İşte Bütün Mesele Bu: Kaygılı ya da “Akıl Dışı” Olmak

Önemli bir kısmını kendini solcu-sosyalist olarak tanımlayan sanatçıların oluşturduğu “Sanatçılar Girişimi”, geçtiğimiz günlerde “Ülkemiz için kaygılıyız” başlıklı bir açıklama yayınladı. Ülkenin yoğun ve değişken gündemi nedeniyle birkaç gün ilgi odağı olabilen açıklama, “sol”un siyasal içeriğinin AKP’li yıllarda geçirdiği dönüşümü ve kapitalizm karşıtlığının derecesini göstermesi açısından önemli bir olgu niteliği de taşıyor. Bu nedenle açıklamayı incelerken solun güncel durumuna dair tespitlerde bulunmak, yaşadığımız kriz ortamında önemli bir olasılık olarak karşımızda duran halkçı bir seçeneğin gerçek kılınması için atılacak adımlara yön vermeyi de sağlayacaktır.

İktidar, Yönetim, Kurumlar

Yangın “felaketi” ile başlayıp ardından Afgan göçmen meselesi ile devam eden açıklamanın ilk bölümü, iktidarı (pardon “yönetimi”!) sorumluluğu üstlenmemekle suçluyor, bireylerin ve kurumların bir alt üst oluşa sürüklendiğini belirtiyor. Daha ilk bölümünden “ben bunun neresini düzelteyim” fıkrasını[1] andıran açıklama, bırakalım kapitalizm ve emperyalizmi, iktidarı bile suçlamaktan imtina ediyor. Öncelikle yangın “felaketi” Allah’tan gelen bir ceza değil, kapitalist üretim biçiminin neden olduğu ve bütün dünyayı etkileyen ekolojik krizin bir sonucu.  Ve var olan ekolojik krizi ciddiye almayarak yeterli müdahalede bulunmayan iktidar da “felaketin” oluşmasında pay sahibidir.

İkinci olarak Afgan göçmenlerin (ve Suriyeli göçmenlerin de) yollara düşmesinin en önemli nedeni ABD emperyalizminin on yıllardır sürdürdüğü savaş politikalarıdır.

Bunlara ek olarak AKP-MHP iktidarının bu meselelerdeki rolü sorumluluğu üstlenmemek değil, tam aksine bizzat fail olmaya yönelik çabalarıdır. Nitekim sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden iktidarın, teknik bir işlev gören “yönetim” olmadığı için sorumluluğu üstlenmek gibi bir derdi olamaz. Tam tersine AKP-MHP iktidarı da iktidar olmanın gereğini yerine getirerek olayların bizzat faili olmuştur ve ömrü yeterse olmaya da devam edecektir.

İktidar olmak, dönüştürücü ve değiştirici olmanın olmazsa olmaz koşulu olarak önümüzde hala durmaktadır. Teknik bir işlev olarak “yönetim”, Post-Marksizm’in iktidarsızlık vurgusuna nazaran “olumlu” olsa da solun iktidarı alma perspektifinden hâlâ uzakta olduğuna işaret ediyor.

İktidarın bireyleri ve kurumları alt üst oluşa sürüklemesi söylemi ise devlet aygıtının kurumlarıyla birlikte kimin çıkarına hizmet ettiğinin “unutulduğunu” gösteriyor. Ormanları, dereleri sermayenin talanına açarak “felaketlerin” gerçekleşmesini sağlayan AKP-MHP iktidarı, bireyleri ve kurumları sermayenin günümüzdeki çıkarları doğrultusunda dizayn etmiş ve bu bağlamda başkanlık sistemini getirmiştir. Yani bireyler ve kurumlar alt üst olmamış, sermayenin çıkarları doğrultusunda oluşturulmuş önceki yönetim biçimlerinde olduğu gibi, kısmi bir değişim geçirmişlerdir. Bireyleri, kurumları ve yönetimiyle düzen, kapitalizmin yaşadığı derin krizi yansıtarak insanların yaşamını alt üst etmektedir.

