Bir Demokratik Anayasa Hareketine İhtiyacımız Var

Devlet Bahçeli, ‘Türkiye, Cumhuriyetin 100. yıldönümünü, çatısının Başkanlık Sistemi’nin ana ilkelerince örüldüğü, milli ve manevi değerlerden ilhamını alan, yalnızca bize özgü yeni bir anayasa marifetince kutlayıp karşılayacaktır’ ifadesiyle, cumhuriyetin 100. Yıl dönümünde, 100 maddelik anayasa hazırlığını deklare etmişti geçtiğimiz yıl bugünlerde.

Koalisyonun reisi Erdoğan ise, bir süredir, sivil bir anayasa ihtiyacını ve buna dair yapılan hazırlıkları fırsatını buldukça dile getirmeye çalışıyor ve başkanlık rejimini tahkim edecek yeni bir anayasa vurgusuna işaret ediyor.

Görünüşe göre, rejim(in) kurumsallaşması tıkandı. Faşizmin inşası iktidar koalisyonu tarafından egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda masa başında yeniden yazılmak isteniyor. Ancak elimizde tümüyle çürüyen bir siyasal yapı ve kendi koyduğu anayasayı bile uygulayamayan bir kriz hükümeti var.

Türkiye, her gün ortalığa saçılan suçlar ve her biri yeni bir skandala kapı aralayan vakalarla, tekrar tekrar kanıtlandığı üzere, çok ağır bir  demokrasi sancısı çekiyor.

Tabanda, yeni bir anayasal düzenlemeye duyulan gereksinim henüz topyekûn bir harekete dönüşemiyorsa da, her geçen gün daha da duyumsanıyor.

Peki, elimizde ne var?

Elimizde; herkese eşit düzeyde kapsama ve yaptırım gücü olan bir eşitler sözleşmesinden ziyade, iktidar lehine devleti halktan ayıran ve ayrıcalıklaştıran, hak ve özgürlükler hukukunun sermaye ve iktidar dışında kimseyi korumadığı, halka karşı sopa mahiyetinde kullanılan bir anayasal anomali var.

Paralel olarak, siyasetin elinde oyuncağa dönüşen yargı, içi boşaltılıp işlevsizleştirilmiş, kişicil bir parlamento ve saltanat kurumları, nobran ve nepotik kamu bürokrasisi, emekçilerin kazanılmış haklarına göz diken bir yönetim anlayışı var.

Siyasal katılımın belli periyotlarda ve de “gerektiğinde” baskın seçimlerle sandığa gitmeye indirgendiği, lakin sandık güvenliği ve de geçerliliğin bile şaibeli olduğu, velhasıl temsili demokrasinin bile işlerliğinin kalmayıp tıkandığı, adına sandık demokrasisi bile diyemeyeceğimiz despotik bir araç var.

Öyle ki, halkın talepleri, hakları, özgürlükleriyle uzaktan yakından bir ilintisi olmayan, halka karşı kendi iktidarını korumakla damgalı bir despotik rejim var. 

Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki anayasaların, egemen devlet yapısına içkin, “halka rağmen ve çoğu zaman halka karşı ama halk için” içeriği ile yüklü bir anayasal zemini var. 

Bugüne kadar egemen siyasetin mutabakatı da esasen bu olageldi. Hal böyle olunca da bir anayasadan ziyade egemenlerin fermanından söz etmek daha yerinde olacaktır. Bu da temel hak ve özgürlükler mücadelesinin bir “güç dengeleri” belirlenimine açık hale gelmesine neden oldu. Hiçbir şeyin garanti olmadığı, hakların ve özgürlüklerin güç yoluyla alındığı bir siyasal mücadele pratiği oluştu zaman içinde.

Türkiye’nin özgün rejiminin ve siyasetinin muhtevası işte o ferman mutabakatında. Ülkeye özgü rejimin sınırları oradan belirleniyor ve düzen o muhtevayla nefes alıp veriyor.

