimci öncü konusunu somutlar. “Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı” belirlemesi bu gerçeklere dayanır. Ulusal kurtuluş savaşları ise çağın ayırıcı temel bir eğilimidir. Ekim Devrimi’ne önderlikte Bolşevik Parti’nin başarısı ve III. Enternasyonal’in (Mart 1919) kuruluşu dünya sosyalist hareketinin yapısal krizden çıkışı ve yeniden yapılanma pratiğidir. 

Sosyalist hareketin geçiş dönemlerini yapısal kriz ve yeniden yapılandırma görevleri belirliyor. I. Enternasyonal’in feshi, II. Enternasyonal’in çöküşü çarpıcı tarihsel dönemeçler olurken; Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin kuruluşu, Bolşevik Parti’nin II. Enternasyonal içerisindeki gelişimi ve Ekim Devrimi yeniden yapılanmanın çarpıcı örnekleri oluyor.

Yeniden yapılanma, bir önceki dönem içerisinde oluşmuş devrimci öncülerin devrimci teori, program, strateji ve örgüt sorunlarında yeni tarihsel dönemin devrimci ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde kendilerini dönüştürmeleri anlamına geliyor. Yeniden yapılanma zorunluluğunu reddetmek, geride kalmış tarihsel dönemin varoluş tarzı ve zihniyetinde ısrar etmek, devrimci tutarlılık ve kararlılık ölçüsü olarak görülüp, dogmatizm üretiyor. Dogmatizmle malul yapılar, nesnel koşullarca yapısal değişime doğru itiliyor olmak ile değişip yenilenme ihtiyacını anlamaya ve karşılamaya kapalı kalmak arasında oluşan sert çelişkiye çarpıyorlar. Yeniden yapılanma zorunluluğunu az çok yanıtlamaya girişen tasfiyeci yönelimler ise, neredeyse her şeyin yıkılıp yeniden kurulması gerektiğini savunuyorlar. Dolayısıyla, birbirini tamamlayan, gelişimin önünü açan, gerçekten kurucu nitelik gösteren adımlar atılamıyor. Sonuç, hemen her örnekte, ideolojik olarak çözülmeye, siyaseten etkisizleşmeye, örgütsel bakımdan şekilsizleşmeye varıyor. 

Türkiye’de devrimci hareket, 12 Eylül darbesinden sonra 1990’ların ilk yarısında bir yükseliş süreci yaşadı. Bu, siyasi bakımdan 1996 1 Mayıs’ına kadar devam etti. ‘96 1 Mayıs’ı siyasi bakımdan devrimci hareketin ilerleyişinin tepe noktası oldu. ’96 sonrasında antifaşist hareket kırıldı, ılımlı bir çizgiye yöneldi. Faşist rejim, ‘90’ların ortalarında devrimci örgütlere ağır kayıplar verdiren bir tasfiye saldırısı geliştirdi. Büyük ölçüde başarılı da oldu. 90’ların ortalarına değin devrimci hareket hali hazırda siyasi bakımdan ilerlemesini sürdürüyor olmasına karşın, örgütsel bakımdan çok zor bir duruma itildi. Bu örgütsel tablo devrimci hareketin ‘güncel kriz’ verisidir. Devrimci örgütlerin siyasi çalışmalarının daralıp gitgide sınırlanması, kitlelerden uzaklaşma/yabancılaşma, kendine dönme, içine kapanma eğilimi, politik refleks körelmesi, politik kararlılık erozyonu vb. güncel krizin politik alandaki en önemli yansımalarıdır. Devrimci hareket giderek politik gelişmeleri belirleyen anlamlı bir politik etken olmaktan çıktı. Güçlerde belirgin bir örgütsel daralma ve dağılma yaşandı. Önderlik ve yönetme gücü düştü. Örgütlerin saflarında kendi çizgisine güvensizlik, irade ve eylem birliğinin sarsılışı, bir çeşit ideolojik çözülme baş gösterdi. Güncel kriz, politik, örgütsel ve ideolojik/teorik bakımdan, yani üç boyutlu olarak bir kendini yeniden üretememe durumu olarak hükmünü icra etti.

