Türkiye’de Göçmenlik, Mültecilik ve Göç Politikası

Olağanüstülükler, aşırılıklar yazının ortasındayız. Ekonomi, ekoloji, pandemi, göçmen krizini bütün derinlikleriyle yaşıyoruz. Devlet krizi, devleti yönetememe kriziyle birleşince ülkede yaşam; buhranın, isyanın kıvamında seyrediyor. Tüm olan bitene karşın iktidarın, “yangın” yerinde “pişkin” söylemleri adeta pes dedirtiyor.

Yandaş gazetelere göre Avrupa’da en iyi yangın söndürme gücü Türkiye’deymiş. Erdoğan’a göreyse göçmen yönetiminde en iyisi bizmişiz.

Söz konusu muhalifler, halk güçleri olunca öküzün altında buzağı ararcasına “hiçbir şey olmamışsa da kesin bir şey olmuştur” diyen iktidar, kendisine gelince; onca başarısızlık, beceriksizlik içinde, görünen köy kılavuz istemezken “her şey olsa da hiçbir şey olmamıştır” pervasızlığında davranıyor.

Bu yazının konusu esas olarak göçmenlik, mültecilik “sorununa” dair. AKP-MHP iktidarının yakın zamanın iki ana gündemi olan “orman yangınları” ve “mültecilik-göçmenlik” konusunda, aynı noktada kesişen politikalar yürüttüğünü acı bir şekilde görüyoruz. Her iki konuda da ırkçılık yapmak faşist politikalarının ortak yönelimi olmuştur.

Mülteci, Göçmen, Sığınmacı Kime Denir?

Göçmenlik, mültecilik, sığınmacı olma birbirinden farklı kavramlar ve uluslararası hukukta farklı statülerdeler.Uluslararası hukuk dili; mülteci (refugee), sığınmacı (asylumseeker), göçmen (immigrant) terimleri kullanmaktadır.

Uluslararası hukukta “mülteci” kavramı, vatandaşı olduğu ülke dışında olan ve ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyen kişileri ifade etmektedir.

Göçmenlik ise; hem maddi ve sosyal durumlarını iyileştirmek hem de kendileri veya ailelerinin gelecekten beklentilerini arttırmak için başka bir ülkeye veya bölgeye göç eden kişi ve aile fertlerini kapsamaktadır. Esas olarak, ülkesinden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için değil, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle ayrılan kişiler olarak tanımlanabilir.

Sığınmacı, mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişilere denir. Bu terim genellikle, mülteci statüsü almaya yönelik başvurularının hükümet ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından karara bağlanmasını bekleyen kişiler için kullanılır.

Afgan Mülteciler

Taliban’ın kontrol ettiği bölgenin genişlemesinin bir sonucu olarak Afganistan’da yeni bir göç dalgası oluştu. Son iki haftada binlerce Afgan (özellikle gençler) İran sınırını aşarak Türkiye’ye geldiler. Türkiye’ye yönelik kayıt dışı göçün artmasının ardından, Avrupa’daki devlet başkanları, Türkiye’nin göçmen politikalarını öven açıklamalar yaptı. Türkiye’ de ise göçmen karşıtı söylem ve tepkiler yükselmeye başladı. İktidar koalisyonu içinde her ne kadar AKP’liler koruyucu, insani açıklama yapsa da ortağı MHP “istila” diyerek göçmen karşıtlığını dile getirdi.

Millet ittifakında ise Kılıçdaroğlu ”geldikleri gibi giderler”, “göndereceğiz” şeklinde göçmen karşıtı ifadeler kullanırken İYİP, “göçmen istilası” demekten kaçınmadı. CHP’li Bolu Belediye Başkanının söylemleri ve belediye meclisinde alınan karar, Türkiye’de ırkçılığın geldiği noktayı açıkça ortaya koyuyor.

İktidar ve muhalefet el/ağız birliğiyle faşizmin kurumlaşması atmosferinde şovenizmi, ırkçılığı körüklüyor. Mülteciler “nefret nesnesi” haline getirilirken milliyetçilik Türkçülük idealize ediliyor.

Sermayenin İki Yüzü

Göçmenlik krizinde sermayenin bir yüzü “şoven” bir yüzü de “öven” olarak seyretmektedir.

Afgan mültecilerin akın ettiği günlerde sermaye temsilcilerinden milliyetçi, ötekileştirici açıklamalar geldi.

Sabancı ailesinden Arzu Sabancı; ”Ülkemde mülteci istemiyorum” diyerek şoven ırkçı anlayışını ortaya koyarken, CHP Milletvekili Engin Özkoç, Arzu Sabancı’nın mültecileri hedef alan sözlerine destekten kaçınmadı: “Arzu Sabancı hanımefendi açık yüreklilikle konuşmuş. Tebrik ediyorum. Nerede iş dünyasının diğer babayiğitleri? Suça sessiz kalanlar hata yapanlar kadar suçludur!” diyerek destekledi.

AKP Milletvekili Mehmet Özhaseki; “Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüzbinlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar” diyerek göçmen işçileri övdü.

