Solun Kriz ve Dönüşüm Sancısına Bir Çare Olarak HDP- Tuncer Bakırhan

El Yazmaları’nın notu: Sosyalist solun mevcut krizinden ortak bir çıkışın sağlanması çabalarına katkı sunmak amacıyla, “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlığı altında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin çeşitli temsilcileri ve yazarlarına yönelttiğimiz çağrı çerçevesinde hazırladığımız dosyamızın beşinci yazısını paylaşıyoruz. Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkan Yardımcısı Tuncer Bakırhan’ın “Solun Kriz ve Dönüşüm Sancısına Bir Çare Olarak HDP” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz. Yazısında sosyalist solun Kürt sorunu ile gerçek manada yüzleşmediğini söyleyen Bakırhan, HDP’nin makro ve mikro düzeydeki krizlere karşı söz üretmeye en yakın aday olduğunu vurguluyor.

Giriş:
Sol, “Sınırsız Erteleme” İçinde Bir Yenilgi Torbası Mıdır?

Süregiden siyasal-toplumsal atmosferde Türkiye, disiplin toplumu özelliklerini denetim toplumuna aktaran bir akstan geçerken, rejimin rengi totaliter görünse de güncel tartışmaların odağındaki otoriter-popülist bir kavrayışın da tüm özelliklerini gözlemleyebiliyoruz. 

Gerek totaliter kurgu gerek faşist-popülist siyaset; katılık yerine akışkanlığı, kırılganlık yerine esnekliği kendine uyarlayarak her şeyi bulanıklaştırıyor. Bugünü diğer zaman dilimlerinden ayıran önemli bir ayrım budur. Kurumsallık vardır ama belirsizdir, bürokrasi vardır ama dört köşeli üçgen gibidir, kamusal iş vardır ama kayıptır. Daha da önemlisi, iktidarların her şeyi halk adına yaptığını dayatması ve cevapsız bırakan sınırsız bir erteleme gücüne kavuşmuş olmasıdır. Bu bağlamda tüm kavramların tersyüz edildiği, hakikatlerin bulanıklaştırıldığı, toplumsallığın değersiz bir şüpheciliğe indirgendiği bu zaman diliminde Sol’a dair söz kurmak da hem çok kıymetli hem de zor bir hal alıyor. Öyle ki dünyadaki aşırı sağcı siyasetin kazandığı ivmeden bakınca, faşizme giden yolun demokrasiden geçmesi paradoksu; modern dönemin ve solun en önemli politik çıkmazlarındandır. Aynı şekilde demokratik kuramın ‘algılanamaz’ bir hale gelmesi, neyin antidemokratik olduğunu görmede zorluklar yaşadığımız bir evredeyiz.

Bugün Sol gerçekten kendi adını söylemeye cesaret edemeyen bir yerde midir? Tartışmayı elbette buradan yapmak mümkün ama daha başka sorunlar daha acil gibi duruyor. Acaba esas sorun, solun bugün bir anlatı/anlatma problemi olabilir mi?  İşleyiş, ilerleme ve dönüşümdeki dönemsel duraksamalar acaba kendini sürekli güncelleyerek sol ile nasıl mücadele edeceğini, onu hücrelerine kadar nasıl böleceğini, hangi araçlarla savaşı yürüteceğini hep düşünen, düşünmekle kalmayıp teori-pratiği da ıskalamayan devlet kuramı karşısındaki konumlayış ile mi ilgili?