Millilik ve Yerlilik

“Felaketler”de olduğu gibi göçmenlik konusunda da sermayenin ve iktidarın işbirliği berrak bir şekilde ortada. ABD emperyalizminin kapitalizmin yapısal krizinden çıkış için dünya halklarına sunduğu topyekûn savaş doktrinini destekleyerek başta Suriye ve Libya (son olarak Kabil havaalanına) olmak üzere savaş alanlarına SİHA ve cihatçı çeteleriyle koşturan AKP-MHP iktidarı, bu konuda da fail olmanın gururu içerisinde. Bununla birlikte göçmen meselesinde, tıpkı Fikri Sağlar örneğinde olduğu gibi salt AKP-MHP iktidarını suçlamak da emperyalizmin suçunun üstünü örtmeye ve dolayımıyla da göçmen nefretine cevaz vermeye yol açmakta. Ayrıca göçmenlerin çalışma koşullarını mücadele konusu yapmak yerine Türkiyeli işçilerin iş ve emek-değer kaybına uğradığını vurgulamak da işçi sınıfının çıkarlarını korumak değil, göçmen nefretini bizzat harlamak anlamına geliyor. Bu aynı zamanda solun enternasyonalist içeriğinin boşaltılarak “emek savunusu” üzerinden ulusallaştırılmasının hedeflenmesidir de.

Nitekim açıklamanın ilerleyen kısmında “Euro, dolar ve benzer para birimlerinin geçerli olduğu ülkelerin düşük düzeyde gelir sahibi yurttaşları bir sömürgeye gelir gibi ülkemizde keyif sürmeye gelirlerken” cümlesinin kurulması da yabancı düşmanlığının aslında ne kadar içselleştirildiğini gösteriyor. Burada da yabancı düşmanlığı, sömürge karşıtlığı (dikkat anti-emperyalizm değil!) söylemiyle örtülmeye çalışılıyor. Ve bu yabancı düşmanlığından düşük gelirliler yani işçiler ve emekçiler de nasibini alıyor. Haliyle de enternasyonalizm “hiç hatırlanmak istenmeyen” bir kavram haline geliyor “solcularımız” için. Böylece AKP-MHP iktidarının son yıllarda alakalı alakasız her konuda diline pelesenk ettiği yerlilik ve millilik kavramının sola ne kadar nüfuz ettiği görülüyor. Ve ne yazık ki solun bu yerlilik ve millilik çabası, iktidarın faşizmi inşa çabalarına dolaylı destek sunuyor.

Metnin ilerleyen kısmında yoksulluk ve işsizlikten bir cümleyle bahsedildikten sonra yerlilik ve millilik duygularının devam ettiğini görüyoruz. “Tarihinin hiçbir döneminde köle olmamış, sömürgeleşmemiş bir milletin çocukları olarak, paramızın dünya ölçeğinde baş döndürücü bir hızla değer kaybettiği günümüzde ise, başımız ister istemez öne eğilmiştir” cümlesi, paranın dolayısıyla “sermayenin” kaybettiği itibarın milletin itibar kaybetmesiyle eş tutulduğunu gösteriyor. Peki TL’nin kaybettiği değer nedeniyle Türkiyeli işçilerin küresel sermaye için ucuz emek gücü cenneti olarak görülmesi ve kölelik ücretlerine çalıştırılmaları? İşçilerin karın tokluğuna çalıştırılmasının sermayenin itibarı kadar önemi yok mu? Bu da işçi sınıfının değiştirici özne olduğuna dair siyasal perspektifin yitirildiğini açıkça gösteriyor.

Kıymet Bilelim!