Devrimci hareketin güncel krizden çıktığı süreçler olmuştur, fakat yapısal kriz bakımından tablo parçalıdır. Bugün El Yazmaları’nın tartışmasının da muhatabı olan sosyalizm iddialı örgüt ve partiler, 1960/1980 döneminde oluşmuş ya da TKP örneğinde olduğu gibi bu dönem içerisinde yeniden yapılanmış örgütlenmelerdir. İçerisinde oluştukları tarihsel koşullar aşılmıştır. Emperyalist küreselleşme değişen tarihsel koşulların oluşturucu temel bir öğesi, aynı zamanda da yapısal krizin temel etmenidir. Tarihsel koşullar tümden değişmiş iken, sosyalizm iddialı parti ve örgütler, devrimci yapılar, ‘90’larda -ve büyük ölçüde günümüzde- içerisinde oluştukları eski, aşılan tarihsel koşullarda şekillenen teori, program, strateji, taktik ve örgüt anlayışlarıyla, politik mücadele ve önderlik zihniyetiyle hareket etmektedirler. Yapısal kriz tam da budur. Kimi parti ve örgütler yapısal krizin ağırlığı altında dağıldı. Krizin sarsıcı bir ideolojik kriz biçiminde kendini gösterdiği tabloda düzen içine çekici siyasi tasfiyecilik, politik teslimiyetçilik adımları gelişti. ÖDP deneyiminin başarısızlığını, kapsamlı bir tasfiyeci yeniden yapılanma denemesinin öznel başarısızlığı olarak yorumlayabiliriz. 

Sosyalizm iddialı tüm parti ve örgütler, devrimci yapılar, ‘90’larda oluşan yeni tarihsel koşullar nedeniyle yapısal krizin muhatabıdırlar. Yapısal kriz tarihsel bir durumdur, çözücü özneyi arayıştır. Her bir yapı, yapısal krizin bilincine erebildikleri ve onu yanıtlayabildikleri ölçüde bu arayışın öznesidir. Her yapının krizden etkilenişi, onunla ilişkilenişi ve müdahaleleri ise eşit değildir. 

Günümüzde devrimci hareketin, emekçi sol-sosyalist hareketin yenilenme-yapılanma tablosu eşitsizdir. Kimi örgütler yeniden yapılanmaya ayak direyip, siyaseten sekterleşir, küçük burjuva rekabetçi bir düzleme savurulurken; kimileri yeniden yapılanmanın çekim alanına kendiliğindenci bir tarzda girip, örgütsel nedenlerle yeni bölünmelere uğramış durumda. Bu tabloda somutlayacağımız şey; yeni tarihsel dönemin değişmiş koşullarının, sosyalizm iddialı parti ve örgütleri, devrimci ya da reformcu olsunlar, sürekli olarak değişmeye, dönüşmeye, yenilenmeye itmekte olduğudur. Her parti ve örgütün krizden etkilenişi eşitsizdir, ona müdahalesi de kendine özgüdür, toplam olarak söylenebilecek şey, her parti ve örgütün yeniden yapılanmaya yöneldiğidir. Fakat emekçi sol hareket, devrimci yapılar henüz tarihsel kapsamıyla yeniden yapılanma bağlamında büyük bir mesafe kat edebilmiş değildir. 

Uluslararası devrimci, komünist hareketin de yapısal krizle ilişki ve müdahalesi eşitsizdir. Nepal’de, Güney Amerika’da yenilenme, değişim demokratik halkçı iktidarlar düzleminde yaşanırken; gerici ayaklanmalar ve geri çekilmeler de mevcuttur. Bu dünyasal tablo içerisinde Türkiye-Kürdistan devrimci hareketi –yukarıda açtığımız tüm darlıklarına, sınırlanmışlıklarına rağmen- canlıdır. Tablonun en dinamik unsuru Kürt özgürlük hareketidir. Yapılanma-yenilenmenin en dinamik odağı da Rojava devrimidir. 

Eşitsiz gelişim hareketin bir zaafı, zayıflığı olarak yorumlanamaz. Halkçı iktidarlar, özerk yönetimler, öncü parti ve örgütler, isyan ve ayaklanmalar tablosunda güncel olan gerçek, sosyalizmin 21. yüzyılın modeli-sistemi olarak güncelleniyor oluşudur. Devrimci yenilenme ve krizden çıkışın bu imkana odaklanması, gereken programatik, stratejik, örgütsel adımların buna göre atılması acil ihtiyaçtır ve başarılması da bu veriler içerisinde mümkündür. 

Hareketin ve tartışmamız kapsamında devrimci yenilenmenin en temel boşluğu, enternasyonalizmdir. Değişen dünyada ve değişimin dünyasallaştığı koşullarda enternasyonalizm ihtiyacı yakıcı, acil bir görev olarak kendini dayatmaktadır.  

Nerden İlerlenecek?

Emperyalist küreselleşme evresinde proletaryanın safları genişlemiş, enternasyonal kimliğinin maddi zemini güçlenmiş, kol ve kafa emeğinin toplumsal konumları arasındaki fark zayıflamış, proletarya ile nüfusun hızla mülksüzleşerek varoluş imkanları giderek tükenen proleter olmayan ezilen ve sömürülen emekçi katmanları birbirlerine daha fazla yakınlaşmış, işçi sınıfının diğer ezilenleri kendi programı etrafında birleştirme olanakları güçlenmiştir.