Biraz güncele odaklanarak: Yurtsuz kalmış üniversite gençlerinden pandemi döneminde çalışamayan tiyatroculara; ağaçların otoyol ve binalara dönüşen betonlaşma sorunundan ormanların maden sahası olarak kullanılmasına; köylerimizdeki derelerin HES olarak kullanılmasından Hasankeyf gibi insanlık mirası yapıların betona gömülmesine; cezaevlerindeki işkence ve hak ihlallerinden kadın cinayetlerine; sokakta yaşamak zorunda kalan çocuklardan kağıt toplayan emekçilere; cinsiyet kimlikleri mücadelesinden cinsel yönelimin karşılaştığı nefret söylemi ve şiddete; fabrikada, tarlada, madende doymak için değil yaşamak için ‘esnek’ çalışmak zorunda kalan emekçilerden,  işsizler ordusunun oluşmasına; Alevilerin, Hristiyanların, Ezidilerin yok sayılmasından iktidar koruyan mezhepçi anlayışa karşı durmaya; Kürtlerin eşitlik ve eşdeğerlik temelinde var olma mücadelesinden tekçi rejimin düşmanlaştırıcı politikasından nasibini alan tüm halklara neredeyse yaşamın her alanında süren bir mücadele ve direniş var. Bu kadar geniş alanda verilen mücadele bizlere bir mücadelenin/direnmenin/direnişin var olduğunu kanıtlıyor. Diğer taraftan bu mücadelelerin ortaklaşamadığını da gösteriyor. Karşımızda küresel ölçekte kendisini sürdürmek için sistemi restore etmeye çalışan kapitalizme karşı bu kadar dağınık bir mücadele verme lüksümüz var mı? Ya da bu dağınıklık bir kazanım getirebilir mi?
Bu bağlamda sol yeni bir fikri icat mı etmeli yoksa bunun mevcut olanı aşacak cesareti göstermesi yeterli olacak mıdır? Dünün solcu fikirleri neden dünyanın her tarafına ulaşıp kitleleri etkileyip, iktidarların direklerini yerinden oynatabiliyorken; bugünün bu her an her yerde olabilen, ulaşılabilen hali daha geri izlenimi veriyor? Total bir soruyla virgül koyarsak: Sol gerçekten kendini bir yenilgi torbası olarak mı görüyor? 

Soruları çoğaltmak mümkün.

Örgütlenmiş Bir Bilinç Olarak Solun Günahı ve Türkiye’deki Tabloya Özlü Bir Bakış!

Çok uzağa gitmeden, koronaya odaklanarak diyebiliriz ki; solun krizi ile kapitalizmin krizi, Covid-19 pandemisi zemininde üst üste binmiştir. Sol, bu zeminde yer alan ve gittikçe büyüyen eşitlik taleplerini arkasına alacak ideolojik çıkışı yakaladı mı, tartışmalıdır. Bugün Covid-19 zemininde temel çelişki daha fazla gözetim ve sömürü ile daha fazla eşitlik ve özgürlük arasında belirmektedir. 

Tüm şartların toplumsallığı büyütmek için en elverişli olduğu çağda, en büyük sıkıntıları yaşıyor olmak, örgütlü olamamak solun en büyük günahı denilebilir. Sol, her şeyden önce örgütlenmiş bir bilinçtir. Böyle kabul diyoruz, ama bu kabulün red ölçüleri silikleşmiş durumda. HDP, Syriza, Podemos, Los Indignados, Nuit Debout ve Occupy Wall gibi pek çok örgütlülük fragmanı var önümüzde fakat her parçada yaşanan içkin bakışlar, solun da dağınık mücadele hattını bize gösteriyor. 

Konuyu Türkiye özeline çekerek devam etmek istiyorum. 

Sol, bundan yarım asır önce hangi tarihsel devamlılık içinde yer alacağını net olarak ortaya koyabiliyorken, bugün aynı netliği ifade etmiyor. Hayri Durmuş, Kemal Pir ve Mazlumların Diyarbakır Cezaevi savunmaları ve eylemsel kılınmış hakikatleri; Mahir, İbo ve Denizlerin tespit, duruş ve netlikleri ile bugünü kıyasladığımızda ileride miyiz yoksa geride? Tersten bir soru ile: Mazlum Doğan, Hikmet Kıvılcımlı veyahut Mahir Çayan bugün yaşasaydı, fikirleri neden daha görünmez olacaktı acaba? Bu konu önümüzde bir çelişki olarak duruyor.

Sol, bir kültürel direniş alanı olarak, neyi içerdiğini tüm detaylarıyla kendi mirası üzerinden anlatabiliyorken bugün bu mirasa özellikle yapılan müdahaleler sonucu, herkesin her an sol olabildiği, kendini sol olarak ifade edebildiği bir noktaya geldik. En sağcısı da kendi solunu yaratabiliyor ve bundan rahatlıkla medet umabiliyor. Bu durum, çeşitli aşınmaların yığıntısı olarak da okunabilir. Buna söylemsel düzeyde ‘sol çalındı’ demekle yetineceğim. 