Açıklamanın son kısmında ise bu “olumsuz tabloyu” değiştirmek ve değiştirirken neye dikkat edilmesi gerektiğine değinilmiş. “Kamuoyu yoklamalarında destek oyları giderek düşen” iktidarın değişmesinden yana olan girişim, bunun için genel seçimlere işaret etmiş ve genel seçimlerin “güven” içinde yapılması için gerekli önlemlerin şimdiden alınması önerisinde bulunmuş. Son seçimlerde yaşanan kedi, trafo ve iptal etme gibi “istisnai” nedenler dolayısıyla yitirilen güven duygusunun ön plana çıkarılması girişimin, bırakalım işçi sınıfını, herhangi bir halkçı gücü dahi güveni sağlayacak özne olarak görmediğine işaret ediyor. Değişimi ve dönüşümü sağlayacak özne olarak ise sadece oy verme eyleminde bulunacak olan halkın oyunu toplamayı başarıp sandıkta güvenle koruyacak olan muhalefet partileri görülüyor. Özcesi halihazırda var olan siyasal yapı korunmalı ve olası değişiklik yapı sarsılmadan gerçekleştirilmelidir.

Bu düşünce berrak bir şekilde son cümlede kendisini ifade etmiş: “Dünya tarihinin en büyük devrimlerinden birinin, demokrasi ve çağdaşlık devriminin ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak için, cesaretle, kararlılıkla, bütün bir ulusça el ele, omuz omuza olmamız yaşamsal görevimizdir.”

Dolayısıyla Yenikapı mitingi gibi olmasa da mevcut siyasal yapıyı korumak için bir arada olunmalı. Çünkü bu yapı, içeriğinden bağımsız olarak devrim, demokrasi, “çağdaşlık” ve cumhuriyet gibi kavramları barındırmakta. Hele de Taliban’ın Afganistan’da iktidara geldiği bugünlerde bu kavramlara biçimsel olarak da olsa sahip olmanın idrakine varılmalı, kıymetini bilmeliyiz. Bu bakış nasıl bir yenilgi ruhu içerisinde olunduğunu açıkça göstermiyor mu?

İçinden geçtiğimiz debdebeli süreç, yarattığı çoklu olasılığın etkisiyle de baş döndürücü bir hâlde devam ediyor. Kapitalizmin yapısal krizinin yol açtığı ve pandemiyle birlikte daha da açığa çıkan bu hâl, kapitalizme alternatif olasılıklarının gerçek olabileceğini bir somut durum olarak da ortaya koyuyor. 12 Eylül darbesi ve ardından SSCB’nin yıkılmasının Türkiye solunda yarattığı yenilgi ruhu ve melankolik hâli, bu olasılığın gerçekleşebileceğine dair somut ve rasyonel bakışı “akıl dışı” olarak görmeye devam ediyor. Ve bu kendisini bahsettiğimiz açıklamada yapılan vurgularla teorize etmeye çalışıyor. Ama bu bakış kendisinden doğru değil iktidar tarafından şekillendirilmekte ve var olan işçilerin, emekçilerin, kadınların ve halkçı güçlerin direnişinin yaratacağı dinamizmin önünü alma gibi talihsiz bir konuma sürüklenmekte. Fakat yerellerde gerçekleşen işçi direnişleri, Tahir Çetin ve Ali Faik İnter’in öncülüğünde Türkiye’yi sarsan maden işçilerinin mücadelesi, her kadın cinayetinde sokakları zapt eden kadın hareketi, doğasına sahip çıkan köylüler, orman yangınlarında ortaya konan dayanışmalar halkçı bir olasılığın romantik bir fantezi olmadığını ve kolayca önünün alınamayacağını gösteriyor. Dolayısıyla tarihte talihsiz bir konuma düşmemek için “akıl dışı” olanları yapmak önemli bir görev olarak önümüzde duruyor. Bu açıklamaya imzasını veren Ahmet Telli’nin şu dizelerinde dediği gibi:

“Hep yanıldı ve yenilgilere uğradı

Ama atıldı yine de serüvenlere

Vakti olmadı acıların hesabını tutmaya

Durup beklemeye, geri dönmelere vakti olmadı.”

Dipnotlar

[1] Bilmeyenler için fıkra şöyle: Adamın biri “Kurban” konusunu anlatıyormuş:
“Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş ve ’Yarabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim’ demiş… Dua tutmuş; Davut, kızının adını Ayşe koymuş… Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve ’Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et’ demiş…”
Dinleyenlerden biri dayanamamış:
“Yahu bunun neresini düzelteyim… Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!”