Ana akım siyasetin politika ve söylemlerinden, başkanlık ve lider kültüne, seçim-sandık darlığı ile halksız bir yönetim tabiiyeti ve ufuksuzluğuna değin, despotik devlet geleneği ve neoliberalleşme sürecinin siyasal sonucu olarak, demokrasiyi biçime indirgeyen, kırtasiyecilik prosedürleri ile çitlenmiş, öznenin konuşmadığı, öznenin katılımının olmadığı öznesiz bir sözde demokrasi.

CHP’nin “Seçimi bekleyin, gidecekler” stratejisinin temel düsturu da burada. Öznenin özel olarak gizlenip, pasifize edilip güçsüzleştirildiği bir strateji. Sermaye ve devlet ile göbek bağının sırrı da esasen o stratejide yatıyor.

Bilirsiniz bir yönüyle, devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır. Çok özenilen Batılı anayasaların özgürlükçü içeriklerinin işçi sınıfı öncülüğündeki halk güçlerinin mücadeleleri sonucunda oluştuğunu da unutmadan, bizdeki gelişimin sınırlılıklarının bir sonucu olarak anayasalarımız, egemen sınıfların sömürü aracı olarak biçimlenen devletin, dayandığı çeşitli kurumlar ve aparatlardan biri olagelmiştir.

Halkın doğrudan doğruya kendini yönetmesine dayanan bir cumhuriyet ve onun anayasası ise, tabandan gelen özgürlük için mücadelenin ürünü olarak biçimlenebilir.

Zira halkı kurucu bir iktidar öznesi olarak, siyasetin sahnesine sokacaktır. Halkın bir siyasal özne olarak kendi meclislerinde siyaset sahnesine dâhil olması, söz, yetki, karar organlarının demokratik, halkçı bir zeminde yeniden kurulmasını içerir.

Egemen sınıfı koruyup kollamakla mükellef, sözüm ona devletin bekasını korumak adı altında halkın bekasını feda eden, bireyin ve yurttaşın hak ve hukukunu koruyan değil, egemen sınıfları bireye ve egemen olmayan sınıflara karşı koruyan anayasalar, kendi tarihimizin anayasalarından ve anayasal işleyişinden de pek tabi bildiğimiz üzere, otoriter, bürokratik, mekanik, militarist, ulus devlet ideolojisiyle çerçevelenmiş anayasalar olagelmiştir.

Yargıdan, askeriyeye, bütçeden, din ve vicdan özgürlüğüne, eğitimden, kamuya; çarpık bir devletçilikle bütünleşmiştir.

Toplumun büyük bir kesimini dışlayan, bu kesimleri devletin bağlayıcı hukukunun dışında bırakan, dayatmacı ve tekçi bir ideolojinin mayasıyla harmanlanmıştır. Bu anayasalar ataerkil aileyi temel alan erkek egemen bir zihniyete sahip, tüm kurumlarıyla erke yaslanmış bir anayasa hukukunu içerir.

Böyle bir egemen sınıfın iktidarı, anayasanın uykuya dalıp, her yerinden şovenizm, milliyetçilik ve erkeklik hortlayan homojen tekçi bir toplum yaratma görevini yerine getirmeyi iş edinmiştir sadece.

Bugün Türkiye’nin geldiği kritik ve tarihsel eşikte, faşizmin kıyısında, anayasa tartışmasının egemenlerce açılması tesadüfî değil. AKP ve MHP’nin yeni bir anayasaya değil, iktidarlarını sürdürmeye ihtiyaçları var. İhtiyaç, meşruiyetini kaybetmiş iktidar ortaklarının varlıklarını tahkim etme ihtiyacı. 

Bu gidişe dur demek, ancak ve ancak alttan, tabandan gelen baskıyla olur. Kendilerini devletin asıl sahipleri olarak görenlerle, halkın kurucu iktidar savaşımı olacaktır bu.