Sermaye temsilcileri bir yandan ırkçılık yaparken bir yandan sermayenin sömürü düzeninin temel direği olarak göçmenleri görüyorlar. “Öven” de onlar; “şoven” de…

40 Yıllık “Sorun”

Afganların göçü yeni değil. 40 yıllık bir süreci kapsıyor. Afganlar 1979’dan bu yana savaşın, yoksulluğun, Taliban baskısının etkisiyle akın akın göç ediyorlar. Son dönemde Taliban’ın güçlenmesi ve ABD’nin Afganistan’dan çekilme süreci beraberinde yeni bir göç dalgası getirdi. Bu yeni gelişmeler, Türkiye’nin Afganistan’da NATO’nun koruyucu gücü olmasıyla da ilintili.

“Ne işimiz var Afganistan’da?” demeyip, bunun yerine, “Ne işi var Afganların burada?” sorusuna saplanıp kalmak gerçeklikten uzak şovenist politikalardır.

Afganların göçünde özgün bir yön de var.  Bir “süreklilik” seyrinde. Afganlar, “özel statüde” uluslararası koruma yasalarıyla sığınma ve vatandaşlık hakkına sahiptirler. Onlarınki Suriyelilerin komşu ülkeye göçü gibi değil bir “göç güzergahında” planlı ve sistemli şekilde gerçekleşiyor. Önce İran sınırında bekleyerek orada geçici sığınma koşullarında yaşıyorlar, sonra Türkiye üzerinden Avrupa’ya göç ediyorlar.

“Göç Ülkesi” Olan Türkiye

Türkiye’ye son yıllarda mülteci ve göçmen akınının olmasının altında yatan bir nedende “göç ülkesi” olması gerçekliğinde yatıyor. Öncesinde “transit ülke” konumundaydı. Ama özellikle son 10 yıldır uygulanan dış politika, savaş, ucuz emek gücü ihtiyacı, AB ile pazarlık politikası gibi etmenler Türkiye’yi bir “göç ülkesi” haline getirdi. Orta Asya’dan, Kafkasya’dan, Ortadoğu’dan, Afganistan’dan gelen göçmenler, milyonları bulan bir nüfus varlığı gösteriyorlar.

Günümüzde mülteci ve göçmen sayısı, Türkiye’de 5 milyonu biraz aşmış durumda. ILO’nun tahmini kayıtsız/düzensiz göçmen sayısı eklenirse 6 milyona yaklaştı. (2019 verileri)

Bu toplam içinde Suriyeli mülteci sayısı 3 milyon 684 bin 412. (2021 verisi)

Afganlar 170 bin kişilik bir göçmen grubunu oluşturmaktadır. Geri kalanlar ise Kafkasya ve Orta Asya’dan gelenler oluşturmaktadır. Göçmenlik olgusu sadece Suriyeliler ve Afganlarla sınırlı değildir. Türki Cumhuriyetler’den Ortadoğu’dan, Asya’dan gelen çok farklı toplumla birlikte değerlendirilmelidir.

Göçmenlik Türkiye’de artık somut-tarihsel bir olgu olarak görülmelidir. Nüfus varlığıyla, ekonomik, kültürel, sosyal iç içeliği ile inkâr edilemez bir gerçekliktir.

Çok Amaçlı Göç Politikası

AKP-MHP iktidarı yürüttüğü göçmenlik politikasında çok amaçlı bir çıkar gütmektedir.

Birincisi ve belki de en önemlisi göçmenlik Türkiye’nin savaş politikasının bir uzantısı olarak gerçeklik kazanmaktadır. Özellikle 2011’de Suriye’de aktif olarak savaş politikasına dahil olan Türkiye; iktidarın bölgesel güç olma, yeni Osmanlıcılık siyaseti gereği olarak şekillendirilmiştir.

Afganistan’da, Kabil’de Türk askerlerinin “koruyuculuk” üstlenmesi “savaş sever” dış politikanın bir başka boyutudur.

İkincisi; göçmenlerden ekonomik çıkar güdülmektedir. Göçmenler, ucuz işgücü olarak kriz içindeki Türkiye ekonomisinin can simidi olarak görülmektedir.

İktidar koalisyonu, göçmenleri “Kapıları açarız”, “mültecileri salarız” politikasıyla Avrupa’ya ve ABD’ye karşı pazarlık kozu olarak kullanmaktadır. Böylece iflas eden dış politikasını güçlendirirken bir yandan da sıcak para akışı sağlamak gayretindedir.

18 Mart 2016’da imzalanan ve AB’nin mali yardımını öngören “Göçmen Geri Kabul Anlaşması” bu doğrultuda en önemli adımdır.

Aynı göçmenlik yeri gelir AKP politikalarında Alevileri asimile etme politikasına dönüştürülür. Bir Alevi yerleşkesi Maraş Terolar köyünde yapılan “Suriye göçmenleri kampı” önemli amaçlarından biridir.

