Meşruiyet Krizi İktidarı Marjinalleştiriyor

İktidar ve güç çoğu zaman birlikte anılagelen kavramlar olmuştur. Zira; iktidarın doğası gereği, iktidar ve güç arasında özel bir ilişkisellik vardır. Güç, iktidara; iktidar da -sadece güce indirgenemeyecek olsa da- güce içkindir.

Elias Canetti, Kitle ve İktidar çalışmasında,  ‘Güç kendisine zaman tanındığında iktidar haline gelir, ama kriz anı, geri dönüşsüz karar anı gelince güç, çıplak güç haline geri döner. İktidar, daha geneldir ve güçten daha geniş bir uzam üzerinde işler, iktidar, çok daha fazlasını içerir ama daha az dinamiktir’ diye yazar.

Bugün, iktidarın ana ve hatta yegâne gücü elinde bulundurduğu çıplak devlet şiddetinde yatıyor. Çünkü, iktidarı iktidar yapan esas gücü, yani toplumsal rıza ve meşruiyeti artık sağlayamıyor.

Toplumsal meşruiyeti olmayan ya da meşruiyeti sorgulanır hale gelen siyasal iktidarlar, iktidar olma özelliğini yitirmeye, iç kırılmalar, savrulmalar ve asabiyet kaybıyla yüklenmeye başlar ve de kaçılmaz sona doğru, yönetememe krizine doğru sürüklenirler.

Bugün, yukarıdan aşağıya toplumun tüm nüvelerinde sadece cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi değil, topyekûn iktidarın mekanizmaları sorgulanır vaziyette.

Öyle ki, yönetme kapasitesi iyiden iyiye daralan, kurumlarının etki gücü giderek körelen ve propaganda araçları işlevsizleşen iktidar koalisyonu; kökleri 2013 Haziran ayaklanmasına dayanan meşruiyet krizi derinleşerek güç kaybetmeye devam ediyor. 

İktidarın Gücünü Darbeleyen Ana Etmen Meşruiyet Krizi

Siyasi iktidar çıkmaz bir sokakta yol almaya çalışıyor. 

Ve ama, karanlıkta el yordamıyla ve ısrarla sürdürdüğü yön arayışını dört koldan saldırarak ilerletse de iktidar için ufukta ışık görünmüyor.

Uzun zamandır çoklu krizler içerisinde bir şekilde ayakta kalmayı beceren ve varlığını sürdürme gücünü de esasen buradan alan iktidarın; epeydir en büyük başarısı, gündemi belirleme gücü idi. Ama o da artık ellerinden kayıp gitmekte. 

Zira, kendisine karşı gösterilen direnci ve rejimin sürtünme noktalarını görmezden gelme olanakları artık kalmadı.

Milyonların yakıcı hakikati kitlelere ve sokağa taşınca, sorun yok sayılıp, siyaset gündeminin dışında tutulamıyor. Hal böyle olunca da gündeme getirilenlerin gündemiyle hareket etmek ve bir şekilde belirlenmek zorunda kalıyorlar. Barınma gündemi buna önemli bir örnek.

Günlerdir, milyonların ana gündemi olan barınamama gerçekliği, aktif bir hak talebi ve direnişle sokaklara taşmaya, üniversiteli öğrencilerinin yurt sorunu kamuoyunda güçlü bir şekilde yankılanmaya başlayınca, parklarda nöbet tutan üniversitelilerin barınma direnişi, el mecbur Erdoğan’ın radarına da girmiş oldu.

Günler süren sessizliğin ardına Erdoğan’ın “Son zamanlarda bazı park, bahçe buralardaki bankların üzerinde yatanların bir kısmının öğrencilikle alakası yok. Bunlar kendilerine göre sözde öğrenci. Gezi Parkı olayı neyse bu da bir başka versiyonudur” demeciyle, elindeki tek aygıt olan devlet şiddetini üniversiteli gençlere yönelterek, barınamayanların direnişine eş zamanlı operasyonlarla karşılık verdi.

Erdoğan’ın hemen ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, devlet yurtlarının kapasite yetersizliğini, fahiş ev ve yurt kiralarını “Barınamıyoruz” diyerek park nöbetleriyle protesto eden öğrencileri “terörist” ve “marjinal” ilan ederek bertaraf etmeye çalıştı.

Amma velakin Erdoğan’ın ve şürekasının barınamayan öğrencilere sözde öğrenci demesinin kitleler nezdinde hiçbir meşruiyeti yok; dahası barınamayan öğrencilerin taleplerini kendi gündelik yaşamılarında bizatihi yaşayan kitlelerde Erdoğan’ın bulunduğu makamın meşruiyeti her gün daha da sorgulanıyor. Halkın haklı ve meşru direnişini marjinalize etmeye çalışanlar kendileri marjinalleşiyorlar.

İktidar sözcüleri ardı ardına yaptıkları açıklamalarla, gençleri “terörist” “marjinal” “sözde öğrenci” diyerek devletin bekasına karşı suç işlemiş suçlular olarak mahkûm ederken, eş zamanlı olarak, Savunma Bakanı Hulusi Akar da İdlip’i elinde tutan El Kaide kökenli cihatçıların terörist olmadığı savunusunu deklare ediyordu mesela.

İşte meşruiyet krizini derinleştiren ve iktidarın söylem gücünü günden güne zayıflatan şey bu mukayesede yatıyor.

Ha keza, siyasal iktidarın meşruiyet arayışında medya ile herkesin malumu olan ilişkisi de artık söylem gücünü yeniden tesis etmeye yaramıyor. Koca koca medya şirketleri tekelleştirilse, yüzlerce iletişim mekanizmaları kurulsa, bakanlık makamları inşa edilse de iktidar halkla iletişemiyor.

Önüne gelen sorunlara, o sorunun aslında olmadığını söyleyerek karşılık üretmeye çabalıyor, dahasını yapamıyor. ‘‘Kürt sorunu mu yok öyle bir şey biz o sorunu çözdük’’ diyerek,  milyonların barınma sorununa “sizin o sorununuz var ya aslında yok” diyerek karşılanıyor ama toplum nezdinde iktidarın sözünün hükmü çoktan yitmiş durumda.

Geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanlığı, adli birimlere ait verilere dayanarak hazırlanan 2020 yılı Adalet İstatistikleri raporunu açıkladı. Söz konusu rapora göre Erdoğan döneminde ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla 160 binden fazla soruşturma açılmış, binlerce kişiye hapis cezası verilmiş. Kaba bir matematik hesabıyla ülke nüfusunun binde ikisi.

Devlet şiddetinin böylesine toplumun üzerine yöneltildiği, baskı ve zor aygıtlarının her an tepimizde sallandığının hissedildiği bir siyasal iklimde, bu rakamın siyasal mahiyeti üzerine düşünmek gerek.

Erdoğan hükümeti bu rakamın ipuçlarını kanımca, gayet iyi okuyor. Sona yaklaştığının farkında ve iktidarını yeniden tesis edebilmek adına adeta bir varlık yokluk savaşındaymışçasına tüm gücüyle faşizmin inşasına yöneliyor. Onun savaşının ayaklarından önemli bir tanesi de seçimler. 

Malum bir süredir, fiili bir seçim sürecine, seçim sathı mahalline girmiş durumdayız. 

Ve o satıh, bir savaş sathı gibi donatılıyor. Donanma zırhlandırılıyor. Ne var ki, iktidarın Aşil topuğu artık vücudunun her yerine yayılmış vaziyette.