Toplumun tüm kesimlerinin, işçilerin, emekçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin, halklar ve inançların, çocukların temel insani haklarının garantiye alınacağı, halkın ihtiyaçlarını ve istekleri, taleplerini özgürlükçü, demokratik, halkçı bir yönetişim mekanizması içinde aşağıdan yukarıya doğru iletebilecek bir yapıya ihtiyaç var.

Resmi devlet ideolojisine tabi, otoriter, despotik devlet kültünün tepeden inmeci anayasasına karşı, alttan gelen hareketin yaratacağı basınçla bir halkın hakları anayasası yapılmalıdır.

Asıl ihtiyacımız olan neoliberal ekonomi politikalarının tümüyle karşısına alan, toplumu demokrasi, özgürlük, adalet ve bir arada yaşayabilme ilkeselliği içerisinde yeniden yaratabilecek gerçek halkçı bir alternatiftir. Bir anayasanın demokratik olması, ancak o anayasanın toplumun tüm kesimlerinin eşit katılımı ve kararıyla oluşturulmasıyla mümkündür. Bu da ancak omurgasını halk meclislerinin oluşturduğu bir demokratik anayasa hareketi ve onun sonucunda oluşacak bir kurucu meclisle mümkün.

Ancak böylesi bir inşacılıkla, herkesin eşit ve özgür yurttaşlar olduğu bilincini içerebilir. Peki, ama nasıl?

Dönemin Tarifi

Olan bitenlerle ilgili kaygısı olan ve içinde yaşadığı toplumun komünistçe dönüşümü dert edinen her Marksist, içinde yaşadığı dünyayı anlamaya çalışır, işe oradan başlar. Biz de işe oradan başlamak istiyoruz. Geçmişin büyük deneyimleri bizi birçok biçimiyle ilgilendiriyor ve onları önemsiyoruz. Ama daha çok önemsediğimiz şey, bugünün ihtiyaçlarıdır ve dolayısıyla geçmişteki kahramanların yaptıklarını kabaca tekrar etmek hem geçmiştekilere haksızlık olur hem de bugünün dünyasına “ayıp” olur.

Emperyalizm çağının da ileri bir aşamasındayız.

Neoliberalizmin karizmasının iyice çizildiği ama egemen sınıfların henüz yerine ikame edebilecekleri bir birikim rejimini keşfedemedikleri (bizce kolay kolay keşfedemeyecekler de) bir tarihsel andayız. 

An dediğimiz bizim için uzun bir süre -2007/8 krizinden başlarsak eğer- ama yüz binlerce yıldır dönen dünyamız için küçük mü küçük bir zaman dilimi. Bu zaman dilimi doğaldır ki bize çok uzun geliyor çünkü özellikle yaşadığımız coğrafyada her biri birbirinden kritik birçok olay yaşadık. Görünen o ki daha büyükleri de yolda.

Ülkemiz için bu daha da belirgin. Yaklaşmakta olan yaklaşıyor, çelişkiler git gide derinleşiyor ve geniş bir satha yayılıyor. Üç büyük kriz tarafından zorlanıyor egemen sınıf diktatörlüğü: Tıkanan ve çıkış yolu pek bulunmayan birikim rejimi krizi, devlet krizi ve rejim krizi.

Halk güçlerinin rejimin sınırlarına sığmayan arayış çabaları var. Bu, rejim krizinin derinleşmesine yol açıyor ve rejimi aşacak bir potansiyeli barındırıyor. Öte yandan daha önemlisi, Osmanlı-Kemalist Dönem-AKP Dönemi sürekliliğinde kendisini yeniden ve yeniden üreten despotik devlet, son dönemlerdeki hırpalanmalardan, özellikle halkçı güçlerin sahneye çıkmasıyla birlikte bir varoluş krizine girdi ve içeriden çatladı. Üstelik bu çatlamayla beraber durumu kurtarabilmek için uzun bir süredir içerisine girdiği “neoliberal otoriterlik” yolunda biçimlenerek onu da aşan bir konuma geldi. Gözümüzün önünde çatlayan devlet aygıtı kendisini korumak için sertleşti, olağanüstü devlet biçimi olan faşist devleti hedefleyerek faşistleşme eğilimine girdi.

