Asgari Bir Programın Kuruculuğu ve Geleceği İnşa Etmek

Türkiye siyaseti derin bir sıkışmışlığın içerisinde.

Siyasetin gündemi ve ritmi an an güncellenip hızlansa ve yeni dönem öyle ya da böyle geri dönüşsüz alt üst oluşlara gebe olsa da merkez siyasetin gündemiyle çitlenmiş yerleşik düşünce ve davranış kalıpları hasebiyle, bir ileri iki geri giden siyasal patinaj henüz aşılabilmiş durumda değil.

***

Krizler derin ve çoklu. Sorunlar yapısal. Ve ama çıkış, iki kutuplu burjuva kamplaşmaya sıkışmış geleneksel siyasetin temsil aygıtlarına, dolayısıyla sistem içi bir paranteze alınarak tartışılmaya; düzen, günü idare eden kotarmacı düzlemde ayakta tutulmaya çalışılıyor.

Bundandır ki, merkez siyasetin gündemi; ittifaklar, koalisyonlar ve seçimler. Seçim barajındaki, siyasi partiler ve seçim yasasındaki değişiklik gündemde, dar bölgeler sistemi tartışma masasında. Ötesi ise, uluslararası ve ulusal arenadaki egemenlerin pazarlık masasına bırakılmak isteniyor. Ancak, şimdiden ifade edebiliriz ki, seçimler sandıktan fazlasını içeriyor, içerecek. Erken, baskın ya da zamanında, her halükârda seçimler mevcut dağılma, parçalanma ve yeniden oluş sürecinin üzerine oturan bir sarsılma ve zorlanmanın sancılarının ürünü olacak. Bu anlamıyla, merkez siyaset masasının ana gündemi olan seçimler, bir ölüm kalım savaşı gibi yürütülüyor. Bu savaş, egemen iki kutbun çekişmesi etrafında döndürülmek ve buna içkin bir yeni dönem ve egemen siyasetin yeniden inşası tartışmalarıyla sınırlandırılmak isteniyor.

Bakınız, ‘AKP-MHP sonrası’ tartışmaları her zamankinden daha yüksek sesle konuşulur oldu, ‘Erdoğan’a karşı en geniş zemin’ tartışmaları, ‘tutucu bir restorasyonun bile, şimdikinden evla olacağı’ görüşleri ile açılımlanıyor. Hesaplaşma, egemen sınıflar arası bir hesaplaşmadan ibaretmiş ve siyaseti de egemenler yaparmış havası daha yüksek bir tonajdan dillendiriliyor. Devri sabık tartışmalarının yeniden açılarak ‘hesaplaşmasız yumuşak geçiş dönemi’ demeçleri ve hesaplaşma parantezine halkın alınmayışı elbette ki tesadüfi değil… Her güç, kendi sınıfsal zeminin mücadelesini veriyor.

Öyle ki, bu tartışmalarda halkın ne adı ne de sanı var. Zira, egemen iki kutbun mutabakatının kesişim kümesi halksız bir siyaset, halksız bir yeni dönem ve iktidar inşası.

***

Rejimin bekasıyla sermayenin bekası arasındaki makas giderek açıyor. Sınıflar mücadelesi giderek sertleşiyor.

TÜGVA belgelerinin sızdırılmasından, TÜSİAD’ın bol laiklik ve demokrasi vurgulu ‘Geleceği İnşa’ üst başlıklı 50. yıl toplantısına, faiz indiriminden, döviz kurundaki önlenemez yükselişe, Büyükelçiler krizinden, Irak-Suriye tezkeresine mevcut kırılgan zemin an an derinleşiyor. 

Son haftalarda, olan bitenler restorasyoncu güçlere moral üstünlük sağlamış durumda ve esen dalganın üzerine binip oradan yürümek isteyen egemen muhalefet, hamlelerini artırmış, sesinin tonunu yükseltmiş vaziyette. 