Solun en önemli temel harcı söz ve eylem gücüdür. Biliyoruz ki praksise dönüşmeyen, akışkan olmayan her teori, teori olmaya ve sadece tartışma düzeyinde var olmaya mahkumdur. Oysa praksis, hareketin kendisinin teoriyi yaratabileceğini, deneyimin eksiklikleri giderebileceğini, akışkanlığın tıkanıkları aşabileceğini, yöntemin metodu kurabileceğini doğadan biliyoruz. Fakat bugün sol kendi söz ve eylemini, teori ve pratiğini birleştiremiyor. Terazinin kefelerinde biri inerken diğeri yükseliyor, denge kurmak olabildiğince zorlaşıyor. Örneğin son yıllarda dünyada sağ siyasetin bariz şekilde yükselişini izliyoruz. Bunun nasıl bir yıkım yarattığını da sınırlar boyunca, insan-doğa ve onların varlık suretinde izliyoruz. Oysa solun tam sahne alacağı, tam da insana, topluma, doğaya dair tezlerini en üst perdeden savunacağı ve geleceğin ancak böyle kurtarılabileceğini daha fazla dillendireceği bir dönemdeyiz. Bunun da dengesini kuramadığımız açık. 

Bunlar dışında, şüphesiz, daha pek çok başat tespit yapılabilir. 

Sol İçin Bazı Acil Başlıklar:
Siyasetin Özgürlük Mü Yoksa Yönetim Alanı Mı Olduğu Sorunsalı

Tespitlerin yanına geleceğe ilişkin bazı önerileri de ifade etmek gerekiyor. 

Toplumun savunulması konusu en acil başlıktır. Bunun nasıl olacağına dair ortaklaşmak hayati önemdedir. Ancak bu sayede toplumun bölünmesi, birbiri ile çatışması önlenebilir. Bunun elbette olabilmesinin bir şartı da solun kendini koordine edebilmesidir. Koordine bir yapı, kendi gündemini yaratabilir. Açıktır ki gündem bolluğu içinde gündemsizlik vardır. Solun sürüklediği bir gündem pek olamıyor. Gündemdışılık adeta bir sarmaşık gibi etrafımıza dolanmış durumda.

Sol adına mücadele ettiğini söyleyen pek çok yapı, oluşum, kurum söylemsel düzeyde çekiciliğini yitirdiği gibi, çözümleme yeteneğinin yanına somut olarak yeni şeyler eklemediği için kendini yiyen, kısırdöngüye binen bir hal durumundadır. Cenneti isteyen ama ölümü reddeden bir pozisyondadır. Bu görülmelidir. Teori, politika, eylem, entelektüalizm ve cesaretin tarihi olan Türkiye sosyalist solu, bugün bu durumdan muaf değildir. 

Sol adına bugün belli bir moment yakalamış kurumsallıkların daha da güçlendirilmesi gerektiği ortada iken, buna dair eleştiri-öneri-tespitlerin azlığı da soru işaretidir. Şikâyet dilinin yoğunluğu göze çarparken, var olanı aşacak bir alternatifin de ortaya konmaması da eleştiri konusudur. 

Türkiye’deki sol Kürt sorunu ile halen gerçek manada yüzleşebilmiş değil. Solun en büyük çıkmazı budur. Bunu aşmak zorundadır. Durumu sadece ezilen ulus sorunu ile açıklamak kaçıştır. Bir sömürge sorunu olarak görmek, adını net koymak ve buna denk mücadele vermek gerekiyor. Oysa sömürge ve Kürt/Kürdistan tabirlerini bile yan yana getirmekten çekiniliyor. 

Halkın zamanda ve mekânda sabit bir kategori olmadığının, aslında sürekli değişen, dönüşen ve kurulabilir bir kategori olduğunun belirtilmesi ve solun tarihe-mekâna müdahale ederek halkı kuracak ideolojik alet çantasını toplamasının zamanının geldiği söylenebilir. 

Sınıf ve kimlik arasına konan kategorik ayrıma karşı sınıflar arasındaki çelişkinin başka çelişkilerle birlikte düşünülmesi gerektiğini, tali çelişki olarak kimliklere dair çelişkinin giderilmesinin ana çelişkinin giderilmesine katkı sunabilecek potansiyelinin keşfedilmesi gerektiği görülmelidir.