Bir yönetim aygıtı olarak devlet aygıtı, birincisi aşağıdan –halktan- gelen bir güç tarafından, ikincisi ise birincisine bağlı olarak ortaya çıkan bir iç çatışma tarafından zorlandı. Kadim devlet geleneği şimdi kendisini yeniden üretme konusunda bir kapasite kaybına uğradı. Bu kapasite kaybı bu devlet biçiminin aşılma ihtimalinin belirmesiyle özdeşti. Kadim despotik devlet, sınırlarda geziyor ve o sınırın ötesine bir türlü geçemiyor.

Mevcut devletin ve rejimin halkçı bir içerikle aşılması konusunda bir birikim oluşuyor ve biz bu birikim sonucunda ortaya çıkacak olan yeni düzene Demokratik Cumhuriyet diyoruz.

Demokratik Cumhuriyet başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenlerin, burjuvaziye ve onun beslediği diğer tüm tahakküm biçimlerine karşı bir savaş alanıdır, hatta en iyi savaş alanıdır. 

Öyle ki, toplumsal mücadelelerin demokratik hiçbir talebinin ilkesel olarak egemen sınıflar tarafından benimsenmeyeceğine eminiz. Çünkü bugünkü koşullarda burjuva demokrasisinin uygulandığı en “ileri” devletlerde bile çürüdüğüne tanık oluyoruz. Tarihsel olarak burjuvazi ilerici potansiyelini kaybedeli çok oldu. Dolayısıyla bizim burada çerçevesini çizmeye çalıştığımız demokratik cumhuriyet, çok daha ileridedir ve bir halk egemenliğine dayalıdır.

Çünkü gündelik demokratik her bir talep, özünde burjuvazinin birikiminin üzerine yükseldiği bir dayanak noktasını tehdit ediyor.

Çünkü örneğin İkizdere taş ocağı olmasın, Validebağ korudur, koru kalacak dediğimizde bu biçimsel olarak belki burjuvazinin çözebileceği bir “iç problem” olarak görülebilir. Ama değildir. Burjuvazi ve müttefikleri İkizdere’nin taş ocağı olmasında, Validebağ’ın ranta açılmasında ısrarcı olacaktır. Çünkü birikim modelleri başka bir alternatife yönelecek bir esnekliğe sahip değildir. Dahası böyle bir “geri adım”ın bedelinin kendilerine nasıl döneceğinin, tetikte bekleyen halk güçlerinin buradan hareketle bu kazanımı nasıl ileriye taşımak isteyebileceğinin pekâlâ farkındalar.

Ya da iş yasasındaki küçük bir uygulama değişikliğini hayal edelim. Diğer bütün kapitalist ilişkilerin aynı kaldığı ama iş gününün günlük 7 saatle sınırlandırıldığını ve bu yolla işsiz sayısının azaltıldığını, toplumsal artının alt sınıflara biraz daha fazla düşecek şekilde dağıtıldığını varsayalım.

Kapitalizm devam etmeyecek mi? Elbette edecek. Geniş kitlelerden bir basınç gelmesi durumunda, biçimsel olarak burjuvazinin buna bir itirazı olmayacağı düşünülebilir. Ama ilkesel olarak bu imkânsızdır. 