Sınıflar mücadelesinin keskinleştiği bu sancılı dönemde, egemen sınıfın savaşı Türkiye kapitalizmini kimin yöneteceği sorusuyla yüklü. TÜSİAD sözcülerinden, Daren Acemoğlu’na sermaye sınıfının hamlelerini yüksek bir teveccüh ve coşkuyla karşılayan muhalefet temsilcilerine kadar, AKP-MHP sonrasındaki yeni düzenin, yeni bir merkez sağ inşasından, ekonomide güncellenmiş bir Kemal Derviş programına ve parlamenter sisteme dönüşle çerçevelenmiş olduğu görülüyor…

***

Bu tartışmalar ve savaşım, bizim cenahta bütündeki parçayı görme ve oraya odaklanma ve olguculuk olarak vuku buluyor. Sınıflar arası savaş, salt sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmadan ibaret olarak görülerek ,siyasal alanın özgünlükleri ve işçi, emekçi sınıfın ve toplumsal dinamiklerin çıkış arayışları üzerinden atlanarak yorumlanabiliyor.

Evet, öbür uca savrulan dostlarımızdan farklı olarak açıkça ifade etmeliyiz ki, sermaye fraksiyonları arasındaki çelişki son derece gerçektir ve ama tek belirleyen değildir, bu savaşın yalnızca bir yönüdür. 

Öte yandan tersten dönen yorumlar ise, siyasal düzlemi salt kendi sureti üzerinden okuyan bir başka uçta konumlanıyor. Finans kapital olgusunu göremeyen, tarihselliğini ve dolayısıyla güncelliğini kavrayamayan yeni dönemin ve dolayısıyla demokratik bir halk iktidarının inşası için, asgari bir program etrafında üçüncü bir seçeneğin kuruculuğu üstlenme çağrılarını tali gören yaklaşımlar olarak zuhur edebiliyor.

Bugün, asgari bir programın kuruculuğunu üstlenmek, geleceği inşaya talip olmakla yüklüdür. (Afaki bir program savunmuyoruz, Gezi’den çıkan halkçı seçeneği, demokratik cumhuriyet ve demokratik bir anayasaya ihtiyacı üzerinden dile getiriyoruz. Neden bir demokratik anayasaya ihtiyacımız olduğunu bu sitede daha evvel tartışmıştık. Dileyenler şu linkten ulaşabilir: https://elyazmalari.com/2021/10/01/bir-demokratik-anayasa-hareketine-ihtiyacimiz-var/ )

Sertleşen sınıflar mücadelesinde hesaplaşmayı sınıftan, halktan yana icra etmek işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin, biriken toplumsal öfkenin sözcülüğünü sermaye sınıfının sözcülerine bırakmamaktan yahut kuruculuğu verili olanı ve gerçeği bükerek yeni bir kurtarıcı siyaseti makyajiyla umutları ve öfkeyi ehlileştirip berhava edecek ana akım muhalefetin kucağına kendi ellerimizle bırakmamaktan geçiyor. Yani, sol sosyalist güçlerin an’a yapacakları tepkiselliği ve kendiliğindenliği aşacak siyasal müdahalelerden geçiyor.

Sosyalistler tarihin çağrısına işte tam da buradan icabet etmez ise, Irak-Suriye tezkeresine Hayır oyu veren CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun rolü tarihsel bir kuruculuk ve liderlik misyonu atfedilerek, milliyetçi bloğu bozuma uğratan öncülük olarak okunuverir. Ya da çok değerli hocalarımızın bile düştüğü sistemin restorasyonu tuzağı, ‘tutucu bir restorasyon bile tek adamdır iyidir’ kestirmeciliği ile karşılanarak müthiş olanaklarla yüklü bir tarihsel an ellerimizden kayıp gidiverir.

Hava dönüyor dönmesine ama havayı işçi sınıfından yana döndürecek siyasal özne hala sahnedeki yeri almış değil.