Son olarak, sol; siyasetin özgürlük mü yoksa yönetim alanı mı olduğuna dair tartışmayı güncellemelidir. Bunun politik-ahlaki çehresini açık seçik ortaya koymada büyük sıkıntılar yaşadığımız gerçeği ortadadır. 

Sol ve HDP Tartışmalarına Katkı Mahiyetinde:
Sınırlar, Algılar ve Gerçekler!

Çizdiğim genel çerçeveden azade olmayan, Türkiye’de siyasetin geleceğini dönüştürme gücünü test etmiş ve test etmeye devam eden, 3.Yol’un ısrarcısı HDP fikriyatına dair birkaç kelam etmek, bu noktada, yerinde olacaktır. 

HDP, tarihsel bir hakikat olarak bütün ezme-ezilme ilişkilerine, bütün egemenlik ve sömürü biçimlerine son vermek amacıyla kurulmuş; “ortak vatan”da eşitlikçi, özgürlükçü, ekolojik ve demokratik bir yeni yaşamın yolunu açmak; işçisi ve emekçisiyle toplumun çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı yapısına uygun bir demokratik cumhuriyetin inşasına öncülük etmek amacıyla HDK tarafından kurulmuş bir Kongre partisidir.

HDP, onun örgütsel omurgasını oluşturan Kürt siyasi hareketi, sosyalist partiler ve bireyler dahil, bu topraklara özgü bir birleşik mücadele sürecinin öznesi olmak isteyen ezilen, sömürülen, dışlanan, horlanan, yok sayılan herkesi kapsayan çoğulcu ve çok katmanlı yapısal özelliklere sahip bir parti. O nedenle HDP, ret ve inkâr siyasetine dayalı ‘resmi Türkiye’ söyleminin ötesinde, bütün halkları, inançları, kültürleri, dilleri vb. kapsayan programı ve ortak bir demokratik gelecek tahayyülü itibarıyla gerçek Türkiye partisidir.

HDP, sol hareketin uzun bir süre devam ettirdiği devrim mi, dönüşüm mü tartışmalarını yeni bir formül ile var eden bir yaklaşıma sahiptir. Sözü dolandırmadan HDP devrime inanan ve bu motivasyon ile hareket eden ilkesel bir yaklaşıma sahiptir. Ancak HDP’nin devrim anlayışının özgünlüğü dönüşümü de reddetmeyen bir bağlamla ele almasıdır. Yani biz devrimi an’a sıkışan bir bağlam yerine sürece yayılan ve kaçınılmaz olarak dönüşümle gerçekleşecek devrim olarak okuyoruz. 

HDP, Kürt sorunu dahil, bir demokratik devrimin çözmesi gereken bütün görevleri üstlenmiş farklı politik programların, politik bileşkesini oluşturan partilerin partisi. Bu bakımdan HDP, tekil olarak hiç kimsenin, çoğul olarak ezilen, sömürülen, yok sayılan, dışlanan herkesin partisidir. O nedenle HDP Kürtlerin partisi ama sadece bir Kürt partisi değil. İşçilerin, emekçilerin partisi ama sadece bir işçi, emekçi partisi değil. Alevilerin partisi ama sadece bir Alevi partisi değil. Sosyalistlerin partisi ama sosyalist bir parti değil. Dolayısıyla HDP, bu coğrafyada ezilenlerin her alanda süregiden özgün mücadeleleri ve bağımsız örgütlenmelerine gölge düşürmeksizin, bütün mücadeleleri ortak demokratik bir politik eksende birleştirmek ve demokratik bir halk iktidarı-yönetimi hedefine yönlendirmek isteyen bir partidir. 