Tüm rekabet güçlerini ucuz emekten ve mutlak değerin arttırılmasından alan, tüm çalışma rejimini işçilerin ezilmesi üzerine kuran, üretken sermaye artırımı gibi bir derdi olmayan yerli ve milli burjuvazi, sahip olduğu despotik karakter yüzünden işgücünü 1 saat bile indirebilecek bir kapasiteye sahip değil. Yapamaz demiyoruz, böyle bir esnemenin beraberinde doğuracağı yıkıcı sonuçların farkında diyoruz. Dolayısıyla bu yüksek dozajlı kaygının, rejimi git gide dönüştürdüğünün farkına varmalıyız. Bu açmaz aslında bugünkü sosyal demokrasinin en büyük açmazıdır. Özünde kapitalizmin büyümesini, genişlemesini ve böylece üretilen zenginlikten alt sınıflara bir parmak daha bal çalmayı hedefleyen sosyal demokrasi, tam da bu büyümeye dayalı hareket ettiği için neoliberal dönemde büyük bir açmaz yaşadı. Çünkü birikim neoliberal yağmaya dayalı ve bu yüzden sosyal demokrasi ne savunması gerektiği konusunda bir mahcubiyete sahip.

Ama biz taleplerimizin devrimci potansiyelini biliyoruz. Her bir gündelik talebin karşılanmasından doğan yüksek kaygı, işte rejimin karnının zayıf noktası. Tam olarak halk güçlerinin içerisinde konumlanarak onların özneleştiği bir devrime yürüyeceksek, bu, o zayıf karnın içerisinde konumlanarak gerçekleşecek, halk güçlerini kafamızdaki ideale taşıyarak değil. Halk güçlerini soyut bir devrim fikrine ikna olmalarını bekleyerek değil. Ya da halk güçlerinin bir sabah bir devrim yapma isteğiyle uyanmalarını bekleyerek hiç değil. 

Evet, bir konumlanma noktası arıyorsak doğru yerlerde gezdiğimizi düşünüyoruz. Egemen sınıfların yukarıda bahsedilen farkındalığa dayalı yüksek sınıf bilinci bizlere şunu gösteriyor: Gündelik talepler, aslında egemen sınıfları ürküten devrimci özler barındırıyorlar. Gündelik taleplere dayalı bu zorlamaların bütünün bir siyasal programda bir araya getirilmesi bizi başka bir rejime götürüyor ve o programın ve rejimin adı: Demokratik Cumhuriyet.

Kitlelerin, geniş halk kitlelerinin, yani işçi sınıfının ve diğer ezilenlerin güncel siyasal ortamda bir yanda bir çıkış arayışında olduklarını, ama diğer yanda bu çıkış arayışının bir nihayete erememesinden kaynaklanan bir hiçlik yaşama tehlikesi tarafından baskılandıklarını unutmamalıyız. Dolayısıyla gündelik taleplerle onları halkçı demokratik bir paradigma zemininde örgütlemek zorunluluğu var. bu yeni bir iktidar biçimi anlamına gelir. Bu gündelik taleplere biraz daha yakından bakmakta yarar var.

Gündelik Talepler ve Halkçı Anayasa

Gezi ile birlikte bir tarihsel kırılma yaşadık.

Egemen sınıfların tarihsel bloğuna karşı ilk kez bu kadar güçlü bir halk isyanı ortaya çıktı. Bu isyan, kimi kırılmalar yaşasa da günümüze kadar varlığını sürdüren tarihsel bloğun iktidarına bir itirazdı ve itiraz birçok talebi barındırıyordu. Bu talepler kapitalizmin somut toplumsal hareketinin yarattığı özneleşmelerin güncel talepleri idi. Beslenme kaynakları sermaye rasyonalitesi değildi. Beslenme kaynakları özgürlükçü halkçı arayıştı. Bir reddiye ama reddedilenin yerine neyin konulacağının el yordamıyla aranması söz konusu idi. 