Emperyalist küreselleşme evresinde, kadını toplumsal yaşamın içine çeken üretimin toplumsal karakteri ile eve bağımlı konumunu pekiştiren mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin derinleşmesine bağlı olarak cins çelişkisi keskinleşmiş, bu durum kadın cinsinin ayaklanmasının ve kadın devriminin nesnel zeminini oluşturmuştur. Kadının ucuz işgücü olarak sömürüsü katmerlenmiş, kadın işçiler nicelik olarak büyümüş, cinsiyetçi sömürü ile artı değer sömürüsü arasındaki ilişki pekişmiş, sermaye üretimi ev eksenli güvencesiz sömürü temelinde ev içine taşınarak evsel kölelikle kaynaşmış, seks endüstrisi küreselleşmiştir. Bu zeminde, 21. yüzyıl, bir kadın devrimleri çağı olarak başlamıştır. Toplumsal bir kuvvet halini alan LGBTİ+’lar kadın devriminin önemli bir ittifak gücü haline gelmiştir.

Emperyalist küreselleşme evresinde kapitalizmin doğa üzerindeki yıkıcı etkileri, insan ve canlı yaşamını varlık-yokluk tehdidiyle karşı karşıya bırakan bir ekolojik kriz düzeyine ulaşmıştır. Ekolojik yıkıma karşı mücadeleler sınıf mücadelelerinin önemli konulardan biri haline gelmiştir.

Emek-sermaye, sermaye-cins ve sermaye-doğa çelişkisi etrafında, işçinin, kadının, doğanın kurtuluşu nesnel olarak aynı cephede birleşmiştir: Sermayenin yıkımı için mücadele. Koronavirüs salgını ve kapitalizmin şiddetlenen krizi, burjuva toplum düzeninin aşılmasının zorunluluğunu bir kez daha gösterdi. Krizler ve ayaklanmalar birbirini tamamlayarak, kapitalizmin çürüyüşü, değişimin başkaldırısı olarak iç içe ilerliyor. Bunlar, kapitalizmi mezara götürecek toplumsal devrimin belirtileridir.

Bu tablo içerisinde sosyalizm iddialı parti ve örgütlerin çözüm yöntemi, bu krize devrimci değişim temelinde müdahale etme gücünü açığa çıkarmaktır. Önce bilinçlenip sonra eyleme geçmek diye bir toplumsal hareket yasası yoktur. Kapitalist düzenden nesnel toplumsal kopuş kitleleri eyleme itiyor, eylemse kendi bilincini doğuruyor. Devrimci perspektifin kitlelerin bilinç biçimi haline gelebilmesi yalnızca eylem içinde olabilir. Kitle kendi bilincini ancak eylemle değiştirebilir. Bu hareketin kendi bağrından çözüm perspektifleri çıkarması, kendi içinden devrimci önderliklerini yaratması mümkündür. Karşı-hegemonya da ancak, ekonomik ve siyasal çelişki ve çatışmaların bilincine sahip olan, yepyeni bir toplumsal bütünleşmesinin gereğini aydınlatan bir ideolojik ve siyasi önderliğin pratiğine dayalı olarak kurulabilir. 

El Yazmaları’nın açtığı tartışmayı, emekçi sol hareket içerisindeki yol arayışlarını; sorunu tarif ve çözüm yollarında derinleşme imkanı olduğu kadar; sınıf mücadelesinin bir alanı olarak teorik alanı etkinleştirerek, sosyalizmi yeniden alternatif olarak tartışan, rejim krizini bir de teorik-politik düzlemde derinleştiren imkanlar olarak görüyoruz. 

Bu teorik-politik üretim sahasında her hareket kendi gerçeğine cesaretle yaklaştığı ölçüde, varlığını devrimci temelde yenileme, süreci de örgütleyip yönetebilme fırsatını yakalayacak. Tek bir pratik ölçü var, işçi sınıfı ve ezilen kitleler içinde gerekli hale gelmek. Şimdiki güncelimizde, Türkiye ve Kürdistan’da faşist şeflik rejimine karşı dişe diş savaşım sorumluluğu güncel ağırlığıyla emekçi sol hareketin omuzlarına yüklenmiştir. Faşist rejimin yenilmesi, işçi sınıfı ve ezilenlerin politik özgürlüğünün kazanılması uğruna varlığını ortaya koymak, tüm çözüm formülasyonları ile birlikte kolektif öznenin sınanacağı siyasi sahadır. Örgütlenmede ve politikada faşizmin yasalarını çiğnemek, mücadele biçimlerini fiili-meşru temelde ele almak, sınıf savaşımının tutsaklık ve ölümsüzlük gibi bedellerini göğüsleme yolundan devrimci nitelik kazanmak yolundan ilerletilecek devrimci yenilenme, işçi sınıfı ve ezilenlerin kurtuluşuna ön açmanın hakkını da beraberinde getirecektir.