Bir Kriz Dinamiği Olarak Göçmenlik

21. yy. küresel kapitalizm koşullarında “göçmenlik” başlı başına bir sorun alanıdır. Dünyada ve Türkiye’de bir “göçmenlik krizi” vardır. Sosyalist sistemin çözülüşü, ABD’nin Afganistan ve Irak işgali sonrası oluşan hegemonya krizi en önemli kriz dinamiği olurken; ekonomik kriz, ekolojik kriz; erkek egemen(patriarkal) sistem krizi ve göçmen krizi 21. yüzyılın en önemli kriz dinamiklerini oluşturmaktadır.

Çoklu kriz ortamında göçmenlik krizi, somut-tarihsel bir olgu olarak “siyasal alan” içinde kavranmalıdır. Dünyada ve Türkiye’de “göçmenlik” sadece sosyolojik bir inceleme olgusu değil; ekonomik ve politik bir sorun alanıdır.

Dünyada son 50 yılda 3 kat artmış ve 300 milyon civarında göçmen nüfusu oluşmuştur. Bu 50 yıllık süreç, tesadüfî değil; 1970 kapitalizmin yapısal krizinden sonra şekillenen neoliberal politikaların acımasızca uygulandığı dönemin işaret ettiği zaman aralığıdır.

Günümüzde göç, göçmenlik artık toplumları, siyaseti şekillendiren evrensel bir deneyimdir. O sadece bir sonuç değil kendisi başlı başına bir nedendir. Bir kriz dinamiği olarak göçmenliğin,” ekonomik-politik- toplumsal” gerçekliği görülmeden siyaset üretmek güçleşecektir.

Göçmenler Sosyalistler ve Örgütlenme

“Göçmenlik krizi” olgusunu burjuva uydurması sayıp göçmenliği, sadece yaşanagelen emperyalist kapitalist sistemin “olağan süreci” sayan “sol-sosyalistler” göçmenlik krizini günümüz küresel kapitalizmin özgün somut bir gerçekliğinde yeni bir niteliğe evirildiğini görmekten uzaktırlar.

Göçmenliğin geçmişten beri süregelen bir olgu olduğu doğrudur. İnsanlık tarihinde ekonomik- politik üretim tarzı içinde bir “nesnellik” içinde göçmenliğin hep var olduğu da göz ardı edilemez. Ancak bu gerçekler göçmenliğin günümüzdeki “özgün” varlığını ve “kriz dinamiği” olduğu gerçeğini örtmemelidir. Savaşlarla, ekonomik, ekolojik krizlerle “varlığını” nüfus alanını genişleten göçmenlik sorununun bağımsız/özgün yapısı görmezden gelinemez. O tıpkı ekoloji, kadın, işsizlik, sorunu gibi 21. yy. kapitalizm koşullarında ekonomik -politik gerçeklik olarak bir örgütlenme pratiğinin içinde düşünülmelidir.

Sosyalistler göçmenlik ve proletarya bağını doğru kavramalıdır. Günümüzde göçmenlik; yoksulluk ve ucuz işgücü, kültürel, yaşamsal parçalanmışlık içinde işçi sınıfı siyasetinden bağımsız düşünülemez.

Sonuç olarak;

Göçmenlik sorunu her şeyden önce politik bir sorundur, kapitalizm içerisinde bu sorunun sonuçları gün geçtikçe ağırlaşmaktadır.

Ötekileştirmeden korumak ve onları yaşamımızın bir parçası olarak görmek, birlikte, eşit ve özgür yaşamanın yollarını arayıp inşa etmek gerekir. Ayrıca uluslararası göçmenlik hukuku gereği ülkeler ve yurttaşlarının, sınırları aşıp gelenlere yardım etmesi, hukuki ve insani değerlerin bilinci gereğidir. En acil ihtiyaç ise bütünlüklü bir göç politikası ihtiyacıdır. Bu elbette, sermaye ve devletler çıkarına değil, halklar, göçmen ve mülteciler yararına bir göç politikası olacaktır.

Türkiye’ sığınmacı, göçmen, mülteci statüleri meselesinde net bir hukuki yaklaşım olmadığından bilinçler bulandırılmakta, faşist ırkçı söylemlerle mesele ele alınmaktadır. Ya da göçmenlik mültecilik; dış politikada “pazarlık meselesi” haline getirilmektedir.

Bakmayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İktidarda olduğumuz sürece kulları katillerin kucağına atmayız” çıkışına. Yeri geldiğinde Avrupa’ya “kapıları açarız, mültecileri salarız” diyende odur. Üstelik iktidarın küçük ortağı Bahçeli’nin, göçmenleri “işgalci” olarak görmesi politikalarının gerçek yüzünü göstermektedir.

Restorasyoncu muhalefet olarak CHP, İYİP’te Irkçı, nefret söylemleriyle iktidarla yarışmışlardır. Eğer bir şovenlik/ırkçılık madalyası verilecek olursa; en çok hak eden ise Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’dır.

Burjuva politikacılar yeri gelir şoven duygularla göçmenleri ötekileştirir, nefret nesnesi haline getiri; yeri gelir sermayeye ucuz işgücü olarak onları baş tacı ederler. Her ikisi de sermeyenin çıkarı gereğidir ve faşist politikalarına “can simidi” olmaktadır.