Uzun uzun açmaya gerek yok. Ücretli çalışanlar Gezi’de idi. Kadınlar, gençler, doğa savunucuları Gezi’de idi. Her biri, müesses nizamın kendilerini vurduğu yerden inşa ediyorlardı kimliklerini ve ama birbirlerinin de kimliğini özümsüyorlardı. Bir mayalanış, bir hazırlık ve bir patlama…

Böylece ortaya bir doku çıktı, yeniyle damgalanmış bir doku idi bu ve bu dokunun talepleri ile egemen sınıfların neoliberal birikime dayalı rejimi açık bir çelişki içerisine girdi. Bu çelişki yok olmak bir yana, aradan geçen yedi yılda derinleşti ve yayıldı. Şu anda bu çelişkinin üzerinde nefes alıp veriyoruz ve alışmamız gerekiyor, çünkü ortadan kaldırılmadıkça bu çelişik tarafından belirlenecek siyasal ortam.

O çelişkinin nihayete erişi ancak mevcut rejimin halkçı bir biçim ve içerikle aşılması ve var olan devletin yerini bir başka iktidar biçimine bırakmasıyla mümkün olacak. Ona Demokratik Cumhuriyet diyoruz. Demokratik bir cumhuriyette, iktidarın yegâne sahibi halktır ve halk kendi iktidarını kendisinin seçtiği temsilciler eliyle kurar.

Yukarıda açmaya çalıştığımız anayasa hareketi buraya giden yolda bir paradigma sağlar bizlere. Aslında birçok toplumsal harekette var olan taleplerin ortak bir hukuksal belgede buluşma mücadelesinden bahsediyoruz.

Anayasa sonuçta sihirli bir değnek değil, oturup iki üç kişi ile en demokratik içerikle bir anayasa yazmak mümkün. Biz bundan bahsetmiyoruz. Biz var olan toplumsal dinamiklerin güncel taleplerinin ortak bir paradigmada buluşmasından bahsediyoruz. 

Buna ancak sosyalistler öncülüğündeki bir siyasal alan öncülük edebilir ve bunu bir tercihten ziyade sosyalist bir topluma giden bir yol olarak görüyoruz.

Güncel çelişkiyi küçümsemeyelim, çünkü o bize bir anahtar veriyor. Geniş kitlelerin bir paradigma etrafında örgütlenmesinin anahtarı bu. Yukarıda bahsedildiği gibi, bugün gündelik yaşama değen her bir talep, sistemin tıkanmasına ve halk özneleşmesinin kapasitesinin artmasına yol açacak.

Boğaziçi eylemlerini hatırlayalım. Rektör seçimlerini kendileri yapmak istedi öğrenciler. Belki mevcut eğitim düzeni içerisinde bu çok matah bir talep olarak görülmeyebilir. Ama başka bir şeyi deneyimlemek açısından büyük bir fırsattır. Ve evet, rektör seçimlerini tartışmaya açmak, diğer başka devlet görevlilerinin seçilmesini tartışmaya açmaz mı? Ve peki, bu durum devlet aygıtının baştan sona yeniden gözden geçirilmesinin anahtarı olmaz mı? Barınma hakkı için parklarda nöbet tutan üniversiteli öğrencilerin talepleri anımsayalım da.

Aslında sahip olduğumuz bu yeni doku, demokrasiyi son kertesine kadar götürme konusunda bir potansiyele sahip. Olası bir AKP sonrası dönem, şu ana dek biriken muazzam enerjinin birdenbire akabileceği bir ortama kapı aralayacak belli ki. O enerjiyi bir yerlerde tutmamız gerekiyorsa şayet, bu neden “bu ülkeyi yeniden kuracağız” iddiası taşımasın?

İnsanca, güvenceli bir yaşamın, parasız ve anadilinde bir eğitimin, kadınların sokaklarda, meydanlarda dillendirdikleri taleplerin, çocukların hak taleplerinin, inanç gruplarının eşit yurttaşlık taleplerinin, diğer bütün taleplerin tartışılması için şartlar yeterince iyi.

Bir eşikte geziyoruz, rejimin gidişatını belirleyecek bir eşik bu. Bu tür fırsatlar kolay kolay oluşmazlar. Karar verelim, ne yapacağız?