Geçmişimiz yeterince kavgaya, tartışmaya, birikime sahiptir. Bu nedenle artık ortaklaşma zamanıdır. Geçmişimizin farkında olarak ve kabul ederek başlangıç noktasını ortaklığı inşa etmenin zemini olarak kabul etmeliyiz. Biz 10 yıl önce “Bizler, halklarımıza ve ezilenlere yöneltilmiş tüm baskı ve haksızlıkları ortadan kaldırmak, barış içinde ve insanca yaşayabileceğimiz” bir ülke inancı ile HDK’de; 9 yıl önce de “İnsanın insana kulluk etmediği, baskının ve sömürünün olmadığı, savaşların yaşanmadığı, ezen ve ezilen ilişkisinin son bulduğu; tüm insanlığın dil, din, renk, ırk, cinsiyet farkı olmaksızın, yaşamın her alanında eşit, özgür, insanca ve adil yaşadığı bir dünya” içinde HDP’de buluştuk.

Bireyleri, bileşenleri, üyeleri, tabanı ve halkı ile kendi gücünü bir inşaya dönüştürmek için çabalayan tılsımımızın bazen enerjisinin düştüğü, hatalar yaptığı, fırsatları ıskaladığı, zorlandığı doğrudur. Ancak bu tılsımın kendisi köklerini toprak altında bir şekilde ilerletecek, suyun tıkanıklığını aşacak, yöntemi metotla buluşturacak, stratejinin taktiklerini örecek aralıklar yakalamamızı da sağlıyor. 

Yaşanan deneyimler, ödenen bedeller sonrasında egemenlere karşı ezilenlerin mücadelesinde açığa çıkan gerçeklik şudur: Emekçilerin, ezilenlerin ve Kürtlerin tarihsel birlikteliği olmadan demokrasi mücadelesi hiçbir zaman başarıya ulaşamaz. Egemen blokların tahakkümü altında bu kısır döngü de sonsuza kadar sorunlar çözülemeden olduğu yerde kalır. 

Bizleri BİZ olarak kabul etmeyen tekçi anlayışlara karşı tekil kalmak sonuç getirmeyecektir. Ortada mücadele değil mücadeleler var ama bu mücadeleler arasında bir bağ, ortaklaşma ve dil yoktur. Bizlerin karşısında tekliği, otoriterliği inşa etmek ve kapitalizmi sürdürmek isteyen güç tekil değildir, hepsi bir sistemin parçasıdır. Yekpare bir sistemin parçası olan bu anlayışa karşı yaşamın ortak bir mücadelenin zeminini yaratmak zorundayız. Zorbalığı dayandığı güce dayanak sürdüren rejime karşı eşit, adil, haklı gücümüzü bir habitus olarak var etmeliyiz. Elbette bunu gerçekleştirmek bir tılsımdır ve biz bu tılsımı HDP ile bulduğumuzu düşünüyorum. HDP, yukarıda saydığımız/sayamadığımız tüm tekil alanların belli bir program etrafında bir araya gelmesi, kendi güçlü habitusunu yaratma büyüsüdür. Çatallanan yolların birer ağaç dalına dönüşerek aynı gövde ile toprağa kök salmasıdır. Köklerimizi topraktan koparıp geleceği bulanıklaştırmak isteyen rejime karşı toprağın altından kökleri ile birbirine sarılan ormanın kendisidir HDP. Bu ağaç dalları, gövdesi ve kökü arasında hiyerarşiye, statikliğe, karşıtlığa veya teklik üzerinden özdeşliğe denk gelen bir tür değildir. Akışkanlığa, yatay ilişkiye, farklılığa, çokluğa, renkliliğe ve her bir parçanın özerkliğine dayalı bir rizomdur.

Toparlarsak, 

Kriz dönemlerinde ileriye doğru söylenen her politik söz, belli toplumsal, siyasal, iktisadi ilişkilere gönderme yapar. HDP hem makro düzeyde kapitalizmin krizine hem de mikro düzeyde Türkiye’deki yansımalarına karşı bütün çelişkileri dikkate alacak şekilde söz kurmanın evidir. 

Bugünün devrimci müdahalesi, işçi sınıfı ile işsiz ordusu, ezilen kimlikler ile mültecileri birlikte düşünme, aynılaştırmadan farklılıkları ile ele alma gereklilikleri donanıyor. Kapitalizmin geldiği aşamada ezen sınıfın azınlık ve kimliksizliği (paranın dini, imanı, kimliği yoktur dedikleri) göz önünde bulundurularak gerçek çoğunluk üzerinden potansiyelini gerçekleştirmek devrimci bir görevdir. 

İşte HDP buna en yakın adaydır.